Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

CENAB ŞAHABEDDİN-4

Yumuşaklığı dokunmadan belli, tombalak, yuvarlak bir vücut. Beyaz bir ten. Keskin, tek çizgisi bulunmayan bir yüz, kenarları ince kırışıklarla süslü koyu kumral gözler. Ve bunların içinde meşhur zekâsından sıçramış birkaç kıvılcım çakıntısının yanıp söndüğü görülür.

Kısaya yakın orta bir boy. Çizgisiz, göğüssüz ve belsiz bir gövde. Genç, tombul eller ve bu dolgun vücuttan çıkışına şaşacağınız cilveli, nazlı hareketler. Konuşan fıkırtılı omuzlar ve gıdıklanmış gibi kahkahalı bir karın...

Onda ilk göze çarpan şey, başının büyüklüğü idi. Yüksel alnının üstünde fikir sapanının açtığı çizgiler, adamı derin manâlı bir kitap gibi düşündürürdü. İstekli, dolgun dudaklarında gülümseyiş hiç eksilmezdi. Biraz donuk ve azıcık soğuk bir gülümseyiş.

Nezaketi ezici, iltifatı utandırıcı idi. İnce ince konuştuğu halde muhatapları, kendileri imtihan oluyorlarmış gibi terletici bir eza sezerlerdi. Servet-i Fünun şairleri içinde aşk’ın kahramanı olarak tanınmıştı. Şarkın Müse’si olduğuna inananlar vardı. Her hafta bir başka maceranın sıtmasıyla ateşlenen kalemi, zekâ ışığında ısıtılmaya çalışılmış neşideler veriyordu. Fakat duygulu bir gönül, bu ateşte maytap kıvılcımlarını andıran mübalağalı bir parıltıdan başka bir şey bulunmadığını pekâlâ hissedebilirdi.

Müse’nin “Gecelerine “Yakazat-ı Leyliyeleriyle nazireler yazdı, ince, hoş, hatta belki güzel şeyler yarattı. Fakat onlar da kendi yaradılışının kusurlarından kurtulamadılar. Mısralarına hudutsuz iç kaynayışlarının derin nabzını, keskin çığlığını, içli hıçkırıklarını koyamadı. Hani deniz kenarlarında, büyük fırtınaların uğultusunu, enginlerin sesini veren içi inilti dolu sedefler vardır. İçinde fağfur teller ve billûr mızrapların âhengi duyulur gibi olur. Onun mısralarında bu gerçek gönül seslerinden eser bulunmaz. Onun şiirinde insanı büyük heyecanlarla coşturan engin dalgalanıştan ziyade, şen sıçrayışlarla kırıta kıvrıla akan sığ bir ırmak çağıltısı duyulur.

En üzgün, en samimi zamanlarında bile nihayet:

Bir çâre-i fennî ile tahfif edemezsem,

Euzân ile terkis ederim bâr-ı hayâtı;

Gerçi bilirim lenk, hakâyık-zede, ebkem

Bî-kafiye bir sayhadır ömrün nakaratı.

demişti. “Bir çare-i fennî” ile “bâr-ı hayat”ın hafiflemesi ne demektir? Hayat maddî âlemden ibaret bir varlık mıdır ki? Hele duygu ve düşünce âleminin mümessili geçinenler böyle kısır bir teselli ile nasıl avunabilirler?

Cenab, hayatın asıl cevherini madde halinde gören bir adamdı. Her adımında, ömrünün her yeni kımıldanışında bu inanışının izleri açıkça görülür. Fakat onun bu katı ve feragatsiz tarafının yanında zekâ ile süslenip incelmiş bir yanı daha vardı.

Bir piyano sesinden koca bir manzume çıkarırdı. Hem gerçekten güzel bir manzume. Tuşların üstünde kâh kanatlanmış gibi hızla, kâh yaralanmış gibi sendeleye sendeleye seken ince parmakların dolaştığı his âlemini mısralara döker. Havada gittikçe alçalan iniltilerin sönüşünü de:

Musikî-i sükûtu okşayacak

Bir enîn-i hafi kalır ancak.

beytiyle anlatır.

Cenab, evrak sözlerinde bir tılsım, bir büyü sezmiş gibi şiirlerini Evrâk-ı Leyâl, nesirelerini de Evrâk-ı Eyyâm’da toplamayı düşünmüştü. Çocukların adları doğduktan sonra konur. 0, doğmadan önce bu isimleri sıralamıştı.

Nesir ve nazmın bir şahsiyette belirişi bizde bir hayli eskidir. Divan şairlerinin bile Münşeat’ları vardı. Fakat nesrin nazımda aynı derecede hâkimiyetini biz Hâmid’den evvelkilerde pek göremeyiz.

Cenab ikisinin de üstâdı oldu. Hattâ nesri nazmından üstündür. “Eytam-ı Şühedaya” parçası Tarık'taki meşhur tiradla birlikte yıllarca nesrimizin en güzel örnekleri diye övüldü durdu. Hac Yolunda o zamanın en parlak ve renkli eseri sayıldı. Fakat galiba çölün kum birikintilerinden ve bembeyaz keskin bir ışık âleminden bahsettiği, satırlarına bunları sindirdiği için olacak, bu eser gözle beraber zihni de kamaştırıyordu. Avrupa Mektupları'nda bu fazla süs, bu çok düzgünlü poz yok. O eski çiy parlaklığın tatlı bir matlıkla daha cana yakın bir sadeliğe kavuştuğunu görüyoruz.

Cenab, Meşrutiyetken sonra memlekete musahabeciliği sokan ilk adamdır. Zaviye-i Felâsife, Türkçe durdukça, her zekâyı ârif tebessümle besleyecek. Sanatkârın başka hiçbir yazısı olmasaydı da, yalnız bunlar onun şahsiyetindeki kuvveti göstermeye yeterdi.

Kendisinin ileri bir adam olduğuna şüphe yok. Fakat lisanda istiklâle gidişin bayraktarlarına ilk hücumu o yaptı. Arap ve Acem saltanatını Türklük için tabiî bir hal buluyor ve bu yabancı boyunduruktan tiksinmiyordu.

Uzun tahlillere burada yer yok. Ama bu ruh tezahürüne mim koyunuz. Çünkü biraz sonra aynı Cenab’ın Türk’ün medeni istiklâline de inanmadığını göreceksiniz. Bizim yeryüzünde ayrı bir çığır açmadığımızı, asırları ayakta karşılayan eserler meydana getiremediğimizi, mezhep ve tarikatler kuramadığımızı söylemekten çekinmemişti.

Darülfünun gençliğinin ona karşı küskünlüğü bu yüzden, ordunun kırılışı da “Elveda Yaldızlar ve Mahmuzlar” makalesinden ötürüdür. Yerlere serilmiş bir imparatorluk ve yüz binlerce şehit huzurunda bu makale nasıl yazılırdı?

Paris'e göç edişi, vatandaşların sevgisini kaybetmenin bir neticesiydi. Oraya yerleşti. Fakat duramadı. Tekrar gelerek Bakırköyü’ndeki evine çekildi. İlkin sessiz yaşadı. Sonra Cumhuriyette makaleleri çıkmaya başladı. Bu yazılar içine sinen bazı fikirler, hele hece veznine sataşması çektiği vatan hasretinin de onu değiştirmediğini gösterir. Bence Cenab memleketin sanat tarihindeki yerini, gönüllerden değil, zihinlerden almıştır. Şarkın Müse’si olmak isteyenin son nasibi işte bu!

 HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi