Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SAİT FAİK ABASIYANIK KİMDİR?-3

Sait Faik, 1906 Adapazarı doğumludur Ailesi, kentin tanınmış ve hâli vakti yerinde insanlarındandı. İlk eğitimini Adapazarı’nda, liseyi -İstanbul Erkek Lisesi’nde başlayıp, Bursa Erkek Lisesi'nde tamamlamış, iki yıl İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesine devam ettikten sonra 1930 yılında Fransa'da yine edebiyat fakültesine yazılmıştı. Onun içki ve avare yaşamla tanışması bu yıllara denk düşer: Ama, asıl başıboş yaşamı babasının ölümü ile birlikte (1939) başlar Ailesinin isteği üzerine girdiği ticaret işlerinde kısa sürede iflas ettikten sonra, Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebindeki Türkçe öğret­menliği de uzun sürmemiştir. Bir ara gazeteciliği denediyse bile, -Türk edebiyatı adına çok yerinde bir kararla- çalışmanın insanı yorduğuna kanaat getiren Sait Faik'in, kendi­ni bütünüyle yazmaya ve gönlünce yaşamaya verdiğini görüyoruz. Düşük telif ücret­lerinden dolayı eline az bir para geçmesine rağmen, ailesinden kalan miras sayesinde ayakta durabilmiş ve Burgaz adasındaki eski köşkte annesi ile birlikte yaşamıştır. 1948 yılında yakalandığı siroz sonucu 1954 yılında ölen Sait Faik, Türk edebiyatının öykü alanındaki en büyük yazarlarındandır

Edebiyat hayatına daha lise yıllarında (1925-1928) şiir yazarak başlamış ama kısa bir süre içinde öyküye dönmüştü. İlk öyküsü 1926 tarihli "İpek Mendil"di. Basılan ilk öykü­sü, Kenan Hulusi aracılığı ile Milliyet gazetesinde çıkan "Uçutma"dır (1929). 1936'da yayınlanan Semaver ise ilk kitabıydı. Türkiye'de tek parti rejiminin yazarlara yönelik bas­kılarının ağırlaştığı yıllarda, 1940'da yayınlanan "Şahmerdan" kitabındaki bir öyküsü ne­deni ile sıkıyönetim mahkemesine düşmüş, beraatine kadar geçen süre içinde, -kendisi gayretiyle yayınlanan- "Medar-ı Muaşeret Motoru" adlı romanı da toplatılmıştı. II. Paylaşım savaşı sonrasında başlayan demokratikleşme süıeci içinde en verimli dönemini ya­şayan Sait Faik, eserlerini birbiri ardına sıraladıysa da, siroza yakalandığını öğrendik­ten sonra bir müddet yazmaya ara vermişti. Hastalığın yarattığı duygusal etkilenmeler, olgunluk dönemi öykülerinde açık bir biçimde kendini gösterir. Belki de onu yaşamla, in­sanların acıları ile bu kadar yakından ilgilendiren neden de budur: 1953 yılında Ameri­ka'daki "Mark l\vain" derneğine fahri üye olarak seçilmesi halk arasındaki ününü pekiş­tirmiş, kitaplarının çoğu daha o yıllarda ikinci, üçüncü baskı sayısına ulaşmıştı. Ölümün­den bir yıl sonra annesi Makbule Hanım'm koyduğu "Sait Faik Hikâye Armağanı", bugün de varlığını sürdürüyor

İlk hikâyelerinde olayları toplumcu bir açıdan gözlemeye çalıştığı, gözlemci bir ger­çekçiliğe yöneldiği görülür. Bu yıllarda, "Vakit gazetesi" çevresindeki yazarlar arasında tutulan, toplum çatışmalarını anlatan hikâyeleri ile "küçük adamın günlük yaşayışını" ele almaya başladı. Eskilerin kenarda köşede unuttukları, kimselerin varlığından haberdar olmadıkları "küçük adam "ı edebiyatımıza getiren o olmadıysa bile, yerleştiren, bilinme­yen yönlerini gösteren, bir moda hâline getiren, en güzel hikâyelerini yazan o olmuştur. Ona göre, asıl hikâye çekişmeler ve çatışmaların yaşam ve geçim kavgası ile ilgili olan yanında değil, onun ötesinde kalan yaşama sevincinde, halkın hayatında sürekli olarak giden, dilenmeyi güzel ve umutlu bir hâle getiren paylaşılmış sevgidir.

Sait Faik, yeni, kendine has, büyük şehrin aylaklarına yönelmiş hikâyelerine, onu yavaş yavaş ölüme götürecek bir hastalığın teşhisi ile birlikte başladı. Ölüm korkusunun, onu, hikâyede bir anlamda yaşama ve yazma tutkusu içinde her şeyi unutmağa, belki de ardında yaşayacak bir varlık bırakma endişelerine götürdüğünü, sonunda sıtmalı bir yazma devresine girdiğini görüyoruz. Ayrı din, millet, zümrelere bağlı insanlar ve meslek­lerin ayırıcı çizgilerinin ötesindeki ortak vasıflara yönelerek, İstanbul'un beşeri bütün­lüğünü veren mozaiğin ayrıntıları arasına iyice karışıp gömülerek, 1946-1954 yılları arasındaki sekiz yıl içinde ölümü bekleyişin sıkıntılarını avutmuştur. Hikâyede hayatı, hayatta süreli ve düşlü hikâyeleri yaşaması birbirinden ayrılamayacak denli iç içe geçmiştir.

A. ÖMER TÜRKEŞ

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi