Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

YAKUP KADRİ-EDEBİ PORTRELER

Ahmet Haşim, onunla daha dostken, sanatkârımızın başını haşhaşa benzetmişti. İnce boynu üstünde çok büyük duran başı böyle bir teşbihe hak verir mi bilmem. Fakat onda açılan fikir ve his çiçeklerinin afyon gibi baş döndürdüğüne, gözlere afyon rüyaları gibi zengin dekorlar serdiğine şüphe yok. Ve sanıyorum ki Ahmet Haşim “afyon” sözüyle daha çok o başın bu manevî tarafını anlatmak istemişti.

Şimdiki Yakup’un madde yanı ne âlemdedir, bilmiyorum. Ben onu yirmi dört sene evvel Türk Ocağı’nda tanımıştım. Davos’tan yeni gelmişti. Yanaklarında mat bir allık vardı. Simsiyah iri gözleri, sanki başka bir cihanda açılmış gibiydi. İçleri derin hayretlerle dolu, güzel gözler. Ta tepeye kadar uzanıp genişleyen ve insanı fikir dağlarına çıkaran dimdik bir alın yamacı, ince yüz çizgileri üstünde ansızın kalınlaşan kalkık kaşlar. Gözlere o derin hayranlığı vermekte galiba bu mütehayyir kaşların da payı var. Bütün yüzünü kaplayan masum hüzün, içli ve temiz çizgilerinde ansızın değişiyor. Uçurumlarla biten düzlükler gibi. Duygulu dudaklar. Açılmadan konuşan, bükülüşleri beliğ hutbeli dudaklar. Orta boy, orta yapı. İnce ve zarif duruş. Konuşurken aydınlığı yüze vuran bembeyaz dişler.

İşte benim gördüğüm genç sanatkâr böyleydi:

Türk Ocağı’nın, çiniler, güzel yazılar ve tablolarla süslü bir salonundaydık.

Nur Baba daha bitmemişti: Fakat ondan bir parça, “Nur Baba Dergâhı’nda Bir Âyin-i Cem” parçası okunacaktı. Memleketin en kuvvetli kalemleri oradaydı. Pek tatlı bir saat geçirdik.

İlk eserini kendinden önce görmüş, maneviyatla madde varlığından evvel tanışmıştım. Bir Serencam'ı ilk gençliğimin heyecanlı hayranlığıyla okudum. Yakup orada romantizm ile realizm kutupları arasında yalpalar. Fakat kitabın sonuna eklediği birkaç nesir parçası, hikâye kahramanlarının ağzına koyamadığı bir ihtirasla doludur. Hele “asâsız ve abâsız kaldım” mensuresi, Yakup’un nasıl engin ve derin bir âleme kanat açmak aşkıyla çırpındığını ne güzel gösterir.

İtiraf edeyim ki gerek 1329 Nevsal-i Millî sine yazdığı, “Hatt-ı destimle resmim ne için? Kim için?” cümleleri beni derin derin yaralamış ve Resimli Kitap’ta çıkan İstanbul sokaklarında bir kış geçirmeye mahkûm oluşunun şikâyeti de içimi sıkmıştı.

Birincide şımarık bir gurur görmüş, İkincide kabukla kestane macerasını hatırlatan bir hal sezmiştim. “Şapka”, “Baskın” hikâyelerinde de aynı sarsıntıları geçirdiğimi hâlâ hatırlarım.

Fakat Yakup’un burukluğu hızla geçti ve çabucak olgunlaştı. Rahmet, Kiralık Konak, Hüküm Gecesi, Nur Baba daima yükselen bir çıkışın mola taşlarıdır.

Erenlerin Bağında'da onun bir iç kabuğundan daha sıyrıldığını, mistik bir ruhla belirdiğini gördük. Dervişin hırkası nasıl abâ ise, bu ruhun lisandan esvabı da öyleydi. Biraz Tevrat’a benziyor, azıcık Mezamir’i andırıyordu. Üslûbuna itinalı bir derbederlik sinmiş, fikirleri bu olgun derviş kalenderliğiyle iç zenginliklerine kavuşmuştu.

Erenlerin Bağından'da Yakup, gerçek erenlerin, hak erenlerin sırrını fethetti mi? Buna hiç düşünmeden, “Hayır!” diyebiliriz.

Bu mistik devir, ondan bir çağ gibi gelip geçti. Çamlıca’da beslenen ruhu, çok sürmeden yine sanat göklerindeki kendi mahrekini bulmuştu.

Nur Baba, Akşam'da tefrika edilirken, İstanbul’un Bektaşî muhiti heyecanlanmış. Bâbıâli birkaç hırka ve sakal baskınına uğramıştı.

Babalar, dervişler sırlarının faş edildiğine kızıyorlar, Yakup’u bir mürted sayıyorlardı. Düşünmüyorlardı ki bir sanatkâr nazarında en büyük sır yaratmaktır ve doğurmak için müşahede ebesine muhtaçtır. Onu tarikat haini sayanların suçlarını cehillerine bağışlayalım.

Yakup, bir ara, İkdam'da fıkralar da yazdı. Millî Mücadele yıllarının heyecanı, bu makalelerde nabzı gibi vurur. İki ciltlik Ergenekon'lar bu makalelerden örülmüştür.

Meşhur Türk efsanesini bilenler, İstiklâl Savaşı’na bu adın ne kadar yaraştığını elbette takdir ederler.

Sanatkârımız, bir romancı için protoplazma sayılan müşahedeye bol bol sahip oldu. Ömrünün geçtiği dolambaçlı yol gerçekten bir talih eseridir. Şark ve garbı bütün imkânlarıyla müşahede aynasına düşürebilen bir romancı, eserlerinin harcını tamamlamış sayılır. Yaratmak için artık önünde hiçbir engele rastlamaz.

Yakup’ta imrendiğim şeylerden biri de sanatını fedaya, sanatkârlıktan fedakârlığa asla yanaşmamasıdır. Provası yapıldığı halde oynanmayan meşhur piyesini bu hükmümün delillerinden biri gibi kabul edebilirsiniz. Ankara ile Yaban'da da aynı ruhun yer yer, sahife sahife parladığı görülür.

Yalnız, bunlarda onun bir başka hali daha göze çarpıyor, Yavaş yavaş kendini muhit ve lisanın üstünde bir varlık sayan bir şey. Eserlerine kelime, terkip hattâ cümle halinde yabancı dilden istifadeler koymuş.

Birçok Rus ediplerinde, İngiliz, Alman romancılarında da bunu görüyor, tercümelerinin hemen her yaprağı altında “En français dans le texte" izahını buluyoruz. Bunun güzelliğini, iyiliğini, faydasını, sanata, sanatkâra verdiği değer payını ben, bir türlü anlayamadım. Doğrusu hoşlanmıyorum da.

Karaosmanoğlu bunu niçin yapıyor bilmem? Yoksa bu, ilk gençliğinin garba hayran günlerine tekrar bir dönüş müdür? Türk’ü dünyanın ön safına çıkaran bunca harikalardan sonra, bunu ummuyorum. Tasallüfü ise, onun yanında pek küçük bulduğum için, aklıma bile getiremiyorum.

Bize ruh derinliğinin, gönül inceliğinin güzelliklerini bütün sıcaklığıyla sunan bu kudretli ve kıymetli sanatkâr, şimdi en olgun çağındadır. Hem ruh hem fikir ve müşahede zenginliği bakımından tekâmülün son merhalesine varmıştır. Artık en büyük eserini bekleyebiliriz.

Romanı, kuru hakikatler zincirinden ibaret sayanlar, ondaki zengin şiiri yadırgarlar. Bu yadırgama, şiirin ne tatlı bir ölçü ile esere yayıldığını göremediklerindendir. Gerçek sanat eseri, hiçbir zaman çoban çevresi ve azami hudutta hakikatlere bağlı kalmaz ve gerçek sanatkâr asla herkes gibi konuşmaz.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi