Kullanıcı Oyu: 2 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 YABAN – YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

Romanın özeti

 Birinci Dünya Savaşı yıllarında yedek subay olan Ahmet Celal, İstanbul'da yaşayamayacağını düşünür. Bunun üzerine eski emir eri Mehmet Ali'nin çağrısına uyup onun Haymana Ovası'nın ortasında Porsuk çayı dolaylarındaki köyüne gelir. Bakımsız ve dünya ile ilişkisi son derece sınırlı olan bu köyde köylü tarafından çok yadırganır. Dost olup kaynaşmak istediği köylüler ona hep bir yabancı gözüyle bakarlar. Hatta bu insanlar onun kolsuz olduğunu bile fark etmezler, fark edenler de bunu önemsemezler ve Ahmet Celal'e "yaban" adını takarlar ve ondan uzak dururlar. Hâlbuki Ahmet Celal kolunu onlar için kaybetmiştir ve bunun bilinmesini ister. Ama kimse oralı olmaz. Çünkü bu köyde sakatlık herkese özgü bir hâldir. Ahmet Celal bir süre sonra Mehmet Ali'nin kardeşi Emine'ye ilgi duymaya başlar. Bu ilgi zamanla sevgiye dönüşür. Mehmet Ali tekrar asker çağrılınca Ahmet Celal yalnız kalır. Yaşadıkları köy İstiklal Savaşı'na karşı kayıtsız kalır. Bir süre sonra Yunan ordusu köyü işgal eder ve yakıp yıkmaya başlar. Ahmet Celal bu ortamdan Emine'yi kurtarmaya çalışır ama bu sırada her ikisi de yaralanır. Emine'nin yarası ağır olduğundan, Ahmet Celal köydeki anılarını yazmış olduğu defteri Emine'ye verip perişan bir durumda köyden ayrılır. Sakarya Savaşı'nın sona ermesinden sonra, düşmanın yaptığı zulümleri araştırma kurulu köye gelir; bu sırada yıkıntılar arasında kenarları yanık ve yırtık bir defter bulu-nur. Bu, Ahmet Celal'in anı defteri, yani Yaban romanıdır.

 Romandan bir parça:

 Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet Ali'ye sordum:

-    Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?

-    Yabansın da ondan, beyim.

Bu "yaban" sıfatı beni önce çok kızdırdı. Fakat sonra anladım ki, Anadolulular, Anadolu köylüleri, tıpkı kadim Yunanlıların kendilerinden başkasına "barbar" lakabını vermesi gibi, her yabancıya "yaban" diyorlar.

Bir gün... bir gün onlara ispat edebilecek miyim ki, ben bir "yaban" değilim; benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen kandır; aynı dili söylemekteyiz, aynı tarihî ve coğrafi yollardan hep birlikte gelmişizdir. İspat edebilecek miyim ki, aynı Allah'ın kuluyuz; aynı siyasi mukadderat, aynı içtimai bağlar, bizi kardeşlik, evlatlık, analık, babalık fevkinde (onlardan daha üstün) bir yakınlıkla birbirimize bağlamıştır.

Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüeli, Türk okumuşu, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip münzevidir.

Bir münzevi mi? Hayır, bir "galat-i hilkat" demeliyim. Öyle ya, bir mahluk tasavvur edin ki, hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir; kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor...

Her memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında aynı derin uçurum mevcut mudur? Bilmiyorum. Fakat mektep görmüş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.

Bunu yazarken elim titriyor.

Lakin, Türkiye'nin münevver sınıfı, hakikaten bu cemiyetin kaymağı mıdır? Eğer öyle ise, bu Salih Ağalardan, bu Bekir Çavuşlardan, bu İsmail'lerden, bu Zeynep Kadınlardan bende bir şey bulunması lazım gelmez miydi? Halbuki ben burada hayvanlara insanlardan daha yakınım. Onları, tiksinmeden, şefkatle sevmesini biliyorum ve bu sevgim onlara geçebiliyor. Boz eşek bana iyiden iyiye alışmıştır. Zira, onun başını koltuğumun altına alıp saatlerce okşarken, o, tatlı tatlı bana bakar ve bazen ben yürüyünce kendiliğinden arkama takılır.

Geçen gün, Zeynep Kadını, sokak kapısının önünde benden şikâyet ederken yakalamayayım mı? Ben, onun bütün işlerini karıştırmışım. Salih Ağa ile aralarını bozmuşum. Zaten yanlarına geldiğim günden beri evlerinin beti-bereketi kalmamış. Mehmet Ali askere gitmiş. Başlarına şu arazi davası çıkmış, İsmail şımarmış, kimseyi dinlemez olmuş.

Ben bunları duymazlıktan geldim. Kapıdan çıkmak üzere iken ayaklarımın ucuna basarak tersyüzü odama döndüm. Şimdi başım iki ellerimin arasında, düşünüyorum.

 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

 

***

Okuduğunuz metin, esere neden "Yaban" adının verildiğinin anlatıldığı ve romanın yazılış amacının ortaya konduğu önemli bir bölümdür. Bu romanda, asırlar boyunca ihmal edilen, yüzüstü bırakılan Anadolu köylüsü ile aydın kesim arasındaki büyük uçurum, kopukluk gösterilmek istenmiştir. Köylülere göre aydın kesim bir "yaban"dır. Köylü yaban bildiklerinden uzak durur, böylelerine şüphe ile bakar. Aşağıdaki bölüm de bütün bunları doğrular niteliktedir:

"Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet Ali'ye sordum:

- Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?

- Yabansın da ondan, beyim.

Bu "yaban" sıfatı beni önce çok kızdırdı. Fakat sonra anladım ki, Anadolulular, Anadolu köylüleri, tıpkı kadim Yunanlıların kendilerinden başkasına "barbar" lakabını vermesi gibi, her yabancıya "yaban" diyorlar."

 Yaban, ilk yayınlandığı dönemlerde sanki köylü karşıtı gibi algılanmış fakat bunun doğru olmadığı bizzat yazar tarafından belirtilmiş; Anadolu insanının geri kalmışlığının, cehaletinin asıl sorumlusunun aydın olduğu kitaptan alınan örneklerle gösterilmiştir:

 "Bunun sebebi, Türk münevveri gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kütlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa hâlinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun..."

Yazar, Sakarya Savaşı'ndan sonra "Tedkik-i Mezalim Heyeti" ile birlikte yaptığı inceleme gezilerinde gördüklerini bazı hikâye ve makalelerinde anlatmıştır. Hatta sanatçı "Düşmanın Yaktığı Köyler Ahalisine" adlı yazısında köylü ve aydın arasındaki uçuruma, uzaklığa değinmiş, bundan on yıl sonra da aynı temayı işlemiş olduğu "Yaban" romanını yazmıştır.

 Yazarın o dönemde tanık olduğu olaylar ve kişiler, romanda anlatılanlarla bire bir örtüşen şeyler değildir. Sanatçı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yedek subay olan roman kahramanı Ahmet Celal'i İstanbul dışına göndermiş, bu yolla aydın ve köylü arasındaki uçurumu, kopukluğu gözler önüne sermiştir.

 Yaban romanın yazıldığı dönemde aydın ve köylü arasında büyük bir uçurum vardır. Aydın, köylüyü aydınlatma görevini yerine getirmemiş, köylü de bunun sonucunda cahil kalmıştır. Yazar da bu gerçekliği Anadolu'nun ücra bir köyüne yerleşen Ahmet Celal'in günlüğü olarak okuyucusuna sunmuştur.

 "Ahmet Celal'in emir eri Mehmet Ali'nin köyüne gittikten sonra ondan başka konuşacak kimse bulamaması, köylü tarafından dışlanması ve bunun üzerine -aydınlar adına- nerelerde yanlış yaptığına ilişkin bir nefis muhasebesi (özeleştiri) yapması metne bütünlük kazandıran olaydır. Zaten eserin tamamındaki olaylar da bu düşünceyi destekleyecek şekilde örgülenmiştir.

 Eserdeki kişiler, dönemin koşullarına uygun olarak düşünülmüştür. Köylülerin üzerinde uzun yıllar devam eden savaşların izleri ve yorgunluğu görülür. Hemen hepsi yoksul, cahil, medeniyetten uzak ve ümitsizdir. Düğünleri bile kasvetli, oyunları ağırdır. Çocuklar, ağır işlerde çalışmaktan oynamaya vakit bulamaz. Bir paşa oğlu Ahmet Celal ise gözüne sadece kara bir gözlük takar; aldığı eğitime, terbiyeye ve kendi yaşam biçimine pek uymayan köy ve köylüyü olumsuz bir bakış açısıyla anlatır. Ona göre, köyde çirkin ve pis olmayan tek bir kimse bulamazsınız. Bunun nedeni ise "okuru etkileyebilmek için bir duygu yükü yakalamak, hatta iğrenç denebilecek bir atmosfer oluşturmak" olarak açıklanabilir.

 Romandaki olumsuz bakış açısı kişilerle de sınırlı değildir. Bu her yere, bütün çevreye yansımıştır. Akarsular bile bizim düşündüğümüz gibi serinletici, berrak ve bereketli değildir:

 "Yeknesak ovayı ikiye bölen Porsuk çayı, kuvvetli bir zelzelenin açtığı uzun bir yılankavi bir kuyruk gibidir. Hiç suyu görünmez. Ta yanına gittiğiniz zaman, bile o suyun cana can katan serinliğini ve rengini bulamazsınız. Elinizi bir soksanız, günün hangi saatinde ve hangi mevsiminde olursa olsun, bir cerahat gibi ılıktır."

 Yaban romanındaki olayların birinci tekil kişi ağzından anlatılması; olay, mekân ve insanın, kahraman anlatıcıya özgü bakış açısıyla anlatılmasına imkân vermiştir. Bunun nedeni ise yazarın olay, kişiler ve heyecandan çok, iletmek istediği mesaja, ana fikre yoğunlaşmasıdır. Bundan dolayı yazar, eserin pek çok yerinde romandan uzaklaşmış ve makale sınırlarına dayanmıştır:

 "Eğer biliniyorlarsa kabahat kimindir? Kabahat, benimdir; kabahat, ey bu satırları okuyacak arkadaş, senindir! Sen ve ben onları, asırlardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak şevkinden mahrum bir avuç kazazede hâlinde bırakmışız."

 Bu satırlar, yazarın kişiliğini de açıkça ortaya koyar, fakat onun takındığı bu tavır realist bir eserde bağışlanamayacak bir kusur olarak karşımıza çıkar. Yakup Kadri bu konuyla ilgili düşüncelerini eserin ön sözünde, "Yaban, objektif bir roman değildir. Bu, ne bütün manasıyla bir roman ne bütün manasıyla bir sanat ve edebiyat işidir. Yaban, çölde bir feryattır." sözleriyle ifade etmiştir.

 Yaban romanında mekân olarak İstanbul dışına çıkılmış, istiklal Savaşı dönemindeki Anadolu ve 

Anadolu insanın acıklı yaşamı, sefaleti bütün çıplaklığı ile ortaya konmuştur. Bütün bunlar da eserin Millî Edebiyat geleneğine bağlı kalınarak ve realist bir tutumla yazıldığını ortaya koyar.

SON EKLENENLER

Üye Girişi