Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SAİT FAİK /EDEBİ PORTRELER

Uzun bir boy, endamlı bir yapı, şişkin şakaklar üstünde kabarıklığı çoğalan sarı saçlar. Galiba her rastladığı berbere girdiği için, bu saçlar hiçbir zaman iyi kesilmez. Şapkasının markası ne olursa olsun, başında iyi durduğu görülmemiştir.

Çıkık elmacıklı Türkmen yüzünde açık mavi gözleri, birer hülya penceresini andırır. Akları hemen daima kanlıdır. Öyle dalgın bakarlar ki yüzünüze saplandıkları vakitlerde de. sizi görüp görmediklerini pek kestiremezsiniz.

Geniş ağzında dudak yok, gülüş vardır. Methe güler, iltifata güler, hiddete, siteme, tenkide güler.

Genç ve bol nafakalı olduğu halde, süse, giyim kuşama ehemmiyet vermez. Kendine itinadan hoşlanmaz. Kalenderdir. Gittiği yerde nereye rastlarsa oturur. Sandalye, koltuk aramaz. Hiç yadırgamadan meselâ bir masanın kenarına ilişir, şapkasını da dizine asıverir.

Tekellüfü sevmez. Etiketli yerlere girmez, bu hali, nefsine düşkünlüğünden, rahatını sevdiğinden değil, çekingenliğin-dendir. Nitekim teklifsiz bir dost odasında, ayakta durmaya da katlanır. Elverir ki içinin ısındığı bir yer olsun.

Bu kalenderlik yazılarında değilse bile, seçtiği mevzularda, işlediği tiplerde de göze çarpar.

Sait Faik’i de Kenan Hulûsi gibi sınıfta tanıdım. Çekingen, sual sormaz bir talebe idi. O vakitki hüviyetinde bugünkü varlığını belirtecek herhangi bir zekâ ve ruh tezahürünü hatırlayamıyorum. Kendi halinde, sessiz bir çocuktu.

0 da, yüzlerce arkadaşı gibi, benimle bir müddet ilim yoldaşlığı ettikten sonra, çıkıp gitti, yıllar su gibi akıyormuş meğer. Bir gün gazetede benim bir yazıma cevabını okudum. Resmini de basmışlardı. Gençleri müdafaa ediyordu.

İnsanın, kendi yetiştirdiği talebe ile bir fikir davasında karşılaşması, ne tatlıdır. Böyle bir karşılaşmada hoca, talebesi için:

Kendi elimle kesip yâre verdiğim kalem

Fetvâ-yı hûn-ı nâ-hakkımı yazdı iptida

demez. Bu azgın yetişme önünde için için keyiflenir. Ben de bu zevki tattım işte.

Sait, Avrupa’ya gitmiş, iklim ve muhit değiştirmiş, bilgisini genişletmişti, ama Frengistan onun ruhundaki ana çizgilere dokunamamıştı. Bu seciye sağlamlığı da ayrıca hoşuma gitti.

Bir aralık sanat muhitimize bir Semaver bağışladı. Semaver bir tiryakilik remzi sayılabilir. Fakat o, bize Semaver’inden tortusuz bir sanat şarabı verdi.

İlk eser, bin tereddüt süzgecinden geçer. Saffetinden şüphe edilemez. Onu okurken, biliniz ki genç sanatkâr, elinden geleni harcamış, olanını vermiştir.

Ben, Semaver’i işte böyle bir inanış ve düşünüşle okumuştum. Bunda daha ziyade halk tabakasının ruh enstantanelerini kavramak isteyen bir gayret seziliyordu. Cibali Defterdar fabrikalarının duvarları dibine dizilip salep içen işçi kümeleri, hakiki müşahedelerin verdiği bir pervasızlıkla tasvir ediliyordu. Seçilen tiplerde genç bir heveskârın değil, kendinden fedakârlık etmesini bilen bir sanatkârın tereddütsüz çizgileri canlanıyordu.

“İstelyanos’un Gemisi” hikâyesinde, çocuk ruhu, nasıl perde perde açılıyor ve bir balıkçı ailesinin ömür şartları ne derin bir görüşle tahlil ediliyordu.

Sait Faik, girdiği mevzuun bütün şartlarını da gözden geçirir. Meselâ şu balıkçı hikâyesinde teknik unsurların hiçbiri ihmal edilmemiştir.

Öteki hikâyelerinde de az çok bu dikkatli müşahede ve içe iniş kabiliyeti görülüyor.

Bu gencin bir tek suçu, fakat büyük bir günahı var. Az yazıyor. Tembeldir. Bu yüzden değil midir ki ben ona:

-    Yılda bir kere açılan, bir maşrapa su veren ayazmalara benziyorsun! demiştim.

Son iki sene içinde biraz daha gayretli davrandı. Sarnıç bu hamaratlığın mahsulüdür. Semaver ile Sarnıç’’ı yan yana aynı günde okursanız, iki ayrı âlem seyretmiş olursunuz.

Semaver'deki emekleme, Sarnıç'ta uçuş halini almıştır.

Sait Faik, bence asıl bu eseriyle kendi sanatının yolunu buldu. Hemen her hikâyesine ruhunun esrarlı varlığından bir sis çökmüş gibidir. Silik şekiller, belirsiz gölgeler, uçuk renkler arasında sapasağlam bir tahkiye akışı var; donuk gümüşleri andıran kıymetli üslûbu, biraz marazî fakat olgun bir tahlille birlikte yürüyor.

Sait Faik’te zaman zaman Edgar Allan Poe’nun ruh kıvılcımlarının çaktığı görülür. Yalnız Poe’da korku birinci planda olduğu halde, bunda sır öne alınmıştır.

“Karpuz Sergisi”nde ne güzel bir İstanbul çeşnisi tadıyoruz.

Şimdi yine tembellik edip etmediğini bilmiyorum. Yalnız dilinden düşürmediği bir isim var. “Medâr-ı Maişet” deyip duruyor.

Bir gün bana sordu ve şöyle konuştuk:

-    Hocam Medâr-ı Maişet adım nasıl buluyorsunuz?

-    Neyin adı bu?

-Yazacağım romanın.

-    Berbat!

Duraksadı. Niçin, der gibi yüzüme baktı. Sonra:

-Bu, bir motorun ismidir, dedi.

-    Neyin olursa olsun berbat! dedim.

0, bu motor mihveri etrafında bir hayat kurmak istiyor. Fakat terkip benim hoşuma gitmedi. Romanda isim bence vaka çekmecesinin anahtarı gibi olmalıdır. İsterim ki ilk hamlede kilidi açsın ve okuyucuya hayal meyal bir şeyler hissettirsin.

Kandı mı, kanmadı mı, bilmem. Fakat epeydir Medâr-ı Maişet’in sözü ortadan kalktı. Bahsetmiyor artık. Belki ben hata ettim. Belki Sait Faik, bu motorun yaman bir kaptanı kesilecek ve Medâr-ı Maişet edebiyatımızın da velinimeti olacaktı.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi