Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ŞAİR EŞREF KİMDİR?

(1846-1912)

Hiciv şairi.

Manisa’nın Kırkağaç ilçesi Gelenbe kasabasında doğdu. Asıl adı Mehmed Eşref olup Gelenbevî İsmâil Efendi’nin soyuna ve aynı ailenin Usûlîzâdeler koluna mensuptur. Dedesi Yayaköylü Râşid Efendi, Sünbülzâde Vehbî’nin Nuhbe-i Vehbî’sini şerhetmekle tanınan bir din âlimi, babası Hâfız Mustafa Efendi de nüktedan ve hoşsohbet bir din bilginiydi. Annesi Ârife Hanım’ın hâfız ve şair olduğu rivayet edilir. Kültürlü bir aileden gelen Eşref’in düzenli bir tahsil gördüğü söylenemez. İlk eğitimini aldığı Gelenbe’den sonra Manisa’da Hatuniye Medresesi’nde kısa bir süre Arapça, Farsça okudu ve hıfza çalıştı. Özel öğretmenlerden matematik ve tarih dersleri aldı. Ardından herhangi bir okula gitmeyerek gençliğini zeybeklikle ve serâzat bir şekilde geçirdi. 1870’ten itibaren Manisa sancağı tahrirat kalemine mülâzım olarak devam etmeye başladı. Daha sonra Turgutlu’da tahrirat kâtipliği, Akçahisar ve Alaşehir’de mal müdürlüğü yaptı. 1878’de İstanbul’da bir imtihana girerek üçüncü sınıf kaymakamlık ehliyetnamesi aldı ve Haziran 1879’dan Aralık 1902’ye kadar Fatsa, Çapakçur, Hizan, Ünye, Tirebolu, Akçadağ, Garzan, Garbîkaraağaç, Buldan, Kula, Kırkağaç ve Gördes kazalarında kaymakam olarak çalıştı. İçkiye düşkünlüğü ve hicivleri sebebiyle memuriyet hayatı pek başarılı geçmeyen Eşref, yine bu hicivleri ve Jön Türkler’le münasebeti dolayısıyla bir jurnal sonucu Jön Türkler’den Tevfik Nevzat ve Hâfız İsmâil ile birlikte İzmir’de tutuklanarak İstanbul’a gönderildi (1902). Muhakeme neticesinde Prens Sabahaddin’in babası Damad Mahmud Celâleddin Paşa’nın Avrupa’ya kaçmadan önce gönderdiği mektupları ve bazı devlet adamlarına yazdığı hicviyeler yüzünden bir yıl hapse mahkûm edildi. Cezasını tamamlayarak gittiği İzmir’de çevresinin boşalması ve tekrar bir jurnalle hapsedilme korkusuyla Ağustos 1903’te Mısır’a kaçarak Meşrutiyet’in ilânına kadar orada ikamet etti. Kısa sürelerle Fransa, İsviçre ve Kıbrıs’ta da kaldığı bu dönem Eşref’in edebî hayatının en verimli yıllarıdır. Sultan Abdülhamid ve istibdat aleyhinde şiddetli bir mücadeleye girdiği Mısır’da 1904-1908 yılları arasında altı kitabı neşredildi. Ayrıca bazı arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı Curcuna ve Zuhûrî gibi mizah gazetelerinde şiirleri yayımlandı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra büyük ümitlerle yurda dönüp önce Turgutlu kaymakamlığına, ardından Adana vali muavinliğine tayin edildiyse de vali muavinliklerinin lağvı üzerine açıkta kalarak Ağustos 1909’da emekliye sevkedildi. Aşırı içki sebebiyle yakalandığı verem hastalığından 22 Mayıs 1912’de son yıllarını geçirdiği Kırkağaç’ta öldü.

Önceleri şair olarak tanınmakla beraber Eşref’in bilinen ilk şiiri İzmir gazetesinde çıkan bir kıtasıdır (nr. 3, 3 Haziran 1312). Bu tarihten ölümüne kadar İzmir, Âhenk, Yeni Gazete, Hizmet gibi gazetelerde ve Şu‘le-i Edeb, Muktebes, Edep Yâhû, Eşref (Musavver Eşref) dergilerinde gazel, kıta, tarih ve diğer şiirleri neşredilen şairin eserlerinin büyük kısmı hiciv alanına girer. Gerçekte Eşref, eski Türk edebiyatında Nef‘î ve Sürûrî gibi şairlerin şahsında şöhret bulan hiciv tarzının XIX. yüzyılda yetiştirdiği en önemli temsilcilerinden biridir. Yer yer dinî motifler taşımasına rağmen gazellerinde bile hicve yönelmekten kendini alamayan Eşref dönemin meseleleriyle yakından ilgilidir. Devletin işleyişi ve toplumdaki aksaklıklardan çok defa Sultan Abdülhamid’i ve çevresini sorumlu tutar, eserlerinde onları hakarete ve müstehcenliğe varan bir dille eleştirir. Devlet ve toplum hayatında görülen zulüm, suistimal, rüşvet, iltimas, cehalet ve miskinlik gibi bozukluklara vatan, millet, meşrutiyet, hürriyet, adalet ve liyakat gibi fikirlerle karşı koymaya çalışır. Muhteva açısından yeni olan şiiri şekil ve üslûp bakımından büyük ölçüde eskiye bağlıdır ve bu açıdan Nâmık Kemal ile Ziyâ Paşa’nın şiirleriyle aynı çizgidedir.

Eserleri: Deccâl (1 ve 2. kitap, Kahire 1904, 1907), İstimdâd (Mısır 1323), Şah ve Padişah (Kahire 1324), Hasbihal yahut Eşref ve Kemal (1. kitap, 1908), İran’da Yangın Var (İstanbul 1324/1908), Şair Eşref’in Külliyâtı (1. kitap, İstanbul 1928, haz. Hüseyin Rifat). Külliyatın ikinci kitabını oluşturan diğer şiirleri 1928-1929 yılları arasında Vakit gazetesinde tefrika edilmiştir. Şerife Baş, Şair Eşref’le ilgili bir yüksek lisans çalışması yapmış (Şair Eşref’in Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir İnceleme, 1999, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), daha sonra da iki kitap yayımlamıştır (bk. bibl.).

BİBLİYOGRAFYA:

İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, s. 333-345; Mustafa Şatım, Meşhur Şair Eşref’in Hayatı, İzmir 1943; Fahri Uzun, Bütün Eşref, İstanbul 1964; Cevdet Kudret, Eşref-Hicviyeler, Ankara 1970; Hilmi Yücebaş, Şair Eşref: Bütün Şiirleri ve 80 Yıllık Hatıraları, İstanbul 1978; Önder Göçgün, Şair Eşref, Ankara 1988; J. Schmidt, “The Poet Mehmed Eşref Between Sultan and Shah”, The Joys of Philology: Studies in Ottoman Literature, History and Orientalism (1500-1923), İstanbul 2002, I, 73-104; Ömer Faruk Huyugüzel - Şerife [Baş] Çağın, Eşref-Bütün Eserleri, İstanbul 2006; Şerife [Baş] Çağın, Bir Hiciv Ustası: Şair Eşref, İstanbul 2007; Adnan Akgün, “Mehmet Eşref Efendi (Sicill-i Ahval Kayıtları)”, Yedi İklim, sy. 34, İstanbul 1993, s. 77-82; “Eşref, Mehmet”, TA, XV, 473; Sedat Yenigün, “Eşref”, TDEA, III, 113-114.

Ö. Faruk Huyugüzel   TDV, cilt: 38; sayfa: 305


 

EŞREF

Kendisine yetişemedim. Daha doğrusu, o hicvimizin kutbu olduğu günlerde, ben bu gibi muhitlere girebilecek yaşta değildim.

Yalnız son zamanlarına ait bir resmini görmüştüm. Sanatkârın, keskin benliğini saklayan, yaratıcılara mahsus o esrarlı hüviyetinden asla haber vermeyen bir resim.

Galiba iyi bir fotoğrafçının elinden de çıkmamıştı. Bu eksikliğe otuz beş, kırk yıl evvelki baskı kusurlarımızı da eklerseniz, nasıl bir resimle karşılaştığımı anlayabilirsiniz.

Bütün bunlarla beraber, dikkatli bir göz, bu kaba saba fotoğraftan da onun bir yaradılış harikası olduğunu sezebilir. Ben, sanırım ki o resme, Eşrefin hicivleri arkasından bakmıştım. Sima, bir anda sıyrılmış ve o yüzün altından, zekâ ile aydınlık başka bir çehrenin belirdiğini görmüştüm.

Fes, alnın genişliğini kapıyor; fakat kaşlar üstündeki taşkın kavis, bu alnın dolgun yuvarlaklığını anlatıyor ve olgun bir beyinden haberler veriyordu.

Yüzüne bir bulut düşmüş gibiydi. Yağıza yakın bir esmerlikte olduğu anlaşılıyordu. Gözlerinde, ne eski minyatürlerde görülen rindlerin, zevkle süzgün, şarapla mahmur bakışları, ne de şairlik vergisi sayılan hayran dalgınlık var.

Hayır, Eşrefin gözleri bambaşkadır. Yüzünüze biraz Çakırcalı’nın, birçok da Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa’nın gözleriyle bakıyor. Kemerli koç burnu, mağrur bir hücum havası ile şişmiş gibidir. Kanatlarının ucundan inen derin çizgiler, ağız kenarına doğru incelerek canlanıyor. Hemen konuşacak, zarif bir şey söyleyecek sanıyorsunuz.

Sonra, yine sert bir sakalın uçları ağarmış çerçevesi başlıyor. Başa nispetle omuzların enliliği, şairin sağlam yapılı gövdesine şahittir. Boyu bosu hakkındaki bilgimi, Hüseyin Rıfat’a borçluyum.

Delikanlılığında zeybek elbisesi kırık pusat giyen Eşref, öyle sanırım ki biraz da bu güçlü kuvvetli yaradılışına uyarak o kılığa girmişti.

0, kendisini bize şöyle takdim ediyor. “O” derken, tabiî iç varlığını kastettiğimi söylemeye hacet yok. Bu tarifte Eşref, “kalemim” redifine sığınmıştır:

Kahr için hasmımı bir ra’d-ı kazadır kalemim

Lekeler zâlimi, püsküllü belâdır kalemim!

 

Karşısında nice erbâb-ı denâet titrer

Hâkim-i mahkeme-i hükm-ü cezâdır kalemim.

 

İşitince sesini sanma iki dilli düdük

Mürtekipler için âheng-i safâdır kalemim

 

Çok mu alçaklara âlemde çalarsam galebe,

Elde bayrak gibi ihsân-ı Hüdâ’dır kalemim

 

Sihirbazân-ı cihâne kesilir bir ejder

Sanki Eşref, yed-i Musâ’da asâdır kalemim

 

Şairin bu gazeli, Tanzimat’ın en büyük adamı Mustafa Reşit Paşa’nın:

Bi-mahâbâ reh-i nâ-refteye gitsem de var

Kahr-ı hasm etmek için elde asadır hâmem

 

matlalı eserine bir nazire gibi görünüyor. Fakat düşünülecek olursa, “kalem”in Reşit Paşa’dan ziyade, Eşref’in elinde korkunç bir kılıç parıltısı ile sıyrıldığı anlaşılır.

O, hiciv için doğmuştur. Hiçbir sebeple, hiçbir endişe ile ondan ayrılmadı. Yalnız bir kere dostlarının:

-    Sen hep beddua mı edeceksin. Ömründe bir kere de bir dua söyle! demeleri üzerine, meşhur “Şah ve Padişahını yazdı. Bu birkaç formalık manzumenin de garip bir talihi vardır. Eşref bunu yazıp bitirdikten sonra bastırmış ve Şah’a takdim etmek yolunu da bulmuştu. Fakat ne çare ki, tam bu sırada İran’dan gelen haberler Şah Muzafferüddin’in öldüğünü haber verdiler.

İşte o zaman Eşref, kendisine sataşan dostlarına İsplandit Palas’ta:

-    Kimseyi methetmezsin diyordunuz. Nasılmış bakalım? Kitabın masrafını hangi hamiyetli beylerim verecek? Size uyarak mesleğimi tebdil ettim. İlk defa olarak Acem Şahı'nı sena ettim, o da tutup ölüverdi! diye çıkışmış ve hemen şu kıtayı oracıkta karalamıştır:

Zuhur ettiyse methiyyem müessir zehri hücumdan

Değil bende kabahat bendeki baht-ı siyahındır;

 

Fütur etmem, asâ-yı sabra ettim ittikâ

Cihandan şâh gitti şimdi nöbet pâdişâhındır

Şah’a yazdığı methiyenin duası gerçekten güzeldi. Vaktinde yetişse, sahibinin eline geçseydi, mutlaka dolgun bir caizeye erecekti.

Eşref, Muzafferüddin’e:

Nasıl ta’yin-i müddet eylerim tahdid-i maksatla

İlâhi, sence varken her muhâlin vech-i imkânı;

Vefat kabızü’l-ervâhtan sonra uzun müddet Bu âlemde gönül sağ görmek ister Şâh-ı İrân'ı

diye dua etmiştir ki bu türlü kasidelerin hiçbirinde bu kadar güzel ve tatlı bir mübalağaya rastlanamaz.

Şairin nasıl yetiştiğini bilmiyoruz. Yaşadığı muhit, temas ettiği kimseler, bulunduğu işler, asla geniş tetebbulara imkân verecek, büyük ve derin öğrenişlere yol açacak şeyler değildi. Böyle olduğu halde, bazen onun öyle bir kıtasıyla karşılaşırsınız ki istidadının huzurunda hayretten donup kalmamak elden gelmez.

Meselâ Jandarma Efrâd-ı Cedidesi hakkında söylediği beyit bunlardan biridir. Şair şahlanan nefsaniyeti için:

Söylerim ehl-i kıyâm olduğunu 

Seni jandarmalara tuttururum!

tehdidini savuruyor. Kendi vadisinde bu eşsiz bir pırlantadır.

Yukarıda Eşref’in muhit ve imkân yoksulluğu içinde yetiştiğini anlatmış ve bazı parlak kıtalarının engin aydınlığı önünde hayretle irkildiğimizi söylemiştim.

Bir de bu adamın manevî zenginliklerin altın bir çağlayan gürlüğü ile aktığı bir yerde yetiştiğini düşünün. Bu yüklü miras, o harikulâde verimli beyin tarlasına, ne hudutsuz bir tohum halinde saçılacaktı. Ve biz bugünkünden kaç kere büyük, kaç kere yüksek bir sanatkârla karşılaşacaktık!

İnsan asıl bu türlü imkânsızlıklara, böyle talihsizliklere lânetler ediyor.

Nef’î, çağının en yüksek nimetine ermiş bir adamdı.

Şimşîr-i zebânımdan ehibbâ hazer eyler

der. Sağın, soluna kaza okları —Siham-ı Kazâ şairin hicivlerini topladığı kitabın adıdır. Matbu değildir. En muteber nüshası

Millet Kütüphanesi’ndedir- savurur, şiddetiyle meşhur bir hükümdarın huzurunda bile alabildiğine konuşurdu.

Fakat hicivlerinin çoğu adi küfürlerdir.

Pek azında, ancak yüzde üçünde, beşinde Eşrefin zarafeti göze çarpabilir. Nefî, divanının ortaya koyduğu fikir servetinden anlıyoruz ki zamanının bütün ilimlerine vakıftı. En yüksek muhitlerde yaşıyordu. Çağının maddî ve manevî hâzineleri içinde idi.

Bunlara şayet Eşref erseydi, hiç şüphesiz hicivde Nef’iyi ölçüsüz bir surette geçecekti.

Dedim ya, en büyük kabahat onun talihindedir. Onun talihsizliği ise, unutmayalım ki fertte kalmaz, koca bir milletin kapkara alın yazısı olur. Çünkü vatan büyük evlâtlarıyla beraber güler, beraber ağlar.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

SON EKLENENLER

Üye Girişi