Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 SAİT FAİK ABASIYANIK KİMDİR?

Sait Faik, 1906 Adapazarı doğumludur. Ailesi, kentin tanınmış ve hali vakti yerinde insanlarındandı. İlk eğitimini Adapazarı’nda, liseyi -İstanbul Erkek Lisesi’nde başlayıp- Bursa Erkek Lisesi'nde tamamlamış, iki yıl İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesine devam ettikten sonra 1930 yılında Fransa'da yine edebiyat fakültesine yazılmıştı. Onun içki ve avare yaşamla tanışması bu yıllara denk düşer. Ama, asıl başıboş yaşamı babasının ölümü ile birlikte (1939) başlar. Ailesinin isteği üzerine girdiği ticaret işlerinde kısa sürede iflas ettikten sonra, Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'ndeki Türkçe öğretmenliği de uzun sürmemiştir. Bir ara gazeteciliği denediyse bile, -Türk edebiyatı adına çok yerinde bir kararla- çalışmanın insanı yorduğuna kanaat getiren Sait Faik'in, kendini bütünüyle yazmaya ve gönlünce yaşamaya verdiğini görüyoruz. Düşük telif ücretlerinden dolayı eline az bir para geçmesine rağmen, ailesinden kalan miras sayesinde ayakta durabilmiş, ve Burgaz adasındaki eski köşkte annesi ile birlikte yaşamıştır. 1948 yılında yakalandığı siroz sonucu 1954 yılında ölen Sait Faik, Türk edebiyatının öykü alanındaki en büyük yazarlarındandır.

Edebiyat hayatına daha lise yıllarında (1925-1928) şiir yazarak başlamış, ama kısa bir süre içinde öyküye dönmüştü. İlk öyküsü 1926 tarihli "İpek Mendil"di. Basılan ilk öyküsü, Kenan Hulusi aracılığı ile Milliyet gazetesinde çıkan "Uçutma"dır (1929). 1936'da yayınlanan Semaver ise ilk kitabıydı. Türkiye'de tek parti rejiminin yazarlara yönelik baskılarının ağırlaştığı yıllarda, 1940'da yayınlanan "Şahmerdan" kitabındaki bir öyküsü nedeni ile Sıkıyönetim mahkemesine düşmüş, beraatine kadar geçen süre içinde, -kendisi gayretiyle yayınlanan- "Medar-ı Muaşeret Motoru" adlı romanı da toplatılmıştı. II.Paylaşım savaşı sonrasında başlayan demokratikleşme süreci içinde en verimli dönemini yaşayan Sait Faik, eserlerini birbirini ardına sıraladıysa da, siroza yakalandığını öğrendikten sonra bir müdet yazmaya ara vermişti. Hastalığın yarattığı duygusal etkilenmeler, olgunluk dönemi öykülerinde açık bir biçimde kendini gösterir. Belki de onu yaşamla, insanların acıları ile bu kadar yakından ilgilendiren neden de budur. 1953 yılında Amerika'daki "Mark Twain" derneğine fahri üye olarak seçilmesi halk arasındaki ününü pekiştirmiş, kitaplarının çoğu daha o yıllarda ikinci, üçüncü baskı sayısına ulaşmıştı. Ölümünden bir yıl sonra annesi Makbule Hanım'ın koyduğu "Sait Faik Hikaye Armağanı", bugün de varlığını sürdürüyor.

Öykücülüğü üzerine

Sait Faik gibi bir yazar ve eserleri üzerine yapılmış pek çok değerlendirme var kuşkusuz. Bu değerlendirmeler içinde Tahir Alangu'nun "Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman" çalışmasında yer alan Sait Faik bölümü, -hem yazarın etkilerinin hala sıcaklığını koruyor olması, hem de Alangu'nun titizliği açısından- en başarılılarından bir tanesi. Yazının geri kalan bölümünü onun çalışmasından alıntılarla sürdürürken, Sait Faik'i tanıtmanın yanı sıra, Tahir Alangu'nun eleştiri tarzını da hatırlatmayı amaçladım. 
"Düşünce ve duygularını, hele kendi kurallarını getiren yeni bir sanatçı olarak başıboş ve özgür yaşama tutkularını anlamayan, buna karşı olan bir çevrede yetişti. Ancak on beş yıl çabaladıktan sonra kendini bu topluma bir parça kabul ettiren, küçük bir üne sahip olabilen Sait Faik'in, aile çevresinden başlayarak yaşadığı öteki çevrelerle tam ve düzenli, doyurucu ve destekleyici bir anlaşma içinde olduğu söylenemez. İlk hikayelerinden başlayarak bütün eserlerinin, artistçe kendi uslubunda bir yaşamayı yadırgayanlarla çatışmalarının aynası olduğu görülür. Bu tür bir çatışmanın olmadığı yerde de, çağının sanatını ve yerleşmiş sanat ölçülerini aşan bir yeni ve güçlü sanat eserinin yeşermeyeceği de açıktır. Böylece onda, edebiyatı, özentilerden, romantik ucuzluklardan kurtarmak, bir başka kata yükseltmek isteyen bir davranışın varlığı daha ilk adımlarından belli olmaktadır. Sait Faik, hikayeyi "edebiyat yapanların" elinden kurtarmaya gelmiştir. 
Onun ilk hikayelerinden başlayıp gerçeklerden düşlere doğru yürüyen anlatışındaki zaman zaman değişen kuruluş denkleminin, ölümüne yakın yıllarda tamamiyle değişeceğini, gerçeğin allegoriler, gerçeküstü unsurlarla kapatılacağını göreceğiz. Git gide gerçekten; küçük adamlar kalabalığının yaşadığı hayattan koparak, yalnızlığın vahşiliğine, "kavun acısı yalnızlık"ın dehşet verici bunaltılarına, yaklaşan ölümün ezici gölgeleri arasına karşıp yürüyüşünü, yine hikayelerinin aynasından seyredeceğiz. Hayatı ve eserlerinin iç içe oluşu, onun sanat anlaşının olduğu kadar, ancak çok iyi bildiği konuları ve hayatları anlatmak istemesinin de bir sonucuydu. Düşünce ve sanata karşı alabildiğince kayıtsız, sağır bir çevrede, dış çatışmalarla bezgin, içe dönük ve kavgacı, umutla umutsuzluk arasında, kaybettiklerini kenar mahalleler, köprü altları, balıkçılar ve küçük insanların yaşamlarına katılarak bulmak istedi.

 

İlk hikayelerinde olayları toplumcu bir açıdan gözlemeye çalıştığı, gözlemci bir gerçekçiliğe yöneldiği görülür. Bu yıllarda, "Vakit gazetesi" çevresindeki yazarlar arasında tutulan, toplum çatışmalarını anlatan hikayeleri ile "küçük adamın günlük yaşayışını" ele almaya başladı. Eskilerin kenarda köşede unuttukları, kimselerin varlığından haberdar olmadıkları "küçük adam"ı edebiyatımıza getiren o olmadıysa bile, yerleştiren, bilinmeyen yönlerini gösteren, bir moda haline getiren, en güzel hikayelerini yazan o olmuştur. Ona göre, asıl hikaye çekişmeler ve çatışmaların yaşam ve geçim kavgası ile ilgili olan yanında değil, onun ötesinde kalan yaşama sevincinde, halkın hayatında sürekli olarak giden, direnmeyi güzel ve umutlu bir hale getiren paylaşılmış sevgidir. 
Sait Faik, yeni, kendine has, büyük şehrin aylaklarına yönelmiş hikayelerine, onu yavaş yavaş ölüme götürecek bir hastalığın teşhisi ile birlikte başladı. Ölüm korkusunun, onu, hikayede bir anlamda yaşama ve yazma tutkusu içinde herşeyi unutmağa, belki de ardında yaşayacak bir varlık bırakma endişelerine götürdüğünü, sonunda sıtmalı bir yazma devresine girdiğini görüyoruz. Ayrı din, millet, zümrelere bağlı insanlar ve mesleklerin ayırıcı çizgilerinin ötesindeki ortak vasıflara yönelerek, İstanbul'un beşeri bütünlüğünü veren mozayiğin ayrıntıları arasına iyice karışıp gömülerek, 1946-1954 yılları arasındaki sekiz yıl içinde ölümü bekleyişin sıkıntılarını avutmuştur. Hikayede hayatı, hayatta süreli ve düşlü hikayeleri yaşaması birbirinden ayrılamıyacak denli içe içe geçmiştir.

Özet Olarak

Sait Faik, kuruluşuna katılmadığı bir dünyanın kendine uymazlığı yüzünden dışa düşmüştü. İçinde yaşadığı toplum o süre içinde, Osmanlı yaşama uslubundan kopuşunu çabuklaştırmış, yeni bir yaşama düzeni ise "yeni insanı" destekleyecek ölçüde gelişmemişti. İnsan yenileşmesi başka yenileşmelerle orantılı olmadığından, yaşam bir yerde kuruyuvermişti. Sanata, bilime, devrimlere yönelen kuşaklar, kurulu düzenin çıkarcı tersliği karşısında bocaladılar. Devrimlerin duraklayışı, devletin aydın ve sanatçı kuşaklardan koruyucu ve yol açıcı desteğini kesişi de, bu yeni edebiyat öncülerini toplumdan kopardı, yabancılaştırdı. Sanatçıları çoğu, eski uygarlık düzenini yitiren, yenisini kuramayan düzensizliğin kargaşası içinde, evrime değil, yokluğa düştüler. Sait Faik'in arkadaşlarının çoğunun başına gelen budur. Sait Faik'in hayat dramı, onu yokluğun da, evrimin de karşısında kalıp direnmeye zorladı. Onun son hikayelerinde "gerçeküstücülüğe yönelik özellikler bulanlar oldu. Onda düşünceden, bilinçli seçmeden gelen bir gerçeküstücülük değil, yukarıdaki şartlara göre ve o anlamda bir "gerçeği örtme", yaşadığı dramı ifade etme söz konusudur.  Onun eserlerinde bir çağın bütün anlamı, kendi kuşağının düşünce ve davranış çıkmazlarının zengin bir tasviri vardır. Bu eserlerde yalnız Sait Faik'in değil, kargaşanın ortasında bırakılmış kuşakların dramı da anlatılmıştır

Alıntıdır

 

 

 


 SAİT FAİK ABASIYANIK KİMDİR?-2

Öykü yazarı (1906 - 11 Mayıs 1954). Adapazarı'nda doğdu. İlk­öğrenimini Adapazarı Rehber-i Terakki Mektebi'nde tamam­ladı. Kurtuluş savaşı sona erince ailesinin İstanbul'a yerleşme­si üzerine İstanbul Erkek Lisesi'ne verildi. 10'uncu sınıfa kadar bu lisede okudu; Bursa Lisesi'ni bitirdi (1928). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ndeki öğrenimini tamamlama­dan Fransa'ya gitti (1930). Fransızca öğrenmek amacıyla Grenoble'de Champollion Lisesinde okudu. Dönüşünde (1933) ba­basının isteğiyle ticaret yaptı; yürütemedi. Bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe grup dersleri okuttu. Haber gazetesinde adliye muhabiri olarak çalışması da bir ay sürdü (Mayıs 1942). İlk öykülerini Bursa Lisesi'nde öğrenciy­ken yazdığını bir konuşmasında anlatmıştır. 1926-28 yılların­da kaleme alınan bu öykülerden İpekli Mendil (Varlık, 15 Ni­san 1934), Zenberek (Varlık, 29 Ekim 1935) yıllar sonra basıl­dı. Öykü ve yazıları Varlık (1934-54), Ağaç (1936), Servet-i Fünun - Uyanış, Ses-Yeni Ses (1939-40), İşte (1944), Yürüyüş (1943-44), Gün (1946), Yaprak (1949-50), Yenilik (1952-54) der­gilerinde yayımlandı. Uçurtma (Milliyet gazetesi, sanat say­fası, 9 Aralık 1929), yayımlanan ilk öyküsüdür.  Sait Faik da­ha ilk ürünlerinde ayrı bir kişilik, yeni bir ses ortaya koy­muştur. Genellikle çevre ilişkilerinin ağır bastığı bu öykü­lerde geleneksel kuruluşlara sığmayan bir anlatım zenginliği görülür. Kişilerini işlerken gerçeğin kalın çizgilerine kapıl­maz pek; yorumunu yapar. Her satırında özgürlüğün ve do­ğanın adamı olduğu fışkırır gibidir. Henüz sınıf bilinci aşa­masına varmayan emekçilerin yaşamından resimler çizdiği zaman da, fukara mahallelerin çocuklarını yansıttığı zaman da gözlemci bir gerçekçilikten çok, bir hümanizmanın beslediği duyarlıklar sezilir. Bu nedenle, sonraki kitaplarında bireysel gibi görünen öykülerinde de insana özgü değerleri özümleme olanakları yarattığından, bireyde toplumu yansıtma özelliği kazanır. Şehrin gürültüsü, kenar mahalle, fabrikalar, Yüksek- kaldırım, iyileri, kötüleri, emekçisi, emek sömürücüsü, ba­lıkçısı, gazetecisi, sanatçısıyla bütün toplum bu kendine özgü sesin insanca yankılarıyla dolar, taşar. Toplumdaki çelişkiler karşısında başkaldırma ve öfke; kaçma ve yeniklik duyguları gibi çelişik durumlar alır ama «...sanatkârın vazifesi kendi yurdunda işsizlikle, dilencilikle, haksızlıkla, istismarcılıkla mücadeledir» inancından sapmayan öyküleriyle yaşadığı yıl­lara damgasını basar. 1953'te Amerika'daki Mark Twain Cemiyeti'ne üye seçilen Sait Faik, yeni öykü ve düzyazımızın kurucularından sayılmaktadır.

 

YAPITLARI: Semaver (öyküler, 1936), Sarnıç (öyküler, 1939), Şahmerdan (öyküler, 1940), Medar-ı Maişet Motoru (roman, 1944, Sıkıyönetimce toplatıldı. 2. bas. Birtakım İnsanlar adıy­la, 1952), Lüzumsuz Adam (öyküler, 1948), Mahalle Kahvesi (öyküler, 1950), Havada Bulut (öyküler, 1951), Kumpanya (öy­küler, 1951), Havuz Başı (öyküler, 1952), Son Kuşlar (öyküler, 1952), Kayıp Aramyor (roman, 1953), Şimdi Sevişme Vakti (şiirler, 1953), Alemdağda Var Bir Yılan (öyküler, 1954), Az Şekerli (öyküler, 1954), Tüneldeki Çocuk (1955), Mahkeme Ka­pısı (1956). Ölümünden sonra bütün yapıtları Varlık Yayın­evi, daha sonra Bilgi Yayınevince bastırıldı (8 cilt, 1970). Sabri Esat Siyavuşgil tarafından seçilip Fransızcaya çevrilen 41 öyküsü Un Point sur la Carte (1962), adıyla Milli Eğitim Ba­kanlığınca Hollanda'da yayımlandı.

 

KAYNAKLAR: (Yenilik, Haziran 1954), T. Alangu (Sait Faik için, 1956), Muzaffer Uyguner (Sait Faik Abasıyanık’ın Haya­tı, 1959), S.F. Abasıyanık’ın Hayatı, Sanatı, Eserleri, (1964), Fikri Cantürk - Güven Kalafat (Varlık, 15 Ağustos 1963), Tahir Alangu (Cumhuriyetten sonra Hikâye ve Roman, cilt 3, 1965), ö. F. Toprak (Yön, 13 Mayıs 1966), Vedat Günyol (Dile Gelseler, 1966), Adnan Binyazar Türk Dili, sayı 228, 1970), Mah­mut Alptekin, (Sait Faik, 1974), Bir öykü Ustası Sait Faik Abasıyanık (1976), Behçet Necatigil (Edebiyatımızda Eserler Söz­lüğü, 1971, 1979), Refika Taner-Asım Bezirci, (Edebiyatımızda Seçme Hikâyeler 1981).

 

 


SAİT FAİK ABASIYANIK KİMDİR?-3

Sait Faik, 1906 Adapazarı doğumludur Ailesi, kentin tanınmış ve hâli vakti yerinde insanlarındandı. İlk eğitimini Adapazarı’nda, liseyi -İstanbul Erkek Lisesi’nde başlayıp, Bursa Erkek Lisesi'nde tamamlamış, iki yıl İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesine devam ettikten sonra 1930 yılında Fransa'da yine edebiyat fakültesine yazılmıştı. Onun içki ve avare yaşamla tanışması bu yıllara denk düşer: Ama, asıl başıboş yaşamı babasının ölümü ile birlikte (1939) başlar Ailesinin isteği üzerine girdiği ticaret işlerinde kısa sürede iflas ettikten sonra, Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebindeki Türkçe öğret­menliği de uzun sürmemiştir. Bir ara gazeteciliği denediyse bile, -Türk edebiyatı adına çok yerinde bir kararla- çalışmanın insanı yorduğuna kanaat getiren Sait Faik'in, kendi­ni bütünüyle yazmaya ve gönlünce yaşamaya verdiğini görüyoruz. Düşük telif ücret­lerinden dolayı eline az bir para geçmesine rağmen, ailesinden kalan miras sayesinde ayakta durabilmiş ve Burgaz adasındaki eski köşkte annesi ile birlikte yaşamıştır. 1948 yılında yakalandığı siroz sonucu 1954 yılında ölen Sait Faik, Türk edebiyatının öykü alanındaki en büyük yazarlarındandır

Edebiyat hayatına daha lise yıllarında (1925-1928) şiir yazarak başlamış ama kısa bir süre içinde öyküye dönmüştü. İlk öyküsü 1926 tarihli "İpek Mendil"di. Basılan ilk öykü­sü, Kenan Hulusi aracılığı ile Milliyet gazetesinde çıkan "Uçutma"dır (1929). 1936'da yayınlanan Semaver ise ilk kitabıydı. Türkiye'de tek parti rejiminin yazarlara yönelik bas­kılarının ağırlaştığı yıllarda, 1940'da yayınlanan "Şahmerdan" kitabındaki bir öyküsü ne­deni ile sıkıyönetim mahkemesine düşmüş, beraatine kadar geçen süre içinde, -kendisi gayretiyle yayınlanan- "Medar-ı Muaşeret Motoru" adlı romanı da toplatılmıştı. II. Paylaşım savaşı sonrasında başlayan demokratikleşme süıeci içinde en verimli dönemini ya­şayan Sait Faik, eserlerini birbiri ardına sıraladıysa da, siroza yakalandığını öğrendik­ten sonra bir müddet yazmaya ara vermişti. Hastalığın yarattığı duygusal etkilenmeler, olgunluk dönemi öykülerinde açık bir biçimde kendini gösterir. Belki de onu yaşamla, in­sanların acıları ile bu kadar yakından ilgilendiren neden de budur: 1953 yılında Ameri­ka'daki "Mark l\vain" derneğine fahri üye olarak seçilmesi halk arasındaki ününü pekiş­tirmiş, kitaplarının çoğu daha o yıllarda ikinci, üçüncü baskı sayısına ulaşmıştı. Ölümün­den bir yıl sonra annesi Makbule Hanım'm koyduğu "Sait Faik Hikâye Armağanı", bugün de varlığını sürdürüyor

İlk hikâyelerinde olayları toplumcu bir açıdan gözlemeye çalıştığı, gözlemci bir ger­çekçiliğe yöneldiği görülür. Bu yıllarda, "Vakit gazetesi" çevresindeki yazarlar arasında tutulan, toplum çatışmalarını anlatan hikâyeleri ile "küçük adamın günlük yaşayışını" ele almaya başladı. Eskilerin kenarda köşede unuttukları, kimselerin varlığından haberdar olmadıkları "küçük adam "ı edebiyatımıza getiren o olmadıysa bile, yerleştiren, bilinme­yen yönlerini gösteren, bir moda hâline getiren, en güzel hikâyelerini yazan o olmuştur. Ona göre, asıl hikâye çekişmeler ve çatışmaların yaşam ve geçim kavgası ile ilgili olan yanında değil, onun ötesinde kalan yaşama sevincinde, halkın hayatında sürekli olarak giden, dilenmeyi güzel ve umutlu bir hâle getiren paylaşılmış sevgidir.

Sait Faik, yeni, kendine has, büyük şehrin aylaklarına yönelmiş hikâyelerine, onu yavaş yavaş ölüme götürecek bir hastalığın teşhisi ile birlikte başladı. Ölüm korkusunun, onu, hikâyede bir anlamda yaşama ve yazma tutkusu içinde her şeyi unutmağa, belki de ardında yaşayacak bir varlık bırakma endişelerine götürdüğünü, sonunda sıtmalı bir yazma devresine girdiğini görüyoruz. Ayrı din, millet, zümrelere bağlı insanlar ve meslek­lerin ayırıcı çizgilerinin ötesindeki ortak vasıflara yönelerek, İstanbul'un beşeri bütün­lüğünü veren mozaiğin ayrıntıları arasına iyice karışıp gömülerek, 1946-1954 yılları arasındaki sekiz yıl içinde ölümü bekleyişin sıkıntılarını avutmuştur. Hikâyede hayatı, hayatta süreli ve düşlü hikâyeleri yaşaması birbirinden ayrılamayacak denli iç içe geçmiştir.

A. ÖMER TÜRKEŞ

 

 


SAİT FAİK ABASIYANIK KİMDİR?-4

 (1906-1954)

 

Cumhuriyet devri hikâyecisi.

18 Kasım 1906'da Adapazarı'nda doğ­du. Babası Adapazarı'nın yerli ailesi Abasızzâdeler'den Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti'nde çalışarak İstiklâl madalyası alan, bir ara belediye başkanlığı yapan (1922) Mehmed Faik Bey, annesi Adapazarı'nda ge­niş arazi sahibi Hacı Rızâ Bey'in kızı Mak­bule Hanım'dır. Varlıklı bir aile içinde bü­yüyen Sait Faik yabancı dilde eğitim veren Rehber-i Terakkî'deki ilköğreniminin ar­dından iki yıl Adapazarı İdâdîsi'ne devam etti. İşgal yılları ve Millî Mücadele sonrası ailesiyle beraber İstanbul'a taşındı (1926). Bir süre İstanbul Lisesi'nde okudu ve di­siplin cezasıyla gittiği Bursa Lisesi'nden mezun oldu (1928). Aynı yıl Darülfünun Edebiyat Fakültesi'ne yazıldıysa da avare yaşayışı sebebiyle iki yıl sonra babasının isteğiyle ekonomi eğitimi için İsviçre'nin Lozan ve oradan Fransa'nın Grenoble şeh­rine gitti. Burada gördüğü dört yıllık dü­zensiz eğitim (1931-1934) ve yaşadığı bo­hem hayatı yüzünden babasının geri ça­ğırmasıyla diploma alamadan Türkiye'ye döndü (1934). Bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği yaptı. Babasının verdiği sermaye ile açtığı ticarethaneyi yürütemedi. Adliye muha­biri olarak Haber gazetesine mahkeme röportajları hazırladı. 1939'da babasının ölümü üzerine geride kalan mülklerin ge­liri ve yazılarıyla geçindi. Hiç evlenmeyen ve bohem yaşayışını devam ettiren Sait Faik alkol düşkünlüğü yüzünden siroz has­talığına yakalandı (1945). 1951'de tedavi için gittiği Fransa'dan kısa bir süre sonra döndü. Sıklaşan krizler sebebiyle yatırıldı­ğı hastahanede 11 Mayıs 1954'te öldü ve Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. Sait Faik modern edebiyata hizmetlerin­den dolayı 1953 Mayısında Amerika Bir­leşik Devletleri'ndeki uluslararası Mark Twain Derneği'nin onur üyeliğine seçilmiş­ti. Ölümünden sonra annesi Burgazada'daki evlerini Sait Faik Müzesi olarak ba­ğışlamış ve her yıl en iyi hikâye kitabına verilmek üzere bir Sait Faik armağanı te­sis etmiştir.

 

Lise yıllarında önce şiir, ardından hikâye denemeleriyle edebiyata yöneldiği bilinen Sait Faik'in yayımlanan ilk hikâyesi "Uçurt­malar" Milliyet gazetesinde (9 Aralık 1929), ilk şiiri "Hamal" Mektep dergisinde (21 Ocak 1932) çıkmıştır. Daha sonra git­tikçe artan bir tempo ile kendini hemen tamamıyla hikâye yazmaya vermiştir. İlk hi­kâyelerinde Maupassant tarzında ve Ömer Seyfeddin, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin gibi hikâyecilerin etkisinde ya­zarken Fransa dönüşü kendine mahsus bir hikâye dili geliştirmiştir. Bu dönemin ilk hi­kâyelerinde (Semaver, 1936) o yılların mo­dası olan toplumcu-gerçekçi akı a ka­pılmış, ardından ferdî problemlere ağırlık vermeye başlamıştır. Günlük yaşayışında-ki gözlem ve tecrübelere dayandığı izle­nimini veren bu hikâyelerde zor şartlara rağmen hayata severek katlanan küçük insanları ele almış, bunların yaşantılarını ve gözlemlerini konu edinmiştir. Hemen bütün hikâyelerinde görülen kendini anla­tır bir ifade tarzı bunların bir çeşit hâtıra-hikâye türüne girebileceği şeklinde değer­lendirilmiştir. Pek az yazarda görülebile­cek şekilde 206 hikâyesinden 169'unun ben merkezli oluşu bu değer yargısını destek­lemektedir. Bu sebeple hikâyelerindeki olaylar okuyucu üzerinde yaşanmış izleni­mi bırakmış, çevresindekiler bunlardan bir­çoğunun tanığı olduklarını ifade etmiştir. Ekserisi toplumun alt kesiminden olan kah­ramanları az şeyle mutlu olabilen, hayatın tabii bir gereği olarak kaderleri olan insanlardır. Ağırlıklı biçimde faklı semt­lerde ve gecekondularda yaşayanları, işsizleri, Anadolu'dan İstanbul'a gelenleri ve özellikle denizle, balıkçılıkla uğraşan insanları konu edinmiştir. Psikolojik olarak da sebepsiz iç sıkıntısı ve yalnızlık duygusuna yapılanlar ve hayal kuranlar önemli bir sayıya ulaşır. Bütün bu kişilerin siyasî, ide­olojik ve dinî kanaatleri irdelenmemiştir. Bu arada çocuklar, hayvanlar ve tabiat da nemli bir yer tutar.

 

Hikâyelerinin dışında iki roman denemesi olan Sait Faik, bunlardan ilkini 1940'ta Medâr-ı Maişet Motoru adıyla tefrika ettikten sonra 1944'te kitap haline getirmiş, ancak eser sıkıyönetimce toplanarak soruşturma açılmıştır. Daha sonra Bir Ta­kım İnsanlar adıyla yayımlanan romanı hikâyeleriyle karşılaştırılamayacak kadar zayıftır ve aksaklıklarla doludur. Kayıp Aranıyor ise öncekine göre daha tutarlı ol­masına rağmen bu da romandan ziyade uzatılmış bir hikâye özelliği göstermektedir. 1953'te Şimdi Sevişme Vakti adı altında kitap haline getirdiği, tamamı serbest tarzda olan şiirlerinin güzelliğine Mehmet Kaplan dikkat çekerek onun şair ruhlu bir insan olduğunu, bu özelliğinin hikâyelerine de yansıdığını belirtir. Sait Faik'in açtığı çığır Ömer Seyfeddin'den sonra Türk hikâyeciliğinin ikinci önemli merhalesi olarak kabul edilmektedir.

Eserleri. Hikâyelerini ve diğer yazılarını Yedigün gibi der­gilerde yayımlayan Sait Faik'in sağlığında neşrettiği eserleriyle ölümünden sonra der­lenen kitapları şunlardır: Semaver (1936), Sarnıç (1940), Şahmerdan (1940), Medâr-ı Maişet Motoru (1944), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1952), Son Kuşlar (1952), Şimdi Sevişme Vakti (şiirler, 1953), Ka­yıp Aranıyor (1953), Alemdağ'da Var Bir Yılan (1954), Yaşamak Hırsı (Georges Simenon'dan çeviri roman, 1954), Az Şekerli (1954), Tüneldeki Çocuk (1955), Mahkeme Kapısı (röportajlar, 1956), Ba­lıkçının Ölümü (1977), Açık Hava Oteli (konuşmalar, mektuplar, 1980), Yaşasın Edebiyat (çeşitli yazılar, 1981), Müthiş Bir Tren (1981), Sevgiliye Mektup (çe­şitli yazılar, 1987).

 

BİBLİYOGRAFYA:

Tahir Alangu, Sait Faik İçin, İstanbul 1959; Muzaffer Uyguner. Sait Faik'in Hayatı, Ankara 1959; İbrahim Kavaz, Sait Faik Abasıyanık (dok­tora tezi, 1980), Fırat üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; a.mlf. Sait Faik Abasıyanık, İstanbul 1999; Fethi Naci, Sait Faik'in Hikâyeciliği, İs­tanbul 1998; Orhan Okay, "Sait Faik Abasıyanık", Büyük Türk Klâsikleri, İstanbul 2002, XIV, 364-366; Yakup Çelik, Sait Faik ve İnsan, Ankara 2002; Bir İnsanı Sevmek: Sait Faik: Konuşma­lar, Bildiriler, Ankara 2004; Necati Mert, Adalı Sinağrit (Sait Faik), Ankara 2006; Fatih Andı, "Sait Faik Abasıyanık'ın Şiirleri", İlmî Araştır­malar, sy. 19, İstanbul 2005, s. 7-15; Mustafa Kutlu, "Abasıyanık, Sait Faik", TDEA, I, 4-6; A. Doğan - İ. Baştuğ, "Abasıyanık, Sait Faik", Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, Ankara 2002,1, 8-9; "Abasıyanık, Sait Faik", Tanzimat'­tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, İstanbul 2003

 

M. Orhan Okay DİYANET İSLAM ANS.

 

 

 


SAİT FAİK /EDEBİ PORTRELER

Uzun bir boy, endamlı bir yapı, şişkin şakaklar üstünde kabarıklığı çoğalan sarı saçlar. Galiba her rastladığı berbere girdiği için, bu saçlar hiçbir zaman iyi kesilmez. Şapkasının markası ne olursa olsun, başında iyi durduğu görülmemiştir.

Çıkık elmacıklı Türkmen yüzünde açık mavi gözleri, birer hülya penceresini andırır. Akları hemen daima kanlıdır. Öyle dalgın bakarlar ki yüzünüze saplandıkları vakitlerde de. sizi görüp görmediklerini pek kestiremezsiniz.

Geniş ağzında dudak yok, gülüş vardır. Methe güler, iltifata güler, hiddete, siteme, tenkide güler.

Genç ve bol nafakalı olduğu halde, süse, giyim kuşama ehemmiyet vermez. Kendine itinadan hoşlanmaz. Kalenderdir. Gittiği yerde nereye rastlarsa oturur. Sandalye, koltuk aramaz. Hiç yadırgamadan meselâ bir masanın kenarına ilişir, şapkasını da dizine asıverir.

Tekellüfü sevmez. Etiketli yerlere girmez, bu hali, nefsine düşkünlüğünden, rahatını sevdiğinden değil, çekingenliğin-dendir. Nitekim teklifsiz bir dost odasında, ayakta durmaya da katlanır. Elverir ki içinin ısındığı bir yer olsun.

Bu kalenderlik yazılarında değilse bile, seçtiği mevzularda, işlediği tiplerde de göze çarpar.

Sait Faik’i de Kenan Hulûsi gibi sınıfta tanıdım. Çekingen, sual sormaz bir talebe idi. O vakitki hüviyetinde bugünkü varlığını belirtecek herhangi bir zekâ ve ruh tezahürünü hatırlayamıyorum. Kendi halinde, sessiz bir çocuktu.

0 da, yüzlerce arkadaşı gibi, benimle bir müddet ilim yoldaşlığı ettikten sonra, çıkıp gitti, yıllar su gibi akıyormuş meğer. Bir gün gazetede benim bir yazıma cevabını okudum. Resmini de basmışlardı. Gençleri müdafaa ediyordu.

İnsanın, kendi yetiştirdiği talebe ile bir fikir davasında karşılaşması, ne tatlıdır. Böyle bir karşılaşmada hoca, talebesi için:

Kendi elimle kesip yâre verdiğim kalem

Fetvâ-yı hûn-ı nâ-hakkımı yazdı iptida

demez. Bu azgın yetişme önünde için için keyiflenir. Ben de bu zevki tattım işte.

Sait, Avrupa’ya gitmiş, iklim ve muhit değiştirmiş, bilgisini genişletmişti, ama Frengistan onun ruhundaki ana çizgilere dokunamamıştı. Bu seciye sağlamlığı da ayrıca hoşuma gitti.

Bir aralık sanat muhitimize bir Semaver bağışladı. Semaver bir tiryakilik remzi sayılabilir. Fakat o, bize Semaver’inden tortusuz bir sanat şarabı verdi.

İlk eser, bin tereddüt süzgecinden geçer. Saffetinden şüphe edilemez. Onu okurken, biliniz ki genç sanatkâr, elinden geleni harcamış, olanını vermiştir.

Ben, Semaver’i işte böyle bir inanış ve düşünüşle okumuştum. Bunda daha ziyade halk tabakasının ruh enstantanelerini kavramak isteyen bir gayret seziliyordu. Cibali Defterdar fabrikalarının duvarları dibine dizilip salep içen işçi kümeleri, hakiki müşahedelerin verdiği bir pervasızlıkla tasvir ediliyordu. Seçilen tiplerde genç bir heveskârın değil, kendinden fedakârlık etmesini bilen bir sanatkârın tereddütsüz çizgileri canlanıyordu.

“İstelyanos’un Gemisi” hikâyesinde, çocuk ruhu, nasıl perde perde açılıyor ve bir balıkçı ailesinin ömür şartları ne derin bir görüşle tahlil ediliyordu.

Sait Faik, girdiği mevzuun bütün şartlarını da gözden geçirir. Meselâ şu balıkçı hikâyesinde teknik unsurların hiçbiri ihmal edilmemiştir.

Öteki hikâyelerinde de az çok bu dikkatli müşahede ve içe iniş kabiliyeti görülüyor.

Bu gencin bir tek suçu, fakat büyük bir günahı var. Az yazıyor. Tembeldir. Bu yüzden değil midir ki ben ona:

-    Yılda bir kere açılan, bir maşrapa su veren ayazmalara benziyorsun! demiştim.

Son iki sene içinde biraz daha gayretli davrandı. Sarnıç bu hamaratlığın mahsulüdür. Semaver ile Sarnıç’’ı yan yana aynı günde okursanız, iki ayrı âlem seyretmiş olursunuz.

Semaver'deki emekleme, Sarnıç'ta uçuş halini almıştır.

Sait Faik, bence asıl bu eseriyle kendi sanatının yolunu buldu. Hemen her hikâyesine ruhunun esrarlı varlığından bir sis çökmüş gibidir. Silik şekiller, belirsiz gölgeler, uçuk renkler arasında sapasağlam bir tahkiye akışı var; donuk gümüşleri andıran kıymetli üslûbu, biraz marazî fakat olgun bir tahlille birlikte yürüyor.

Sait Faik’te zaman zaman Edgar Allan Poe’nun ruh kıvılcımlarının çaktığı görülür. Yalnız Poe’da korku birinci planda olduğu halde, bunda sır öne alınmıştır.

“Karpuz Sergisi”nde ne güzel bir İstanbul çeşnisi tadıyoruz.

Şimdi yine tembellik edip etmediğini bilmiyorum. Yalnız dilinden düşürmediği bir isim var. “Medâr-ı Maişet” deyip duruyor.

Bir gün bana sordu ve şöyle konuştuk:

-    Hocam Medâr-ı Maişet adım nasıl buluyorsunuz?

-    Neyin adı bu?

-Yazacağım romanın.

-    Berbat!

Duraksadı. Niçin, der gibi yüzüme baktı. Sonra:

-Bu, bir motorun ismidir, dedi.

-    Neyin olursa olsun berbat! dedim.

0, bu motor mihveri etrafında bir hayat kurmak istiyor. Fakat terkip benim hoşuma gitmedi. Romanda isim bence vaka çekmecesinin anahtarı gibi olmalıdır. İsterim ki ilk hamlede kilidi açsın ve okuyucuya hayal meyal bir şeyler hissettirsin.

Kandı mı, kanmadı mı, bilmem. Fakat epeydir Medâr-ı Maişet’in sözü ortadan kalktı. Bahsetmiyor artık. Belki ben hata ettim. Belki Sait Faik, bu motorun yaman bir kaptanı kesilecek ve Medâr-ı Maişet edebiyatımızın da velinimeti olacaktı.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi