Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL

Servet-i Fünun, İstanbul’daki bazı şahsiyetlere edebî saltanatları için taht olmuştu. Onun üstünde yükselmişler, istidat mermerleri, o kaidenin üstünde heykelleşmişti. Halit Ziya bunlardan değildir. Edebiyat-ı Cedide kurulurken, o zaten İzmir’de muhteşem üslûbunun örneklerini veriyordu.

Birçoklarının çırak gibi girdiği mecmuaya, Halit Ziya, belki küçük; fakat herhalde bir şöhret olarak geldi.

Onu ilk defa Yeşilköy’deki köşkünde gördüm. Halil Nihat, Fuat Köprülü falan hep birlikte gitmiştik.

Köşke, iyi bakımlı ve seçme çiçekli bir bahçeden giriliyor. Bizi, güneş aydınlığını yeşil bir abajur gibi süzen ağaçlar altında karşıladı. Geniş alnında, yapraklar arasından sızan ışıklar oynaşıyor, şakaklarında çoğalan beyaz telleri parlatıyordu.

Onu görünce, bilmem niçin, üstadın yarattığı Adnan Bey i düşündüm. Galiba gözlerinden ötürü, Halit Ziya’nın da gözkapakları yumuktur. Ve bakışları, kirpik saçakları altında biraz yumuşadıktan sonra, gelip size konuyor. Ne cana yakın bir gülüşü vardı. Ya konuşması! Halit Ziya’nın her gün bir sahifesi açılan en büyük eseri bu konuşmasıdır. Her beş dakikada bir sanat sahifesi doluyor sanırsınız.

Zengin hareketli bir vücudu var. Omuzlarında ak saçlarından umulmaz bir aşk fıkırtısı sezersiniz. Fakat hepsi öyle sıcak bir kibarlık tülüyle sarılmıştır ki hiç yadırgamazsınız.

O gün, çocuklarıyla Fransızca konuştuğunu işitince biraz incinir gibi olmuş, Uşaklıgil, Anadolu’nun göbeğinden fışkıran bir filizken, evinde başka dil niçin?” demekten kendimi alamamıştım. Söz, sonra bir aralık taze bir cinayete geçti. O günlerde bir karpuzcuyu öldüren bir polisin kanlı işi gazetelerde münakaşa ediliyordu.

Üstad ansızın köpürdü. Yumuk, yumuşak gözlerinde simsiyah bir alev parladı. Meğer şimşeğin karası daha korkunç olurmuş. O dudaklardan çıkacağını hiç ummadığımız sert, keskin bir sesle:

- Hem de diz çökmüş, tabancanın namlusunu koluna dayayıp öyle ateş etmiş alçak! diye haykırdı. Burun kanatları titriyor, yüzü allanıyordu. Bu noktayı geleceğin meçhul sanat tarihçisine armağan olsun diye anlatıyorum. Çünkü onun şahsiyetini tahlil edenler o nazlı ve ince eserleri yaratanın, içinde zaman zaman karakulağını sıyıran bir zeybek ruhu yaşadığını tahmin edemeyeceklerdir.

Ben onun birbirinden Himalayalar’la ayrı bu iki varlığını bir günde görmüştüm. Daha doğrusu, bir tesadüf göstermişti.

Gerçi Servet-i Fünun'un 313 Yunan Muharebesi için çıkardığı Nüsha-i Mümtaze’sinde ve daha sonra Bir Şi’r-i Hayâl'de Türk askerinin ruhunu tahlil eden hikâyeleri vardır. Fakat bunları okuyanlar, tahlil kuvvetini belki yalnız sanatkârlığına verecekler. Hâlbuki Halit Ziya’da ipekle örtülmüş, kadifelerle giydirilmiş bir efe ruhu dede mirasıdır.

Ona “Edebiyat-ı Cedide nesrinin babası” derler. Çağın nesrini o temsil eder.

Edebiyat tarihlerinin birleştikleri bu hükmü biz de benimseyebiliriz. Halit Ziya daha İzmir’de iken, nesrimize Tanzimatçılardan başka bir eda vermişti. Belki biraz çok süslü, pek saltanatlı bir üslûpla yazıyordu, ama itiraf etmeli ki, muhit bunu yadırgamıyor, bilâkis imreniyordu.

Romanı hayatın aynası sayarlar. Doğrudur. Fakat roman, tarih gibi halin hikâyesi, geçmişin kâşifi olduğu kadar geleceğin de mimarı olabilir. Nitekim Halit Ziya’nın eserleri kırk sene evvel İstanbul’da en derin tesirleri yapmış ve bu romanlar, cemiyetin sahnesinde, hayatın içinde oynanmıştır. Hem aktörler, aktörlüklerinin farkında olmadan.

Bihter’ler, Behlül’ler, Firdevs Hanım’lar Aşk-ı Memnu'un sayfalarından yere inmiş kahramanlardı. Hattâ bir dudağı yerde biri gökte, kıskanç kısrak çobanlar ile çevrilen saraylar bile bu taklitten kurtulamamıştı. Birkaç vals dönmesi ile odanın bir başından ötesine geçen Behlül delikanlıların ideali, genç kızların Prens Şarman’ı idi.

Lanson’un dediği gibi “sanatkâr bazen muhitini aşarak, yeni bir geleceğin müjdecisi olur.

Halit Ziya’nın nesri bugün eskimiştir. Fâzıl Ahmet, bu fikri söylemek için, “Firdevs Hanım’ın allıklı düzgünlü çehresi gibi!” der. Evet, zaman bu üslûbu da ihtiyarlattı. Fakat işte hâlâ, romancı Halit Ziya’yı, en başta görüyoruz. Roman tekniğine ondan sonra eklediğimiz hiçbir şey yok. Aşk-ı Memnu un iskeletindeki büyük güzelliğe bir bakınız: Aksayan bir tek yeri var mı? Kahramanların psikolojileri, hayatı görüş ve anlayışları, onların içinden seyredilmiş, beraber duyulmuş gibi değil mi? Sanat budur işte ve ancak bunu yapabilene sanatkâr derler.

Aşk-ı Memnu'dan sonra sağlam arsalı roman olarak ben, yalnız Damga'yı görüyorum.

Eserlerine gelince:

Halit Ziya, dağınık yazılarından Nemide ile kurtulur. Bu, küçük, yalnız gönül mihverleri etrafında dönen uzunca bir aşk hikâyesidir. Ferdi ve Şürekâsı'nda sanatkârın paraya değer verdiğini görürüz. Artık olgunlaşan kafası, kuru bir aşkla bütün bir romanın dolmayacağına inanıyordu.

İstanbul’la fikrî teması -çünkü kendisi İstanbul’da doğmuş ve ilk tahsilini Fatih Rüştiyesinde yapmıştır- bundan sonra başlar. Yenilik-eskilik kavgalarını, tâ “mesele-i mebhusetün anha ve matbuu’l-endam” münakaşalarından beri yakından takip ediyordu. Yeni şiirin, yeni sanat ve yeni fikrin zaferini alkışlamaya susamıştı. Mai ve Siyah'ta biraz da bu gayretin izi sezilir. O alkışlamak için eser beklerken kendisi yaratıp alkışlandı.

Aşk-ı Memnu'da onu bütün ihtişamıyla belirmiş bulduk. Bunda bir eseri saadete kavuşturmak için her şey vardı. Büyük bir düşünüş, derin ve muhteşem bir duygu kabında yoğrulmuş, sonra zamanın en güzel üslûp kalıbına dökülmüştü.

Kırık Hayatlar, Servet-i Fünun'da yarım kalmıştı. Üstâd onu Vakit te baştan ve tamam olarak çıkardı. Bu eser de tahlil kabiliyeti daha fazla; fakat okuyucuyu ürkütecek kadar derindir Aşk-ı Memnu ve Mai ve Siyah kadar meşhur olmayışının sebebi bu olsa gerek.

Halit Ziya’nın, Solgun Demet, Bir Yazın Tarihi, Bir Şi’r-i Hayâl isimli eserleri küçük hikâyelerden mürekkeptir. Küçük hikâye, belki küçüklüğünden ötürü büyük adamın himmetine lâyıkıyla erememiştir.

Hani bazı büyük kompozisyonlarla uğraşan dâhi ressamlar vardır. Pek seyrek olarak zorla portre falan yaparlar. Ben Halit Ziya’nın hikâye yazışını onlara benzetirim. Kartal nasıl kendini engin boşluklara atmadan uçamazsa, Halit Ziya’da da büyük bir mevzu ve geniş bir tahlille karşılaşmadan yüksek kabiliyetler görünmüyor.

Yalnız onda herkesin ibretle seyredeceği bir üstünlük var. Epey süren bir susuştan sonra birkaç seneden beri tekrar yazmaya başladı. Hem aynı eski zenginlikle... Zamanın dil ve estetik üstündeki tesirini bir de onda görmeli. O saltanatlı ve üçüzlü terkiplerin lehimleri çözülmüş, üslûp daha cana yakın, daha sıcak bir şey olmuş.

Bu arada genç istidatlara bir nasihat vereceğim:

Acaba, Halit Ziya, nasıl oldu da bu kadar uzun bir kalem boğuşmasından sonra hâlâ taze ve kuvvetli kaldı? Bunun cevabı, delili, şahidi bir tektir. Çünkü Halit Ziya zamanla birlikte yürüyen bir adamdır. Zamanla birlikte yürümek demek, olgun yaşımızda hayatın akışım bırakmamak, kendi telakkilerimize uymayan, inanışlarımıza aykırı düşen hareketleri de gözden uzak tutmamak demektir.

Üstâd kendini yenerek bunu yapmış bulunuyor. Zaman için yaşamak, hem yadırgamadan yaşamak büyük bir hazım kabiliyetinin işidir. Bu kabiliyeti ise adama felsefî kültür, fikir tarihine derin hululler verir. Halit Ziya eğer hâlâ yazıyorsa, kültürünün kuvvetiyle yazıyor. Birçoklarının tık nefes solumalarla daha yarısına varmadan durdukları sanat yolu, kültür akümülatörleriyle hiç farkına varılmadan geçilir. Üstâd işte bu bahtiyarlardandır.

HAKKI SÜHA GEZGİN EDEBİ PORTRELER

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi