Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SÂMİ PAŞAZÂDE SEZAİ-EDEBİ PORTRELER

Sergüzeşt'i okurken esire âşık olan asil ressamı, hep eserin sahibi yerine kor, Sezai Bey’i bu his çerçevesi içinde düşünürdüm.

Aradan uzun zamanlar geçti. Bir gün Beyazıt’ta ona rastladım. İnce, kuru vücudu biraz öne eğilmiş, bembeyaz başı göğsüne düşmüştü. Bastonuna dayana dayana yürüyor ve bastonuna dayanan zayıf, dermansız ellerinde dolgun damarlar kabarıyordu. O zarif, gürbüz ressamla bu titrek ihtiyar birbirlerinden ne kadar ayrı varlıklardı!

Süleymaniye’deki kız lisesinde Türkçe okuttuğunu biliyordum. Madrid sefirliğinden bir çocuk sınıfına düşüşteki nasip cilvesi onu işte bu kış sabahında kim bilir tâ nereden kaldırıp şu deli poyrazın dalga dalga sarstığı yere atmıştı.

Sebebi güç anlatılır bir duyguya uyarak adımlarımı yavaşlattım. Onu geçmek, onu gördüğümü ona göstermek istemiyordum. Gördüğümü anlarsa, bana öyle geliyordu ki sanki soğuk artacak, zavallı ince pörsük derisi daha çok sızlayacaktı.

Sâmi Paşazâde on adım ileride titrek bir gölge gibi yürüdü. Geçmedim, beni ve ona bakan gözlerimdeki gamlı merhameti görmedi.

- Çalışan adama niçin acımalı? diyeceksiniz.

Size yalnız şunu söyleyeyim ki Sezâi Bey o tarihte yetmişine yaklaşmıştı. Bitkindi. Sınıfa değil, sanatoryuma lâyık bir halde idi.

İnsan bütün bir ömür çalıştıktan sonra, bu titrek günlerini rahat yaşayışa kavuşturmazsa, döktüğü alın teri, insanlığın vicdanını kanatsa yeridir.

Bu adam, içinde üç yüz kişinin beslendiği saray gibi bir yalıda doğmuştu. Bastığı yerlere ipek halılar serilmiş, kuş tüyü yastıklara dayanmıştı.

Gözlerini, Firavun mezarlarını andıran muhteşem dekorlar içinde açmış, altın saksılarda nazlı bir çiçek gibi büyütülmüştü.

0 başlangıç ile bu son arasında ne müthiş bir ayrılık vardı.

Onda eğer bir mirasyedi ruhu olsaydı, akıbetini yadırganmayacaktım. Hâlbuki işin içyüzü hiç de böyle değildir. Sâmi Paşazâde, doğduğu burjuva muhitinin inanışlarından ayrı bir ruh hamlesi gösterdi.

Sergüzeşt bunun şahididir. Eseri, esirliğin sanatkârca bir protestosu sayabiliriz. Kitabın hem his, hem fikir cephesinde bu inanış, göze çarpar.

Bütün bunlar bir tarafa bırakılsa bile, Avrupa tarzında ilk romanı, ilk küçük hikâyeyi veren bir zekânın, ihtiyarlığında yoksulluğa uğraması memleket hesabına yine bir acıdır.

Sezâi Bey, Tanzimat hamlesinin sanat cephesini işlemiş bir kahramandı. Onu bugüne göre değil, yaşadığı zaman çerçevesi içinde muhakeme edersek bu hakkını teslim ederiz. Küçük Şeyler, minimini bir hikâye kitabıdır. Fakat içinde bugün de zevkle okunacak sağlam yapılı hikâyeler var. Tiplerde ilk şaşmaz seciye çizgilerini onun kahramanlarında görüyoruz.

“Kediler”, “Pandomima”, “İki Yüz Kuruşa Bir Asır” gibi hikâyelerinde tahlil burgusuyla, görüş ve renk zenginliği el ele vermiştir.

İçinde fevkalâdelikler bulunmayan şeyleri sanat mevzuunun dışında sayanlar, ilkin bu eserlere karşı dudak bükmüşlerdi. Küçük Şeyler'in alçakgönüllü adı, birçoklarını alâkasız bırakmıştı. Fakat zaman onlara lâyık oldukları değeri verdirdi. Bugün Sâmi Paşazâde Sezâi’yi yeni hikâye ve romanda bir merhale olarak kabul ediyoruz. Sanat tarihinde durak yeri payesi herkese verilmez. Buna erenlerin ise adları, hizmet ettikleri dil yaşadıkça, hafızalardan silinmez.

Onu, bu bakımdan bizim gibi gelecek nesiller de selâmlayacaklar.

Buraya kadar söylediklerimiz, Sâmi Paşazâde’nin şahsiyetini ortaya koymuştur. Başka bir tasnif ile bunu tekrara lüzum görmüyoruz. Zaten bütün edebiyat tarihleri, onu Avrupaî tarzın ilk müjdecisi, birinci yaratıcısı olarak anarlar.

Ben yalnız bir noktaya işaret edeceğim. Sanatkâr, bolluk içinde hayata girmişti. Maddî ve manevî bolluk içinde... Yalının zengin bir kütüphanesi vardı. O, daha çocuk yaşında yabancı dil öğrenmişti. Gençliği seyahatle geçti. Bütün büyük dünya merkezlerini dolaştı. Observatiorı (müşahede) bakımından onun kadar talihli pek az kalem sahibine rastlanır.

Böyle zengin imkânlarla kuşatıldıktan sonra, nasıl olup da bu kadar az yazdığına şaşıyorum. Frenk eserlerini okumuştu. Orada bir muharririn küçücük bir ömür parçasına sığdırdığı büyük başarışları elbette yakından görmüştür. Hayatındaki vazifelerin de onun bütün kudretini alacak, bütün benliğini sömürecek bir ağırlığı yoktu. Yazmayışı gerçekten şaşılacak bir şeydir. Yazıp da neşretmemesini hiç de akla yakın bulmuyorum.

Bize verdiği eserler şunlardır:

1.    Sergüzeşt,

2.    Küçük Şeyler,

3.    Rümuzü’l-Edeb,

4.    İclâl,

5.    Şir. Küçük Bir Piyes

Hepsini toplasanız ancak büyükçe bir cilt tutar.

 

Bir Fransız münekkidi Alfred de Müse için, “Dehana inanmasam, az yazdığın için seni hainlikle itham ederdim,” diyordu. Müse, on yılda on bir cilt eser verdiği halde bu sitemlere lâyık görülürse, artık bizim neler söylememiz lâzım geldiğini siz düşünün. Fakat insafı elden bırakmayalım ve unutmayalım ki bizde, “Maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir,” zihniyeti vardı. Bütün eskiler de birer divanla tarihimizin şanlı sedirlerinde yer almışlardır

EDEBİ PORTRELER, GEZGİN HAKKI SÜHA

SON EKLENENLER

Üye Girişi