Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

 

BİLGİ BUCAĞINDA

Ama epey zamandan beri Efruz Bey hiç bir tarafta görünmüyordu. Bucakta verdiği son konferansları hatırlayanlar onu Kâşgar'a gitmiş sanıyorlardı.

Ah hakikaten onlar ne konferanslardı! Bu meşhur konferanslar sayesinde değil miydi ki İstanbul'da yeni bir âlem doğdu. Yüz bin "Arnavut-köy akıntısı" kuvvetinde şedit bir cereyan başladı. Herkes anladı ki biz, yani İstanbul, biz Türkiye ahalisi, Türk değilmişiz!.. Bucağın salonu hıncahınç doluyordu. Efruz Beyin şaşaası içinde Capakçurlu, Manayof gibi en büyük, en dâhi Bucaklıların namı söndü. Türklerin millî büyük şairleri Emin Beyle,  gayri millî "Dâhi-yi Azimüşşan" ları Abdülhak Hâmid'in resimleri indirildi. Yerlerine Efruz Beyin, yollar kapalı olduğundan henüz gidemediği Petersburg etnografya müzelerindeki derin derin tetebbüleri neticesinde bulduğu hayır, bulduğu değil, keşfettiği millî Türk kıyafetiyle çıkarılmış-resimleri asıldı. Bu resimler tabiî büyüklükte idi. Bucağın reisi bunlara göre Efruz Beyin bir de heykelini yaptırmak istemiş, fakat o vakit Efruz Bey razı olmamıştı.

Her ne kadar Türkçülük mahfeline yeni girmişse de korkunç mucit zekâsı sayesinde yine onların siyasetini çakmıştı. Biraz akıllı, biraz istikbali parlak bir adam gördüler mi içlerinden "İşte bir rakip!.." derler, hemen onun fotoğrafını büyülterek salonun duvarına asarlardı. Sanırlardı ki fotoğrafı asılan Bucakçı artık en büyük mevkii ihraz ettiğine inanacak! Enayiler buna kanardı. Fakat Efruz Bey... Efruz Bey gibi bir dâhi budala mıydı? Resmi asıldıktan sonra da konferanslarına devam etti. Bucağın gayet nazik reisi:

—    Biraz fasıla versek, azizim korkuyorum ki Bucaklılar derslerinizden bıkacak, dedikçe o başını sallar, gülümserdi. Hangi Bucaklı onun derslerinden bıkacaktı? Her cümlesinden sonra daima bir alkış tufanı koparanlar mı? Kıvırcık kirpikli iri siyah gözlerini kırpıştırarak monoklünü düzelterek tekrar gülümser:

—    He, he aziz reisim, derdi, işi tabiata bırakınız; maksat onlara bir şey öğretmektir. Benden çalışmak! Bıkarlarsa bıksınlar. Dünyada zaten neden bıkılmaz? Bonboncunun çırağı birbiri üstüne iki bonbon yiyebilir mi? Fakat işi tabiata bırakalım. Ben derslerimden vazgeçmem. İsteyen gelsin, dinlesin, istemeyene tün aydın.."

Bu lafları söylerken içinden de derdi ki: "Ah Tıain reis! Beni bilmiyor mu sanıyorsun? Bütün Bucaklıların bana taptıklarını anlıyorsun. İhtimal gelecek intihapta beni reis yapacaklar. Sen iyot gibi açıkta kalacaksın. İstiyorsun ki şimdiden beni biraz unutsunlar."

Resmi duvara asıldıktan sonra artık reis onu dolaylıkla Bucaktan uzaklaştıramazdı.

Artık her sabah erkenden damlıyor, öğle yemeğini bile Bucakta yiyor, akşama kadar çay içiyor, konuşuyor, kendi ilmine, fiiline, malumatına dair propaganda yapıyordu. Onun bütün hayatını Bucakta geçirdiğini hizmetçilerden öğrenen reis, şaşar:

—    Fakat azizim, konferanslarınızı ne vakit hazırlıyorsunuz? diye sorardı.

—    Geceleri!

—    Hangi gecelerden bahsediyorsunuz?

—    Her geceden.

—    Fakat azizim, her gece, gece yarısına kadar burada konferans veriyorsunuz.

—    Gecelerin, yarısından sabaha kadar süren kısımda.

Reis bütün bütün şaşardı:

—    Öyle ise ne vakit uyuyorsunuz?

—    Ne uykusu?

—    Bayağı uyku, gece uykusu...

—    Aziz reisim, sen beni bir gümrük hamalı sanıyorsun. Ben dimağıyle yaşayan bir adamım. Ben geceleri hiç uyumam.

Reisin şaşması değişir, gözlerinin beyazı büyür, ağzı açık kalırdı:

—    Aman yarabbi bu nasıl olur? Hiç uyumamak, bu nasıl olur?

—    Pek tabiî. Yalnız gündüzleri on dakika kadar uyurum.

—    Her sabah erkenden Bucağa geliyorsunuz. Akşama kadar bir dakika uyuduğunuzu gören yok.

—    Tabiî böyle uyanık bir mahfelde uyuyamam. Evet, tramvaya bindiğim zaman Taksim'den geçerken dalarım. Galatasaray'da bilet kontrolcüsü uyandırır. Köprüye kadar tekrar dalarım. İşte benim uykum! Hâlbuki konferans hazırlamaya onun hiç ihtiyacı yoktu. O cahil miydi? Kitabı açıp okuyup söyleyenler pek cahillerdi. Kitaptan okuyup söyledikten sonra konferansçılığın ne ehemmiyeti kalırdı?

Kitaptaki olan şey zaten söylenmiş demekti, isteyen alıp okur yahut her kim isterse bu kitabı verir, okutturur, dinlerdi. Marifet, okumadan söylemekti. Fakat Bucakta bu hakikati bilen olmadığı için, Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu ediyor gibi gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof, âlim namlarını sık sık tekrarlayarak daima "asıl kendine ait fikirler" söylerdi. Meselâ bir meseleyi izaha başladı mı evvelâ derdi ki: "Efendiler, işiteceğiniz ders asla benim fikrim değildir, Dün gece tamamıyla okuduğum kitapları şimdi size sayacağım. Mehazım bu kitaplardır. Ben yalnız bu fikirleri terkip ettim. Zaten bir âlimin vazifesi de yalnız budur." Sonra en aşağı yirmi kitap ismi sayardı. Bucaklıların ona o kadar itimatları vardı ki içlerinden hiç biri, bir gece içinde tanesi en aşağı üçer yüzer sayfalık yirmi kitabın, yani altı bin sayfanın okunamayacağına akıl erdiremezdi. Efruz Beyin kütüphanesinde kataloglar hemen hemen büyük iki raf işgal ederdi. Her gece yatmazdan evvel bu kataloglardan birkaçını açar, tetebbu ettiği müelliflerin, eserlerinin ismini yazar, diğer defa yine bu müelliflerden bahsetmemek için katalogdan isimlerini iyice silerdi. Hatta bazan yevmî gazetelerde kendine reklâm yaparken: "Ben şimdiye kadar dört yüz bini mütecaviz tarih kitabı okudum, ilâh..." diye istemeye istemeye, her vakit iddia ettiği tevazuuna rağmen, kendinden başka Türkiye'de âlim bulunmadığını söylemeğe mecbur olurdu. Ah, fakat kıskançlık... İşte insanlığın en kötü bir kusuru... her âlim gibi onu da kıskanmağa başlamışlardı. Kıskananların başı, birincisi, reis, aynı zamanda Bucağa reis olandı. Onun derslerine mani olmak için mütemadiyen planlar kuruyor, sanki bir darülfünun, bir lise imiş gibi Bucakta da yaz tatilini kabul ettirmeye çalışıyordu.

—    Yaz tatili ne demek? diye Efruz Bey hemen itiraz etmiş; dört gece sıra ile yaz tatilinin fenalığına, lüzumsuzluğuna, dine mugayir olduğuna dair serbest dersler yermişti, beşinci gece birçok âyet, hadis, Arapça cümleler okuyor, derin derin tefsirler yapıyordu. Meselâ: "Utlub-ül ilme velev bissîn" diyordu.

—    Evet, bu ne demektir? "ilim, Cinde bile olsa gidip bulunuz, isteyiniz, öğreniniz." değil mi? Pekâlâ Çin'e gitmek için iki yol vardır. On sene evvel okuduğum otuz bin sayfalık kocaman ve "siyah kaplı bir coğrafya kitabında bu yollara ait pek mühim malumat edindim. Biri İstanbul, Erzurum, Tahran, Kaşgar, Tibet, Mançuri yolu! Diğeri İstanbul, Marsilya, Cebelüttarık, Liberya, Ümit Burnu, Madagaskar, Zengibar, Avusturalya, Filipin, Formoza, Şangay yolu. Laf arasında unutmayayım, size fazla malumat olmak üzere söyleyeyim; Filipin'de pek derin fıkıh, ilahiyat âlimleri bulunduğunu müsteşrikler müttefikan beyan ederler. Bahsimize gelelim: Bu yollar ancak yazın işler. Kışın fırtınalar, tayfunlar münasebetiyle seyahat mümkün değildir. Hâlbuki biz yaz tatilini kabul edersek zımnen Çin'e gitmek imkânını da kaldıracağız. O halde ne olacak? "İlim Çin'de olursa, yaz tatili münasebetiyle gidip onu aramayınız. Bulmayınız. Cahil kalınız!" değil mi? Düşününüz efendiler, bu ne müthiş bir küfürdür. Bundan başka...

Bucaklıların alkış tufanından salonun havası sarsılıyor, elektrik lambaları titriyor, duvarda meşhur dâhilerin resimleri sallanıyordu:

—    Lanet olsun yaz tatiline! Lanet...

Reis, Efruz Beyin galebesinden sapsarı kesilmişti. Bu Türklerin Çiçeron'u idi. En tabiî bir fikri küçük bir ima ile dâhiyane bir mantık ile silip süpürüyor, en basit hakları korkunç cinayetler gibi gösteriyordu. Efruz Bey monoklünü çıkarmış, önüne bakıyor, alkışın nihayetini bekliyordu. Fakat bu alkış durmadı. Aynı zamanda müthiş§ bir hatip olan reisin sesi işitildi:

—    Muhterem arkadaşlarım, efendilerim. Burada biz pek ziyade hissiyatımıza tâbi oluyoruz. Parlak sözlere kapılıyoruz. Hâlbuki hakikat parlak sözler değildir. Mantıktır, muhakemedir. Efruz Bey:

—    Sözümü kesmeyin Reis Bey, diye haykırdı. Ben bitireyim, sonra kürsüye çıkınız. Burası hürriyet ve serbesti Bucağıdır. Burada herkes söz söyleyebilir. Yalnız mantıktan, hakikatten ayrılmamak lâzımdır. Kimse kimsenin sözünü kesemez. Burası sizin eviniz yahut mektebiniz değildir. Siz reissiniz, yalnız o kadar...

Reis bu feveran karşısında korkup susuverince Efruz Bey yine ilmî itirazına devam etti:

—    Reis Bey diyor ki: "Parlak sözlere kapılıyoruz. Hakikat parlak sözler değildir." Ben de bunu tasdik ederim. Fakat benim sözlerim asla parlak değildir. Benim sözlerim kurudur. Mantıkîdir, İlmîdir, fennîdir; fakat asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam. Beni mantıkla, ilimle cerh etmeli. Evet ne diyordum?..

Bucaklılar Efruz Beye mevzuunu hatırlattılar:

—    Lanet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.

—    Ha... Evet, yaz tatili..- Tabiî siz hepiniz talebe genç olmak itibariyle benden iyi biliyorsunuz ki "Utlub-ül ilime min el lâhdi ilel mehd" değil mi?

—    Evet, evet......

—    Şüphesiz.

—    Yaşayın. Yaşayın...

—    Sükûnet ister! Hissiyatınızı nidalarla dışarı vurmayın! Bu, hayvanlara mahsus bir zihniyettir.

Sakin olun. Evet bunun manası "Daima mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz" demektir. Eğer yaz tatili meşru olsa "yaz tatilleri müstesna olmak üzere mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz" demek icap ederdi. Sobanın yanında oturan Reis Bey birdenbire hiddetlendi; ayağa kalktı. Herkes deli oldu sandı. Hızla kürsüye doğru koştu. Bucaklıları eziyor, bazan kendi yere yuvarlanıyor, kalkınca sıçrayarak omuzlarından aşarak Efruz Beye atılıyordu. Bir suikaste maruz kaldım zanneden Efruz Bey hemen eğilmiş kürsünün içine saklanmıştı. Reis boş kalan kürsüye fırladı. Ağzını açtı. Artık Efruz Bey görünmüyordu.

—    Efendiler, kardeşler, muazzez Bucaklılar, şarlatanlık oluyor, bir şarlatan, evet Bucaklılar bir şarlatan tâ Turfan tepelerinden kopan Altayî bir çığ gibi bizim üzerimize çökmüş, bizi aldatıyor. Bucaklılar, bizi aldatıyor.

Kürsünün içinden, derin derin "Haşa! Haşa! Haşa!" sesleri geliyordu. Reis devam etti:

—    Evet, aldanıyoruz, Bucaklılar, aldanıyoruz. Meselâ bu şarlatan "Utlub-ül ilme min el mehdi ilel lâhd" diyecek yerde "Minel lâhdi, ilel mehd" diyor. Bu haşa huzurunuzdan uzun kulaklı bir mahlûka yakışacak derecede ağır bir hitaptır. Bundaki mana farkını anlıyor musunuz?

Bucaklıların en ön sıralarda oturan en ateşlileri:

—    Hayır, anlamıyoruz. Biz Arap mıyız? diye mukabelede bulundular.

—    Vakıa değilsiniz. Anlamak vazifeniz değildir. Fakat ders vermek iddiasını güden bir âlim bunu bilmelidir. Bu şarlatan evvelâ bunu yanlış söyledi. Hiç olur mu efendim, "mezardan beşiğe kadar?..." Hayır, "Beşikten mezara kadar..." olacak. Yani "İnsan doğduğu zamandan öleceği âna kadar" demektir. Bizi hemen iki seneden beri aldatan bu şarlatanı nihayet İşte böyle cürmü meghut halinde yakaladım. Arapça bilmiyor. Sonra "mezardan beşiğe kadar" yani "ölümden doğmaya kadar" diyecek derecede mantıksız bir cahil..

Bütün salon bu "cürmü meşhut" karşısında sessiz kaldı. İki senedir tapındıkları mabutları İşte böyle kazara devriliyordu. Bucağın bu anda ruhuna, hissiyatına ancak Frenklerin "muvman kritik"  dedikleri terkibi tercüman olabilirdi. Reisin gözleri parlıyordu, İşte nihayet hasmını yere sermişti. Fakat.

Fakat yere serdim sandığı hasmı yavaş yavaş bacaklarının arasından yükseldi. Kafasını meydana çıkardı. Bir eliyle reisin omuzunu tuttu. Diğer elini Bucaklılara uzattı:

—    Hiç biriniz kımıldamayın. Ey reis, sen de kımıldama. Artık sen manen öldün.. Çünkü cehaletin fena halde meydana çıktı. Ey Bucaklılar, iki dakika beni dinler misiniz? Bunu vadediyor musunuz?

Reis omuzundaki Efruz Beyin eline şiddetle vurdu:

—    Hâlâ şarlatanlık, hâlâ şarlatanlık.

—    Şarlatan sensin!. —Sensin.

—Sensin. —Sensin.

—    Artık bu kürsüde laf söylemeye senin hakkın yoktur.

—    Senin hakkin yoktur.

Efruz Beyle reis birbirlerinin boğazlarına sarıldılar. Bucaklıların kürsüye çıkmaları "dahilî nizamname" ile menolunduğu için gidip ayıramıyorlardı.

—    Bu, beni tahkir!

—    Asıl beni tahkir!

—    Düello...

—    Tenezzül etmem..

Bucağın kahvecisi reisi kurtarmak için hemen arkadan fırladı. "İki çay parasını inkâr etti" diye Efruz Beye zaten garezi vardı. Kürsüye koştu. Efruz Beyi boğazından yakaladı, yere indirdi. Yere inen Efruz Bey hâlâ metanetini muhafaza ediyordu. Avazı çıktığı kadar:

—    Hak, hakikat boğuluyor, ey Bucaklılar. Bana müsaade ediniz. Çıkayım haklı olduğumu söyleyeyim. Eğer reis haksızlığına emin değilse buna mani olmasın. Ben söyleyeyim, o da söylesin. Siz hükmediniz. Siz hakem olunuz, burası Engizisyon olmasın. Viktor Hugo hazretlerinin dediği gibi "Müsademe-i hakikat barika-i efkârdan doğar."

Salonda büyük bir gürültü koptu. Ekseriyet Efruz Beye taraftardı. Zaten reİşten bıkmışlardı. Bu adam her şeye karışıyor, kendisinden başka söz söyleyene meydan vermiyor, konferansları kesiyor, her şeyi piç ediyordu. Daima fikri "Hep ben hâkim olayım" idi. Hem demek onun maksadı orada, köşede, büyük beyaz sobanın dibinde sakin sakin oturup konferans dinlemek, istifade etmek değilmiş. Pusuda imiş! Efruz Beyin küçük bir hatasını yakalar yakalamaz aç kurt gibi atıldı. Evet, ekseriyet Efruz Beye taraftardı. Çünkü Bucağın daimî misafiri olan Rusyalı talebe Efruz Beye "Bizgim Tolstoygumuz!" derlerdi. Efruz Bey gündüz fikirlerini propaganda ederken onlara: "Asıl Türkler sizsiniz. Türkiye Türkleri Türk değildir. Dejeneredirler. Biz medeniyeti sizden alacağız. Hepimiz Tatar olacağız. Kazgan'da, Orenburg'da çıkan âlimlerin bir tanesini Türkiye yetiştirebilmiş mi? Hatta Rusların terakkisi bile sizin yüzünüzdendir." derdi. Sonra bu ilim fikrine gayet amelî bir proje de ilâve ederdi:

"Ben Bucağa reis olursam evvelâ burasını resmî bir akademi gibi hükümete kabul ettiririm. Sonra size yalnız oda, yatak değil, günde dokuz defa da yemek verdiririm. Hepinizi millî akademiye maaşlı tabiî âza yaparım." İşte böyle propagandalarla Bucağın Tatar kısmını, şimal kuvvetini kendine temin eden Efruz Bey öyle, şüphesiz bir cahilliği meydana çıktı diye kürsüden vazgeçemezdi. Bağırdı, çağırdı. Salonda belki cinayetler olacaktı. Nihayet reisle Efruz Bey ayrı ayrı dinlenilmek şartıyle musalâha yapıldı. Herkes yerine oturdu. Efruz Bey:

—    Evvelâ ben söyleyeceğim, sıra bendedir, diyerek kahvecinin darbesiyle beş dakika evvel yuvarlandığı kürsüye tekrar muzafferane çıktı:

—    Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Eğer ben şarlatan isem beni bir daha bu Bucağa koymayınız. Fakat reis şarlatan ise... ben ondan bir şey istemiyorum. Yalnız onun şarlatanlığını, bana haksız hücum ettiğini ispat edersem bana tarziye verir mi?

Reis hakkından emin olanlara has bir tereddütsüzlükle:

—    Veririm, veririm, ispat et bakalım, diye haykırdı.

Bütün salonun üzerinde ne kesif bir "ezmine-i tenkıdiye"   havası dalgalandı. Herkes merak ediyordu. Bu kadar sarih bir hatadan Efruz Bey nasıl yakayı sıyıracaktı?

—    Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Benim için reis "Arapça bilmiyor" diyor. Bunu reddederim. Vakıa bir Türk için bu bir kusur değildir. Fakat ben mükemmel Arapça biliyorum. Araplar benim kadar Arapça bilmezler.

Reis kendini tutamadı, güldü:

—    Bu nasıl olur?

—    Bayağı olur. Çünkü Araplar benim gibi İbranîce bilmezler. Ben İbranîce de bilirim. Sair lisanların hepsini bilirim.

Reis yine kendini tutamadı:

—    Ne malum?

—    İsteyen imtihan edebilir. Benim bu lisanları bildiğim her ne kadar Türkiye'de meçhul ise de Avrupa'da öyle değildir. Herkes beni tanır. Hatta Max Nordau  müşküllerini hal için bana mektup yazar. Yarın onun İbranîce mektuplarını getirir hepinize gösteririm.

Ne ise sadede gelelim. Evet, ben Arapça pek iyi bilirim. Söylediğim sözü de biliyorum. "Min-el lâhdi ilel mehd" dedim, yani "mezardan beşiğe kadar." Bu sözde reis bir yanlış var zannetti. Sonra inkâr etmemesi için tekrar bunu kendisine soracağım, cevabını hepinizin huzurunda tekrar aldıktan sonra benim doğru söylediğimi, onun bu sözümü anlayamayacak kadar cahil olduğunu ispat edeceğim. İşte reis bey, size soruyorum. "Min-el lâhdi ilel mehd" yanlış mı?

—    Evet yanlış.

—    Sonra pişman olacaksınız. Buna emin misiniz ?

—    Herkes gibi eminim.

—    Pekâlâ! Bucaklılar. Ey Darülfünunun sıralarında dirseklerini çürüten, geceleri dağ gibi büyük kitaplar üzerinde gözlerinin nurlarını solduran gençler! Size hitap ediyorum. Çünkü reis söyleyeceklerimi anlamaz. İşittiğime göre hiç mektep görmemiştir. Mantıkta bir "tahlil, terkip" vardır. Biliyor musunuz?

Bucaklıların zaten bundan başka bildikleri şey yoktu: bağrıştılar:

—    Biliriz.

—    Bir de "istidlal, istikra" vardır. Biliyor musunuz?

—    Biliyoruz.

Reis aptallaşıyordu. Çünkü o, vaktiyle mantığı inkâr etmiş olan bir nesle mensuptu. Mantık, hep laf, hep boş sözdü.

Cevabına güzel bir zemin hazırlamak için -mutadı veçhile- yanında duran genç bir Robert Kolejli'ye yavaşça sordu:

—    Bu "istidlal, istikra" ne demek?

—    Galiba "gitmek, dönmek" olacak. Efruz Bey yumruğunu kürsüye vurdu:

—    Pekâlâ... İstidlal mebdeden neticeye doğru yürümektir. Bu, riyaziyata mahsustur. Riyazi meselelerde bir mebdeden kalkarız, derece derece neticeye ineriz. Fakat tabiî ilimlerde iş değişir. Tabiat sahasında usul "istikra" ya istinat eder. İstikra neticeden "mebde" e çıkmak demektir. Anlıyor musunuz?

—    Anlıyoruz.

—    Anlıyoruz.

—    Su gibi anlıyoruz.

—    Pekâlâ; gürültü yok! İçtimaî hadiselerin ilmine "içtimaiyat" derler. Bu ilim, tabiî ilimlerden sayılır. Demek bunda usul, istikra, yani "netice"-den "mebde" e doğru çıkmaktır. Ben zaten bahsediyordum. Yaz tatilinden! değil mi? O halde bu riyazî bir hadise değildir. Ya nedir? Şüphesiz içtimaî, yani tabiî bir hadise! Pekâlâ demek ki içtimaî ve tabiî bir usulü takip etmekliğim icap ediyordu. Eğer "beşikten mezara kadar" demiş olsam "mebdeden neticeye doğru" yürümüş olacaktım. Sözüm büsbütün cahilane olmazsa da tam ilmî bir mahiyeti, haiz bulunmazdı. Çünkü ben riyaziyattan bahsetmiyordum. Onun için "mezardan beşiğe kadar" dedim. Yani neticeden mebdee doğru yürüdüm. Reis Bey cahil olduğundan bunu anlamadı. Fakat ben onun cahilliğini affederim. Çünkü bu hal pek tabiî, pek içtimaî bir hadisedir. İnsan ne kadar tabiî kalırsa o derece cahildir. Bizde ne kadar tabiîlik varsa hepsi cahillikten gelir.

Bucakta ıstılahların büyük bir icazı vardı. Evvel zamanda nasıl âyet, hadis olmayan bir Arapça cümle müthiş bir kuvveti haiz ise bugün de -hatta hiç tarifine ihtiyaç gösterilmeyen- rastgele bir ıstılah aynı korkunç, müthiş kuvveti haizdi. Kalbur samanda iken âyet, hadis: olmayan bayağı Arapça bir cümlecik ile koca bir padişah bir imparator nasıl kesilirse bugün de hakikatte manası olmayan atmasyon bir ıstılah ile en mufassal mesele halledilir, en meşhur bir adamın cehaletine hükmedilir. Yani manen kafası kesilirdi. Efruz Bey İşte bu ıstılah cellâtlarından biriydi, münakaşaya girişti mi ıstılahlar atmaya başlar, bu atılan şeylerin karşısında kırk ikilik gülleler gibi hiç bir mantık, malumat blokhavzı dayanamazdı. Reis de artık söyleyeceğini bütün bütün şaşırmıştı. Ne cevap verecekti? Yapılan "ilmî istikra" imiş! Ellerini ovuşturmaya başladı. "Evet, Ocaklılar, evet kardeşler... muazzez refiklerim." Yutkunuyor, fakat arkası gelmiyordu. Göğsünü hemen otuz santimetre daha kabartan Efruz Bey tekrar kürsüye vurdu:

—    Ey Reis Bey tarziye ver bakalım.

Derin bir sükût! Bütün gözler kürsüden Reis Beye, Reis Beyden kürsüye... Hiç ses, şada yok. Mağlûbiyet müthiş! Ezici! Ani....

—    Ey Reis Bey, tarziye ver bakalım.

Bucaklılar arasında tehditkâr bir fısıltı... "Ne demek! Vermeli, vermeli ya... Bu haysiyet meselesi.."

Efruz Bey, Reisin feci haline dayanamadı. Gayet âlicenaptı. Bu âlicenaplığı İstanbullular tarafından maskara edilen o hakikî asaletinden ileri geliyordu. Bir anda ecdadı, Kızıl Hanlar gözünün önünden geçti. Büyük babası Tanrı kendinden daha küçük ilâhları, olanları affetmez miydi?

—    Ma'raz-i hacette sükût ikrardan gelir, diye haykırdı. Reis Bey sizi tarziye vermiş addediyorum. Sıkılmayınız, bir daha bir âlime itiraza kalkmayınız.

—    Teşekkür ederim.

—    Estağfurullah.

Yine bir alkış tufanı koptu. O gün celseye böyle nihayet verildi. Bucak yaz tatilini reddetti. Temmuz, haziran aylarında da içtimalar olacaktı. Reis Bey bu kahkarî hezimetinden sonra Efruz Bey tehlikesini anlamıştı. Efruz Bey, duvara resmi asılmakla iktifa edecek bir tip değildi, İşte o vakit onun heykelini yaptırmak emeline düştü. Bu heykel eski çini taşlarının dökülmesinden hâsıl olma bir sima ile yapılacaktı. Enliliği, boyu Türklerin mukaddes âdetlerine müsavi olacaktı; eni beş, boyu dokuz metre..

Bunu işittiği zaman Efruz Beyin monoklü tam on dört büyük adım, yani beş ile, dokuz metre ileriye fırladı.

—    Ne?

—    Bu, en büyük şan, en büyük şeref! deniliyordu.

—    Ne?

Efruz Bey budala mıydı? Başını salladı. Alkışçıların yerden alıp kendine verdikleri monoklünü gözüne iyice yerleştirdi.

—    Yaşayan adamın heykeli yapılmaz! diye haykırdı.

O aptal mıydı? Kurnaz reis onu sağken taş haline getirecek, donduracaktı. Ürktü, manevî, sebepsiz bir korku, soğuk bir ürperme rüzgârı gibi topuklarından yukarı yürümeye başladı. Safa ile Cefa masalında Cefa'nın nasıl taş kesildiğini hatırlıyordu. Evvelâ dizlerine kadar, sonra göbeğine kadar, sonra boğazına kadar... Sonra...

—    Yaşayan adamın heykeli yapılmaz.

Efruz Bey şiddetle bu şerefi reddetti. Bir an gözünün önüne heykeli geldi. Demek artık Bucak'ta kendisi bir zâir mesabesinde kalacaktı. Herkes gibi mahcubane girecek, yavaş yavaş heykeline yaklaşacak, herkesle beraber kendini seyredecekti ha. Bu ne korkunç bir haldi! Öldükten sonra, ruhumuzun havaya uçarken bir kere dönüp yatakta kalan soğuk ve sarı nâşımıza yabancı bir nazarla bakması gibi.

* * *

Efruz Bey, Bucaktan yaz tatilini kaldırmaya muvaffak olduktan sonra haziran, temmuz, ağustos aylarında geceli gündüzlü konferanslarına devam etti. Bu konferanslara Bucakta serbest dersler denilirdi. Bunlar birkaç seriden ibaretti.

Efruz Bey tamamıyla değişmişti. Bugün, dün söylediklerinin zıddını anlatıyor, yarın büsbütün başka fikirler ortaya atıyordu. Hareli bir kumaş gibi mütemadiyen rengini değiştiriyor, ama muayyen iki üç renkten harice çıkamıyordu. Bucaklılar:

—    Efendim, dün buyurmuştunuz, deyince:

—    Evet, inkâr etmiyorum. Fakat bugün de böyle buyuruyorum, diye mukabele ederdi: "Dün gece okuduğum kitaplar fikrimi değiştirdi. Ben eşek miyim, sizin gibi daima bir fikir üzerinde ısrar edeyim!.."

İlk derslerde yeni lisancılarla eski lisancılara hücum ediyordu:

—    Türkçe, Türkçedir, diyordu, birtakım türediler, (affedersiniz Bucaklı kardeşlerim, bu türedi tâbiri benim değil, en büyük bir Türkçünündür. Ben yalnız tekrarlıyorum.) evet birtakım türediler bir vakit ortaya bir iddia fırlattılar. Hakikî canlı lisan, konuşulan usanmış! İstanbul Türkçesi imiş! Bu konuşulan tabiî lisanla yazmak kâfi imiş! Düşününüz böyle bir ihtimal kabul olunursa herkes muharrir oldu demek! Herkes kalemi eline alınca yazmaya başlayacak! Fransızlar, Almanlar, Bulgarlar gibi... Ayrıca lügat öğrenmeye, kaideler öğrenmeye lüzum yok. Âlâ terkib-i vasfî, vasf-ı terkibiler, Arapça, Acemce zarflar, edatlar, o güzelim cemi mükesser kaideleri hep cicos ha? Böylesi olmaz! Yeni li-sancılar işin kolayına gitmek isteyen birtakım tembel cahillerdir. Bir şey öğrenmesinler, kulaktan, hayattan öğrendikleriyle iktifa etsinler!.. Bununla beraber ben eski lisancılarm da aleyhindeyim.

Onların işi de, yeni lisancılarınki kadar değilse de, yine kolay... Alâ kafiye lügatleri... Koca koca vasf-ı terkibi, terkib-i vasfı defterleri! Bir şey icap etti mi hemen defterlerini açarlar, parlak terkiplerden her cümlenin içine birkaç tane atarlar. Alaşağı! İşte sana mükemmel bir eser... "nahüda-yı hüda naşinas, ahkümekâr, nahcir, şiriyetken, yed-i ahenin" ilâ ahırıhi vel-baki ve gayrihim.

Eski lisancılarm en âlimlerinden merhum Ahmet Şuayb'in metrukâtı içinden büyük bir "Arapça, Acemce terkip" defteri çıkmıştır. Anlaşılıyor ki yazıları kendisi yazmadan birkaç sene evvel, Gaston Deschamps tarafından çalınıp "La vie et leş livres" yani "hayat ve kitaplar" unvanı altında neşrolunan, büyük âlimimiz o parlak terkipleri hep bu defterinden çıkarıyormuş. Diğer eski lisancılarm da böyle mükemmel, büyük terkip defterleri olduğu rivayet olunuyor. O halde meslek zannolunduğu kadar güç değil. Ben de, siz de pekâlâ yapabiliriz. Ne derin bir say, ne nihayetsiz bir tetebbu ister!.. Ah, hele o yeni lisancılar... Bunların ismini anınca sinirlerim oynar. Söylendiği gibi yazmak kolaylığın adını "tabiîlik" koymuşlar. Hâlbuki sanat sunîdir. Tabiatın gayrıdır. Haricîdir. Her "tabiî şey" âdi demektir.

... Ders devam ettikçe Bucaklılar "Yaşasın, yahut kahrolsun lügat" diye haykırışırlardı. Efruz Beyin lisan hakkındaki fikirleri onlara pek mülayim, pek ilmî geliyordu: Asıl Türkçe, en eski Türkçedir!.. "Her lisan kendi cezirlerinden değil, tasarruflarından mürekkeptir." düsturu reddolunuyor, "Her lisan kendi cezirlerinden ibarettir." hakikati kabul olunuyordu. Efruz Beye göre Türkçedeki lahikaların hepsi "edat"di. Bunları artık serbest serbest kullanabilmeliydik. Meselâ "eldiven" kelimesi... Buradaki "diven" bir edattı. Çoraba pek güzel "ayakdiven" diyebilirdik. Lisana, hatta konuşma lisanına ne kadar Arapça, Acemce, Frenkçe kelimeler girmişse hepsi atılmalıydı. Türkçesi olmayan, Tatarcadan, Moğolcadan alınıp Türkçe lahikalarla birleştirilmeliydi. Meselâ geceye tün, merkebe bingeç denmeliydi. Birkaç ders içinde Efruz Bey lahikalarla yüzlerce kelime uydurmuştu. Bucaklıların bunları kabul edip ezberlemesi kâfiydi. Sonra Efruz Bey bunu hükümete asıl resmî, millî lisan diye kabul ettirecekti. Hükümet emreder etmez bütün ahali bülbül gibi beş bin sene evvelki Kıpçak, Uygur Türkçesini konuşmaya başlayacaktı. Bucaklılardan biri:

—    Bu mümkün olabilir mi? diye bir şüphe gösterince Efruz Bey taştı:

—    Niçin olmasın? Sizin imanınız yok. Hâlbuki her iğin başı imandadır. İnsan uçacağına iman etse serçe kuşu gibi uçar. Nitekim Aynaroz'daki papazlar uçacaklarına iman ettikleri için uçarlar. Hazreti İsa Efendilerinin yanına giderler. Hâlbuki ne kanatları vardır, ne de uçkuçları...

—    Ne efendim, ne?

—    Uçkuç..

—    Uçkuç ne?..

—    Tayyarenin Türkçesi.. Hatta ben seyahatim esnasında Aynaroz'da bir papazın havaya uçtuğunu, şu size bakan gözlerimle, gördüm. Yemin ederim. Elinde teşbihi vardı. Salladı. Derin bir haç çıkardı. Göğe baktı. Tıpkı bir esir gibi yavaş yavaş havaya yükseldi. On dakika sonra havada bir sinek gibi görünüyordu. Yarım saat sonra bir nokta kadar bile görünmedi.

İşte orada siz imanın kuvvetini görmeliydiniz.

Şimdi siz de Türkçenin en eski Türkçe olduğuna iman ederseniz iş bitti demektir.

Bütün Bucaklılar asıl Türkçenin en eski Türkçe olduğuna hemen iman ediyor, şehadet getiriyorlardı. Uygurca, Yakutça, Mongolca kelimeler havayı dolduruyor. Herkes beş on bin sene evvelki lehçelerle şakıyordu. Manaya kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Fakat sesler, sadalar oldukça iptidaî idi. Eğildi, kürsünün yanında bir grupun konuşmasına dikkat etti. Pek lâtifti:

—    İskacı itgam mağay?

—    Tangırgiz garcudağez..

—    Minkir taçgam orakza minkütati.

Atılbik kişinin tura kütardilar.

Tışka çıkalgım.

Tukima birsayı nodon birla tüzletim.

İşte Türkçe buna derler. Efruz Bey hemen kürsüden atladı. Arzu ettiği eski Türkçeyi konuşan Bucaklıların ellerini sıktı:

—    Kut itargam, kut itargam.. (tebrik ederim, tebrik ederim.)

Boyunlarına sarıldı. Hepsini öptü. Öyle yanık bir milliyetperverdi ki milliyetinin bu ani, bu mu-cizekâr tezahürü ona inci gibi gözyaşları döktürdü. Ağlıyordu. Evet, demek ki herkes hiç olmazsa her Bucaklı asıl lisanını biliyormuş! Tarihî Türk grameri hepsinin sinesinde gömülü imiş!. Henüz kendisi (z) lerin (s), (e) lerin (g) olduğunu, yirmi sekiz harfin asıl esası "ga, gu, ti, giz, yiğ, gaç" hecelerinden, iştikaklarından ibaret olduğunu anlatmamıştı. Ama buna hacet var mıydı? Pekâlâ, doğru olarak konuşuyorlardı. Tekrar kürsüye fırladı. İki yumruğunu birden sıraya vurdu. Çıngırağı kaptı. Hızlı hızlı salladı. Asıl eski Türkçe fırtınasının çakıllı çukullu gürültüsü dinince aynı lisanla:

—    Buğcağlılar! dedi.

Fakat Bucaklıların hepsi lafını anlamadı. Bunu pekâlâ sezdi. Çünkü kendi daha eski, gayet eski bir şive ile söylüyordu. Bir kere de bugünkü İstanbul Türkçesiyle tekrarladı:

—    Bucaklılar! Şimdiden sonra derslerimize bu eski Türkçe ile devam edeceğiz. Yarına kadar hepiniz bilmediğiniz sigaları, lügatleri öğrenmelisiniz.

Zavallı Bucaklıların hepsi, hatta o gece, tıpkı Efruz Beyin tetebbuatını yaparken sarf ettiği cent gibi fevkalbeşer bir kuvvet, bir dikkat sarf ederken yüz binlerce kelime, siga falan öğrendiler. Fakat yazık ki bu korkunç zahmetleri pek boşuna gitti. Çünkü ertesi akşam Efruz Bey değişmişti. Dün geceki basit fikri bu akşam mürekkeplisinin aksa-sını geçmişti.. Kürsüye çıkınca bermutat:

—    "Yaşayan değişir" hakikatini savurdu; evet Bucaklılar, ben sizden ayrıldıktan sonra dün gece ölmedim. Yani uyumadım. Yaşadım. Yani okudum. Tamam yüz yirmi cilt kitap okudum.

Arka taraflardan:

—    Anlamıyoruz, anlamıyoruz. Türkçe söyleyin!

İtirazları işitildi.

—    Pekâlâ anlarsınız. Şimdiye kadar eski Türkçe ile konuşmuyordunuz ya? Bu akşam onu size söyleyeceğim ki asıl cezirlerinden mürekkep bej bin sene evvelki Türkçe, tasfiyecilerin mefkûresi olan bu mübarek lisan artık bugün konuşulamaz. "Niçin" diye soruyorsunuz?

Seciyeleri, mütemayiz vasıfları "iman, itikat" olan Bucaklılar yine hiç seslerini çıkarmadılar.

—    Sormuyorsunuz, susuyorsunuz. Ama ben size söyleyeceğim. Niçin? Çünkü asıl Türkçe basittir. "Basit" hakikat olamaz. Hayaldir. Hakikat mürekkeptir. Öyle ise hakikat olabilecek lisan mürekkep olan lisandır. Biz fevkalâde mürekkep bir lî-sana taraftar olmalıyız.

—    Evet, evet...

—    Bu çok doğru...

—    En doğrusu buydu...

—    Yaşasın Efruz Bey!

—    Varolsun..

Ve ilâh...

Şimdi bütün Bucaklılar "mürekkep lisan" taraftarı idi. Efruz Bey fahrî talebelerinin bu temayüllerini keşfettiği için sevindi. Mürekkep Türkçe için bütün umdelerini birkaç derste anlattı. Yine evvelâ yeni lisancılardan ayrılıyordu. "Onlar her ne kadar şimdiye kadar lisana girmiş Arapça, Acemce, Frenkçe kelimelerin ipkasına taraftarlar ise de Türk harfinin haricindeki ecnebi kaideleri kabul etmiyorlar. Millî Türk harfinin tamamiyetini istiyorlar. Hâlbuki bu da bir cihetten basitçilik sayılır." diyordu. Onun fikrince Türkçe: "Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca, Rumca, Latince" lisanlarından mürekkep mükemmel bir lisan olmalıydı. Ecdadımız Arapça, Acemce kaideleri çok kullanmışlardı. Her ne kadar bunlar konuşulan lisana geçmemişse de hükümet şimdiden sonra gayret ederek, ahaliyi cebrederek pekâlâ geçirebilirdi. Fakat bu Arapça, Acemce kaideler Türkçe kelimelerde de kullanılmalıydı. Meselâ "evimin kapısı" denecek yerde Farisî kaidesiyle "kapıyı evim" denilmeliydi. Sonra Türkçeye birçok Frenkçe kelimeler de girmişti. Bu zavallı kelimeler için hiç olmazsa lütuf makamında birkaç Fransızca gramer kaidesi kabul etmemek en büyük bir haksızlıktı. Öyle ya, Arapça, Acemce kaideler vardı. Niçin Frenkçeler için olmasın? Meselâ niçin "istasyon direktörü" denilmeliydi? "Direktör do stasyon" en haklı en mantıkî bir telâffuzdu. Hem de "do" edatı Farisî "i" edatından daha kullanışlı bir izafet edatı idi. "Hokka-i gülbeşeker" diyecek yerde "hokka do gülbeşeker" demek daha iyi değil miydi?

... Efruz Bey, lisana dair son verdiği dersten sonra kâtip tarafından yapılan "Compte rendu" ye baktı. Şu idi:

1    — Türkçe, esasen Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca, Latince, Rumcadan mürekkeptir. Diğer lisanlardan kelimeler de alabilir.

2    — Türkçede aslen Türkçe olmayan bütün ecnebî kelimeler kendi millî gramer kaidelerine tâbidir.

3    — Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca ilâh, terkip cem kaideleri aslen Türkçe olan kelimelerde de kullanılır; misal:

Elmasunül karım — Karımın elmaslar. Atan kırmızı — Kırmızı atlar. Le vazife do me biraderler — Biraderlerimin vazifeleri ilâh...

4    ... Ecnebi edatların hepsi, bilhassa Farisî "ya-yı nisbet" Türkçe kelimelerde kullanılır, pek güzel yeni sıfatlar teşkil olunur. Misal:

"Hayalî, ezelî, edebî, ilmî" gibi "güzeli, çirkini, hüzî, dikî, inişî, yokuşî" denilir. Eski lisanla: "Ziraî, mimarî, irfanî, terakkıyat-i ameliyemiz gayri kabil-i red-d-i inkârdır" demek mürekkeptir. Ama az mürekkeptir.

Türkçe kelimelerle de bu mürekkepliği muhafaza edebiliriz: "Ekim, yapıî, bilgiî ilerlemeiyat-ı yüksekiyemiz gayri kabili yok demek ve red-detmeklir."

Efruz Bey:

—    Tam İşte bizim müstakbel sarfımız! diye haykırdı, fakat dört madde. Bu adet mukaddes değildir, bir madde daha lâzım... yazınız:

Kâtip kâğıdı aldı. Dinleyenler son maddenin ne olacağı için hep kulak kesilmişlerdi. Efruz Bey yavaş yavaş, tane tane söyledi:

"Madde beş: Yukardaki maddeleri gerek konuşurken, gerek yazarken, gerek okurken bütün millet tatbik etmeye memurdur."

Yine bir alkış tufanı... bir alkış tayfunu, bir alkış zelzelesi, hayır, bir alkış kıyameti... Hemen herkes bu beş maddeyi yazdı. Hemen bu maddelere göre konuşmaya başladılar. Efruz Beyin "yayı nisbeti" Türkçe kelimelerde de kullandırmak eskiden beri en birinci emeliydi. Bunun için aylarca propaganda yapmış, yorulmamış, bıkmamıştı. Bu fikrini ne yeni lisancılar, ne de eski lisancılar kabul ediyordu. Nihayet bugün İşte dersinde bunu umuma kabul ettirmeye muvaffak olmuştu. Bucaklıların mecmuu iki üç yüzü geçmezdi. İstedikleri şeyi millet namına kabul ederler, kendileriyle beraber aynı fikri herkesin kabul ettiğine samimî bir iman ile kani bulunurlardı. Efruz Bey de bir Bucaklı gibi aynı kanaatte idi. Tasfiyecilikten, lisandaki basitçilikten, "en eski Türkçe" taraftarlığından bir gece içinde böyle son derece mürekkep, karışık bir mürekkepçiliğe-dönen Efruz Beyin edebiyata dair verdiği dersler vakıa daha ilmî, daha mükemmeldi. Lâkin mürekkep bir lisanla söylenilmişti.

Ancak Bucaklılar anlayabiliyordu. Hariçten birisi işitse mümkün değil neden bahsolunduğunun farkına varamazdı. Efruz Bey yine kürsüye çıkar çıkmaz:

—    "Yaşayende dar tebeddül ederest" hakikatini savurur, sonra monoklünü güzelce gözüne yerleştirirdi; edebiyat bir gayet ter güzelest ol bir cihanı bîdibest. Senbolizmiyat, kılâsike-i eskiyan ve sairun pek karma karışıkiyeti harikulade ve lâhav-arz eder, elhak, ammaki bu dahi bir yamanlıkıyet, bir faikiyettir ki edebiyatı diğer budun anda bulunmayan bir yed-i yesarı irfan sayılır. Hatta.. Cebel-i esved padişahı Nikolay Amimüşşim vaktiyle yazdığı piyes-i merkâmerkte, ilâh...

Bu dersler, lisan derslerinden daha çok sürdü. Efruz Bey terakki, teali ancak geriye dönmekle mümkün olabileceğini ispat ediyordu. Nedim,

Baki, Nefî opera haline geçirilmeliydi. Hele "Nailî-i Kadim!" "Bu bir haliktir" diyordu. Her gazelinden bir trajedi çıkabilirdi. Süruri ile

Aristofan arasında münasebetler buluyor, Sully Prodhomme'un, eser-rini Ahmet Neylî'den intihal etmiş olduğunu meydana çıkarıyordu. Efruz Beyin edebiyattaki bu derin vukufu herkesi hayretler içinde bıraktı. Vezin meselesinin halli, artık tamamıyla ona kalmıştı. Eski lisancılar Acem aruzu, yeni lisancılar millî aruz taraftarıydı. Efruz Bey "tarz-ı benan" dediği parmak hesabından nefret ederdi. Eski lisancıların "efail tefail" ini de kabul etmeği kibrine yediremiyordu. İkisinin haricinde bir şey... Öyle bir şey ki ne Acem aruzu, ne de parmak hesabı! Daima:

—    Arıyorum, hem buldum. Bunu size bir gün göstereceğim, derdi.

Bu iki ahvalin haricindeki icadını Bucaklılar çok beklediler. Fakat Efruz Bey gösteremedi. Hain, garezgâr muterizler:

—    Elkimya, elkimya, bu olacak şey değil..

Diyorlardı. O meyus olmuyor, "bulduğunu söylediği şeyi" bulmaya  çalıştıkça evvelden olan malumatlarını da kaybediyor, tıpkı –Türkçeye  yedi yüz sene evvel ilk defa Acem aruzunu sokmaya çalışan Sultan Veled  gibi- bahri remel vezinleriyle şiirler yazıyor, müzehanedeki Asurî tabletleri kadar "taze ve ter" yenilikler gösteriyordu.

* * *

Fakat Efruz Beyin asıl ilmi, serbest tarih derslerinde belli oldu. Bucaklılar, ulema, edipler, müverrihler, bütün Türkiye, Avrupa'daki bütün müsteşrikler derin bir hayrete düştüler. Pastör nasıl tababeti değiştirmiş ise Efruz Bey de şimdiye kadar bilinen tarihi öyle değiştirmişti. (Yaşayan değişir!) demek bu canlı bir tarihti! "Amasya Tarifti" müellifi pek eski zamanlara ait sandığı masallarının daha dünkü vakalar olduğunu anladı. Efruz Bey Türklerin Amerika'dan geldiklerini ispat •ediyordu. Hilkatten biraz sonra büyük bir zelzele neticesi olarak Amerika Asya'dan ayrılmıştı. Yalnız Kamçatka bir köprü gibi kalmıştı. Türkler İşte bu toprak- köprüden geçmişler, tarihin haber verdiği devletleri kurmuşlar, muharebeler yapmışlardı... Bütün bu derin tarihin devirlerini cam akisleriyle gösteriyor, bir satırda en aşağı on ıstılah kullanıyordu. Herkes anlayamıyordu. Fakat dinliyorlardı ya... Bu kâfiydi. O, ıstılahlarına devam ediyordu. Zoolojik, jeolojik... İlâh, hep Latince kelimeler... Ne yapalım. Henüz bizim lisanımız ilme tercüman olamazdı!

Efruz Bey o hatırdan çıkmaz tarih dersleriyle anlattı ki biz Türk değiliz; asıl Türk olanlar Amerikalılardır. Tarihte bazı milletler vardı. Lisanlarını kaybettikleri halde, hatta bazan millî dinlerini de değiştirdikleri halde milliyetlerini muhafaza ediyorlardı. Meselâ Yahudiler... Lisanlarını kaybetmişlerdi. Bugün Türkiye'dekiler İspanyolca konuşuyorlardı. Fakat

Yahudilik bakiydi. Asıl Türkler, yani Amerikalılar lisanlarım kaybetmişlerdi. Bugün İngilizce konuşuyorlardı. Fakat milliyetleri bakiydi. Bu milliyet öyle bir şeydi ki şuurlu olmasına ihtiyaç yoktu.

Bu tarihî keşif ilim âleminde hakikaten büyük bir gürültü hâsıl etti. Efruz Bey Ressam Dersimî'-ye yaptırdığı "asar-ı atika" resimlerinin fotoğraflarını gösteriyor, duvara aksettiriyor, hiç kimsede şüphe bırakmıyordu.

Efruz Bey tarih derslerine nihayet verirken şu sözleri ilâve etmişti:

—    Bucaklılar! Ahmet Mithat Türkiye'de saltanat hanedanından başka Türk olmadığını ispat ettiği halde yine Afrika zencilerinin Türk olduklarını meydana koymaktan geri durmamıştı. Amasya Tarihi müellifinin buluşları da az değildir. Necip Asım Beyi de unutmamalı. Müverrih -Ahmet Refik Sümer- Akad, Hititlerin Türk olduğunu, diğer millî bir müessesede anlattı. Fakat benim bulduğumu kimse bulamadı. Ben Amerikalıların Türk olduklarını buldum!.

Efruz Beyin şöhreti bu serbest derslerle o kadar büyüdü, o kadar büyüdü ki Bucağın bacalarından taştı. Bütün şehre, bütün memlekete, bütün arza yayıldı. Cenubî Amerika gazeteleri bile resimlerini bastılar, İstanbul'da artık onun resminin bulunmadığı yer yok gibiydi. Bütün fotoğrafhanelerde ayrı ayrı vaziyetlerde resmini çıkaran Efruz Bey pazarlıkta daima şu şartı tekrarlardı: "Fakat resmim üç sene camekânmızda duracak!" Fotoğrafçı bunun sebebini anlamayıp yüzüne bakınca hiç aldırmaz, devam ederdi:

—    Bu şart niçin? Biliyor musunuz? Fotoğrafımı iyi yapman için bir garanti... Çünkü fena yaparsan camekânına asamazsın. Bundan başka...

—    Bundan başka, fazla bir para da vereceksiniz tabiî...

—    Hayır canım; fazla para değil. Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun? Meşhur adamların resimleri fotoğrafçılar için bir "reklam" sayılır. Herkes "Mademki bu büyük adam fotoğrafını burada çıkarmış, burası mahir bir sanatkâr atölyesi olacak!" der. Hemen resmini çıkarmaya karar verir. Hatta siz benim gibi meşhur adamların resimlerini bedava çıkarıp kartpostal yapmalısınız.

Efruz Bey lafını uzatır, fakat fotoğrafçının merak edip hâlâ ismini sormadığını görünce dayanamazdı:

—    Azizim siz beni tanıyor musunuz?

—    Hayır efendim.

—    Ciddî mi söylüyorsunuz?

—    Pek ciddî.

—    Beni tanımıyorsunuz ha?..

. Hayretler içinde kalırdı. Gazeteler okunmuyor, resimli risalelere bakılmıyor muydu? Hakikaten insanların hayvanlığına nihayet yoktu. Yaşadıkları memleketin en meşhur simalarını tanımıyorlardı.

—    Ben Efruz Beyim...

—    Pekâlâ.

Pekâlâ ha... ne hayret, ne hürmet... Hiç bir şey! Efruz Bey meşhurluğunu uzun uzadıya anlatır, dünyada kendisini bilmeyen bulunmadığını söyler, fakat fotoğraf ücretini on para aşağı indiremezdi. Bilâkis kapının yanındaki camekâna konulması için fazla bir ücret, kira gibi fazla şey de verirdi. Daha kendisi şöhret kazanmadan evvel büyük, harikulade feylesof Doktor Rıza Tevfik'i çok kıskanırdı. Çünkü nereye gitse, hangi kitabı yahut gazeteyi açsa, hangi fotoğrafhaneye girse onun resmini görürdü.

"Ah, benim de resimlerim böyle her tarafa asılacak mı?" diye içini çekerdi. Fakat İşte o da beş altı senedir Rıza Tevfik gibi şöhret kazanmış, umumî, kâinatî, manevî, maddî, ilmî, fennî bir şöhret kazanmıştı. Fotoğrafçılarla yaptığı "kombinezon"lar sayesinde her fotoğrafhanede büyütülmüş bir resmi girene çıkana, gelene gidene gülümserdi. Sağında, solunda en aşağı yarım düzine yerli "dâhi" resmi bulunurdu. Efruz Beyin de onlardan aşağı kalır yeri yoktu. Onlarla müsaviydi. Belki... belki biraz daha onlardan yüksekti. Beş altı sene kadar az bir zaman içinde kim kendi gibi meşru, hakikî bir şöhret kazanmıştı? Hele son günlerde tabiî hacminden dört misli büyüklükte bir resmi bütün İstanbul'un duvarlarına yapıştırılmıştı. Bu, bir ilândi. Öyle bir ilân ki Amerika'da bile eşine rast gelinemezdi. Dört metre boyunda, iki metre eninde çarşaf kadar bir kâğıt:

"GAYET MÜHİM BÎR MÜJDE-İ EDEBÎ BEKLEMEYİNİZ, DURMAYINIZ, ALINIZ!"

Acaba yeni bir sinema mı diye bakanlar tek gözlüklü, başı açık, ablak çehreli bir resmini görürler, birden bire ne Rigaden'e, ne de Maks Linder'e benzetemezlerdi. Bu, Efruz Beyin resmi idi. Yaklaşırlar, altındaki şu tafsilâtı okuyunca işi anlarlardı:

"Memleketimizin en büyük edip ve muharriri tarihşinas, meşhur, allâme-i bimedanî, muharrir-i bilmisil Efruz Beyefendi Hazretleri tarafından keşide-i silk-i tahrir buyurulan bu eser lisaniyat, bediiyat, edebiyat, hayvaniyat, hayatiyat, nebatiyat, pedogojiyat. İlâh, ilimlerinden bahseder. Bu kadar esaslı bahisler ancak yüz yirmi sayfa içinde mükemmelen tafsil edilmiştir. Beş kuruştur. On birinci tab'ı yani dört yüz elli bininci nüshası basılmaktadır. Acele edip alınız. Sonra bulamayacaksınız..."

Bu ilânın küçük kıtada örnekleri, yine resimli olarak, Babıâli'de her kitapçının camekânına perde olmuştu. Hakikaten bir hafta içinde İstanbul'un bir milyon ahalisi içinde Efruz Beyin resmini görmeyen yüz kişi kalmamıştı. Cami duvarlarından viraneliklere, mahalle kahvelerinden en büyük gazinolara, bulvarlardan en çıkmaz sokaklara kadar bu "resimli müjde-i edebî" çarşafı yapıştırılmıştı. Efruz Beyin bu mühim eseri iki ay içinde satıldı. Ancak Hamiyet kütüphanesinin mahzenlerinde "bin dokuz yüz elli" nüsha kalmıştı. Eserin tab'ı tarihinden üç ay geçmeden kütüphane sahibi Acem bu "bin dokuz yüz elli" nüshayı bir kâğıtçı Yahudiye okkası iki kuruştan satmıştı. Babıâli'nin helvacıları, bakkalları, manavları hep sattıkları şeyleri Efruz Beyin eserine sarıyorlardı. Bunu hakaret sayan arkadaşları Efruz Beye bu münasebetsiz hali anlattılar:

—    Sanki eserini dört yüz elli bin defa niçin bastırdın? diye itiraz edecek oldular.

Efruz Bey bağını salladı:

—    Bunda bir garez var. Benim eserimden hiç kalmamış, hepsi satılmıştı. Düşmanlarım namımı kirletmek için bir plan yapıp tekrar bastırmış olmalıdırlar. Hem malum ya insanlar fenadır! Fenalığın önüne geçilmez. Bu bir kanun, tabiatın kanunu!. Allah belâsını versin. Hayır, hayır vermesin. Benim neme lâzım...

Ah bu ne felsefe, ne ulvî felsefeydi! Büyük Efruz hatta hakarete, gareze de aldırmıyordu. Lâkin arkadaşları onun gibi mütevazı bir feylesof değildiler. Kendine haber vermeden intikamını almaya karar verdiler. Evvelâ bu münasebetsiz tecavüzün nereden geldiğini anlamak lâzımdı. "Hamiyet" kütüphanesine gittiler. Zebani gibi bir Acem karşılarına çıktı:

—    Ne istersüz? Böyle encümenle gelüpsüz? diye kabardı. Hepsinin hiddeti gözlerinden belli oluyordu, içlerinden en soğukkanlısı işi anlattı. Acem çürük dişlerini göstererek gülüyor, kahkahayı atıyor, ellerini oyluklarına vuruyordu:

—    Ne diyorsuz? Dört yüz elli min nüsha... Bunu size kendisi söylemüştür ki?

—    Evet, ilânlarda yazıyor...

—    İlânları kendüsü yazmış, kendüsü basturmuştur. Biz kitaptan iki min nüsha basup (otuz beş nüsha) tahrir hakkı olarak kendine vermüşüz. Amma Perverdigâr bilür, üç ay içinde tamam on beş tane satabilmişüz. Ne yapalım? Sonra geri galan min dokuz yüz elli nüshayı kise kâğıdı yapmak için Yahudiye satmaya mecbur olmuşuz.

... Efruz Bey arkadaşlarının teşebbüslerinden haber almamıştı. Bucakta, gazinoda, hususî mahfellerde o kadar çok basılan eserlerinden piyasada ancak bin dokuz yüz elli nüsha kaldığına iftihar edip duruyordu.

Eserindeki fikirler o kadar parlak, o kadar bariz hakikatlerdi ki, henüz şimdiye kadar hiç itiraz eden olmamıştı.

Şöhreti arttıkça artıyor, büyüdükçe kâinatı kaplıyordu. Bucakta her türlü meseleyi ona sormak âdet olmuştu.

Meselâ bazı gün Bucaklılar:

—    Efruz Beyefendi şiir nedir? Bize anlatınız, derlerdi.

Efruz Bey hemen:

—    Gayet basit!, diye başlardı; size ilmî bir lisanla anlatacağım: Şiir görüştür. Hissettiğini, hiç olmazsa bir kişiye olsun hissettirmektir. İşte size psikolojik bir misal; sigaranızı yakınız, elinize dokundurunuz.

Cızz... "Oh" dersiniz. İşte bir elem duydunuz. Şimdi bu sigarayı sevgilinizin yanağına dokundurabilir misiniz? Cızz... Bu sefer o "Oh" diyecektir. İşte demin duyduğunuz elemi başkasına da hissettirdiniz. Bu da asıl şiirdir. Hayır, hayır, artık cehalet zamanları geçti. Şiir, "mevzun-ü mukaffa söz" değildir, dikkat ediniz, diye ağzını açar, saatlarca kapamazdı. Bucaklılar içinde bazı ilim, malumat açgözlüleri o söylerken not tutmak isterlerdi. Efruz Bey buna çok kızardı. "Ben yazar, sonra size veririm. Siz not tutmayın, yalnız dinleyin" derdi. Hayvanın boynuzundan, insanın sözünden tutulacağını bilirdi. Herhalde bu yuları ele vermemek hikmete muvafıktı. Söylenen söz havaya kaçardı. Efruz Bey bunda çok cesurdu. Lâkin yazmağa gelince.. Bundan korkardı. Kendisi de bilirdi ki bugünkü şöhretini bu korkuyo, bu "açıkgözlük" e borçlu idi.

Söylediklerini yazdırsaydı şimdiye kadar ne teviller, ne itirazlar, ne ihtiraslar, ne garezler doğacaktı! Şöhretin yolu "şifahî bir kehkeşan" idi: yoksa "tahrirî uçurumlardan aşan bir keçiyolu" değil... Hatta eserinin son kalan bin dokuz yüz elli nüshasının kesekâğıdı yapmak için Yahudi'ye satıldığı hakikatinden de için için memnun oluyordu. Artık itiraz için kimse bulup okuyamayacaktı. Yalnız "harf meselesi" ne dair söylediklerinin not edilmesine müsaade ederdi. Ona kim itiraz ederse etsin, korkmazdı. Hakkından emin idi.

—    Harflerimiz mi? derdi, bunlarda hiç tereddüde hacet yok; Milaslı'nın harflerini kabul etmeliyiz. Yalnız biz değil, Avrupa, Afrika milletleri de kabul etmeli. Çünkü Milaslı ilmen, fennen Arap, Latin harflerinin hıfzıssıhhaya mugayir olduğunu itiraz götürmez bir surette ispat etmiştir. Bu yeni harflerin mucidi, hakikaten büyük bir dâhidir!

Bucaklılardan farz-ı muhal olarak birisi:

—    Dâhi diyorsunuz, fakat kimse onun teklifini kabul etmemiş, kimse onun harflerini yazmamış, yalnız kendisi meşgul... diyecek olursa Efruz Bey:

—    İyi ya, diye yine Milâslı'nın dâhiliğini ispat ederdi; Abdülhak Hâmit ne? Bir dâhi değil mi? Söyleyiniz, buna itiraz eden var mı? Hayır, yok, değil mi? Pekâlâ...

Abdülhak Hâmit niçin dâhi? Onun vasıflarını arayalım. Bu zatın eserlerini kimse okumaz, kimse anlamaz. Ahaliden kimse Hâmit'in eserlerini okumamıştır. Okusa da tabiî anlamaz. Hâmit'in eserleri öyle "La Dame aux Camelias, Manon Lescault, Rafael filan.." gibi avama mahsus yazılmış âdi şeyler değildir. Tiyatrolarına gelince kimse yine bir şey anlamaz. Hâmit öyle Shespeare, Moliere gibi âdi, aşağı bir piyes muharriri değildir ki eserleri sahnede anlaşılsın, alkışlansın. Hâmit'in dâhi olduğuna sebep eserlerinin hiç yokmuş gibi hiç kimse tarafından tanınmamasıdır. Yalnız edebiyat muallimleri, birkaç şair dostları, perestişkârları bilir. Bir dâhiye "âmme" olarak on beş kişi çoktur bile.. Mi-lâslı'nm sıhhî, nefis harflerini de bütün büyük adamlar kabul etmişlerdir. "Herkes" denilen bu cahil halkın ne ehemmiyeti var? Milaslı dâhidir, harflerini kabul ettiklerine dair Arap, Türk bütün büyük adamlardan birer senet, birer imza almıştır. Cenap Şehabettin, Abdülâziz Çaviş, Halit Ziya gibi birçok "yarım dâhi"ler de harflerinin en doğru, en mükemmel harf olduğuna dair Milâslı'ya imza vermişlerdir, icadını herkesin kabul etmediği, herkesin anlamadığı içindir ki Milaslı dâhidir.

Efruz Beyin bu takdirinden Milaslı pek çok istifadeler etmiş, bizzat gelmiş, söylerken Bucakta notlar tutmuştu. Tramvaylarda, köprüde, vapurda, dairede, sokakta, caddede, çayırda mesirelerde, garda, gazinoda, herkese bedava dağıttığı broşürlerinin başında Arap harfleriyle yazılmış "EuzübiUâhi mineşşeytanirracim, bismillâhirrahmanirrahim" ibaresinin altına Efruz Beyin şu beyanatını kendi iri harfleriyle ilâve etmişti: "Huruf-u çedide-i munfasıla-i Milâsi'ye dünyanın en sıhhî göz ağrılarını geçirir mucizekâr harflerdir. Bu huruf sayesinde yalnız Türklük, İslâmiyet değil; beşeriyet, Hıristiyanlık bile kurtulacak, Latin harflerinin sebebi yegâne olduğu cehalet sönmez nurlara tahavvül edecektir."

Efruz Beyin şöhreti arttıkça, şahsiyeti güneş gibi bütün fikirlerin, bütün hislerin üzerinde parladıkça kıskançlık denilen o korkunç burkan da etrafında derin derin uğultular, homurdanmalar, zelzeleler hasıl ediyor. Bucağın bu dâhi hatibini düşündürüyordu. Onu en ziyade hiddetlendiren şey serbest derslerine devam ede ede birkaç söz öğrenmiş genç yeni Bucaklıların kendini kıskanmaya kalkmalarıydı. "Bunlar kim oluyor?" diye dişlerini gıcırdatırdı. Edebiyata dair bütün malumatlarını kendinden almamışlar mıydı? Ondan evvel Bucakta Omiros, Virjil, Aristofan, Pan, Temistoklis,. Paul Fort namlarını kimse biliyor muydu? Sembolizm, natüralizm, romantizm, karmakanşıkizmin (Electisme mukabili. Bu tâbiri bizzat Efruz Bey bulmuştu) ne gibi mezhepler olduğunu Reis bile bilmiyor, o anlatırken alık alık ağzını açıyordu. Hele Rabelais, bu büyük adamın ismini şehir ismi zannedip haritalarda arıyorlardı. İşte o kadar şeyler öğretti ki şu Bucaklılar şimdi sıkılmayarak onu kıskanıyorlardı. Ona itiraz ediyorlar, onu çekiştiriyorlar, onun aleyhinde bulunuyorlardı. Vakıa onun şöhreti artık yıkılmaz bir derecede idi. Ah keşke heykelinin yapılmasına müsaade etseydi! Fakat yine emniyet edemiyordu.

Meşrutiyeti ilân ettiği zaman üç dört günde yükseldiği mevkiden birdenbire nasıl düştüğünü hatırlayınca azıcık daha ödü kopacaktı. Cemiyetin daha tanılmamış birçok kanunları vardı. Bu cemiyet öyle berbat bir şeydi ki dün peygamber diye göklere çıkardığını yarın indirir, çarmıha gererdi. Hiç bir şeye güvenmemek en doğru bir hikmetti. Nihayet bir gün Reis kendisine:

—    Efruz Bey, heyet-i idare karar verdi; vereceğiniz dersleri evvelâ yazıp Bucağa göndereceksiniz. Ancak heyet tasvip ederse verebileceksiniz, dedi. Bu âdeta bir tahkirdi. Efruz Bey dudaklarını ısırdı. Bir dakika düşündü. Tek gözlüğünü çıkardı. Başını kaşıdı. Dersleri evvelâ yazmak... Ha?

—    Vereceğim dersi yazdıktan sonra artık gelip onu okumaya ne lüzum var? dedi, siz kürsüye •çıkın okuyun.

Bu serzenİşteki manayı anlamayan Reis:

—    Heyet-i idareye arz edeyim, nasıl tasvip ederlerse öyle yapılabilir.

—    Yıa?..

—    Evet..

"Heyet-i idare" ha?.. Efruz Bey başım salladı. İçini çekti. Evvelâ kızardı. Sonra sarardı. Heyet-i idare kimdi? Kendi şöhretini çekemeyen aleyhinde ittifak etmiş birkaç kişi değil mi? Maksatları ona yazı yazdırmaktı. Onun el yazısını ele geçirdikten sonra kim bilir neler yapmayacaklardı. Fakat Efruz Bey yazının şöhret için en büyük bir tehlike •olduğunu bilmiyor muydu? O, bu kadar yüksek şöhretini yazmakla mı kazanmıştı? Hayır, söylemekle.. Pek büyük bir şair olduğu halde şiirlerini yazmaz, Omiros zamanındaki gibi yalnız söylerdi. Hayır, hatta şiirini bile söylemez, yalnız şiiri olduğunu söylerdi. Şimdi onu faka bastırmak istiyorlardı. Fakat soğukkanlılığı bozmamak lâzımdı. Hiç renk vermemeli, bu müşkül mevkiden münasip bir Tîurnazlıkla kurtuluvermeliydi.

' — Pekâlâ, pekâlâ, dedi. Ben de zaten derslerimi yazmak, kitap şeklinde çıkarmak niyetinde îdim.

Ertesi günü hastalandı Bucağa gitmedi. Her şeyi tadında bırakmalıydı. Meşrutiyetin ilânında ikinci, üçüncü günler o Tîadar ileri gitmeseydi şimdi ayan değilse bile bir gün en aşağı bir mebus, yahut, yahut... herhalde İşte bir "quelque chose"  du. Şöhretinin çokluğu siyasî sukutuna en hakikî bir sebep olmuştu. İlmî, edebî şöhretini de zıvanasından çıkarmamak lâzımdı. Hayat ne dehşetli bir darülfünundu! İnsan bu darülfünunda bir yaprak, bir sayfa açmadan ciltlerin, kütüphanelerin öğretemeyeceği ilmi kazanırdı. Evet, artık Bucaktan çekilmek icap ediyordu. "İtiraz, tenkit" başladı mı en rasin, en müthiş, en granit kuvvetler bile bahar sabahlarındaki nazik kırağı tabakası gibi birkaç saniye içinde eriyebilirdi. Şan, şöhret yolunun kapısı yalnız Bucak mıydı? Hayır, hayır... Hem bu kadar kalabalık bir kapı! İyi olduktan sonra (ama hangi hastalıktan?) bir gün Bucağa uğradı, Reis gördü.

—    Derslerinizin müsveddelerini mi getirdiniz Efruz Bey?

"Ah hain ah... Nasıl kapan da kaçan mı?" Efruz Bey enayi miydi? Meşrutiyet ilânı gibi en buhranlı dakikalarda otuz sekiz kırk milyonluk bir devleti mükemmelen idare etmiş bir adam bir maymuna aldanır mıydı?

—    Yazdım, fakat getirmedim, dedi.

—    Vah, vah!... Niçin efendim?

—    Çünkü...

... Efruz Bey, kendisinin kıskanıldığım, böyle küçüklüklere tahammül edemeyeceğini, artık şimdiden sonra yüz binlerce lira verseler Bucakta gelip bir kelime söylemeyeceğini anlattı!

—    Ben çok samimî idim, beni anlamadılar, dedi. Beni kıskandılar. Zannettiler ki şöhret peşinde geziyorum. Hâşâ... Ben şöhrete tenezzül etmem. Şöhret öyle bir şeydir ki kendi kendine gelir, insanın İşteyip istememesinin ehemmiyeti yoktur...

Sonra hayat hakkında gayet acı felsefeler yaptı. İnsanlar nankördü. Kıymet bilmezlerdi. O söylerken Reis içinden gülüyor, "Oh, İşte bir belâyı atlattık" derken dışından:

—    Vah, vah... Cidden meyusum, bedbahtım, sizin gibi fâzıl bir refiki kaybettiğimiz için cidden bedbahtım, diyordu. Reisin hüznü Efruz Beye de sirayet etti. Azıcık daha ağlayacaktı. Ondan ayrıldı. Kütüphaneye girdi. Birçok Bucaklılar önlerinde kitapları açmışlar, hiç okumuyorlar, bermutat gevezelik ediyorlardı.

—    Allaha ısmarladık arkadaşlar! dedi.

Bu vedaın sebebini anlamayan Bucaklılar hemen onun etrafına üşüştüler. Onlara da "şahsiyat olmasın" diye ismini söyleyemeyeceği dostları tarafından kıskanıldığını, böyle küçüklüklere şiir, edebiyat, tarih, biyoloji ile yükselen ruhu tahammül edemeyeceğini, artık Bucak'ta ders vermemeye katiyen karar verdiğini söyledi.

—    Burada ahlâk bozulmuş. Bucakçılık Turan'in merkezinde olur. Oraya gitmeli, orada çalışmalı?.

Hazır bulunanların hepsinin elini ayrı ayrı sıktı. "Beni unutmayınız, eserlerimi okursunuz!" diyor, gayet uzak bir diyara gidecekmiş gibi hareket ediyordu. Kütüphaneden çıktı. Salonu geçti. Yavaş yavaş büyük filozoflara has bir sükûnetle merdivenden indi. Yağmurlu bir gündü. Sokakta şakır şakır seller akıyordu. Kapıdan çıkmazdan evvel o kadar alkış, şapaş, şöhret, şan topladığı bu mukaddes binaya bir kere daha baktı. Gözlerini bahçeye çevirdi. Meydan bomboştu. Ah razı olsaydı, şimdi orada heykeli yükselecek, değil kıskançların, çekemeyenlerin, hatta asırların 'eli bile dehasının, ilminin bu müebbet abidesini yıkamayacaktı! Başını salladı. Titreyen dudaklarından gayri ihtiyarî "Türkün aklı sonradan başına gelir" hikmeti döküldü. Açık kapıyı atladı. O kadar dalgındı ki sanki son çıkışı olduğunu biliyormuş gibi kapıcının kendisine ehemmiyet vermediğini, önünden geçerken ayağa bile kalkmadığını istemeye istemeye gördü.

Sokağın şakırtılı çamurları üstünden fani bir hayal gibi kaydı, gitti...

... İşte o vakitten beri Efruz Beyi hiç bir tarafta görmeyen Bucaklılar, onun kendilerine son hitaplarını hatırlarlar, salondaki büyük Turan haritası üzerinde, arifane ile aralarında para toplayıp mahsus Almanya'dan getirttikleri coğrafya aletleriyle bir merkez tâyinine çalışırlar:

—    Ah Kâşgara gitti, Kâşgara galiba... diye ağlaşırlardı.

Vakit gazetesi, 19.7.1926 - 1.8.1926

SON EKLENENLER

Üye Girişi