Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

KELOĞLAN MASALLARINA ÖRNEKLER

KELOĞLAN İLE HİNT PADİŞAHI

Bir gün sarayın önünden geçen Keloğlan, pencerede çok güzel bir kız görmüş. Bu gördüğü kız, padişahın kızıymış. Olduğu yerde durup, kızı seyretmeye başlamış.
O sırada padişah, avdan dönüyormuş. Keloğlan'ı kıza bakarken görünce:
-Ey Keloğlan, öyle durmuş nereye bakıyorsun?
Keloğlan da:
-Padişahım, sarayınızın penceresinde güzel bir kız gördüm. Ona bakmaya doyamadım. Beni bağışlayın! demiş.
Padişah çok kızmış. Adamlarına:
-Hemen bunu zindana atın. Kuru ekmekten başka bir şey vermeyin, demiş.
Padişahın adamları Keloğlan'ı yaka paça tutup zindana atmışlar. Keloğlan yıllarca zindanda kalmış. Bir gün Hint Padişahından bu padişaha bir mektup gelmiş. Acımasız bir insan olan Hint Padişahı mektubunda şöyle diyormuş:
"Sana bir değnek gönderiyorum. Bunun hangi tarafının kalın olduğunu bilemezsen önce senin başını keseceğim. Sonra da ülkende taş üstünde taş bırakmayacağım."
Padişah mektubu okuduktan sonra, önüne konan değneğe bakmış. Herkese sormuş. Fakat hiç kimse değneğin kalın tarafını bulamamış. Padişah, bir de kızıma danışayım diye düşünmüş. Kızını çağırtıp olan biteni anlatmış. Kız da:
-Babacığım, bunu ancak yıllar önce zindana attırdığın Keloğlan bilir, demiş.
Padişah:
-Aman kızım, koş sen sor. Belki bana karşı inat eder de söylemez, demiş.
Kız hemen zindana gitmiş. Keloğlan'a durumu anlatmış. Keloğlan gülmüş:
-Çok basit, demiş. Değneği suya bırakırsanız, hangi tarafı daha çok batarsa o tarafı kalındır... Ayrıca babana söyle akıl akıldan üstündür, diye eklemiş.
Padişah kalın tarafını işaretlediği değneği Hint Padişahı'na yollamış. Bunun üzerine Hint Padişahı, aynı soydan, aynı renkten ve aynı boydan üç atla birlikte bir mektup daha göndermiş:
"Bu atlardan hangisi ana, hangisi tay ve hangisi de tayın yavrusu? Bunu bilemezsen ordumla ülkene saldıracağım." diye yazmış.
Padişah bu işin içinden de bir türlü çıkamamış. Ülkesinde ne kadar seyis, ne kadar attan anlayan adam varsa hepsini çağırtıp sormuş. Hiç kimse bu üç atı birbirinden ayıramamış. Sonunda iş yine Keloğlan'a kalmış. Keloğlan, kendisinden yardım istemeye gelen padişahın güzel kızına:
-Bu da kolay bir soru. Ama siz beni ancak başınız sıkışınca arıyorsunuz. Yıllardır şu zindanda sadece kuru ekmek yiyorum. Eğer beni zindandan çıkarmazsanız size yardım etmem, demiş.
Kız, Keloğlan'ın şartını babasına bildirmiş. Padişah, Keloğlan'ı zindandan çıkarmış. Sonra da derdine çare bulmasını istemiş. Keloğlan:
-Padişahım, bu soru öncekinden de kolay, demiş. Atları bir ahıra kapatsınlar, ahırın önüne bir hendek kazsınlar ve içini suyla doldursunlar. Gerisini bana bıraksınlar.
Denilenler yapıldıktan sonra Keloğlan, eline bir kamçı alarak ahıra girmiş. Atları kamçılamaya başlamış. Atlar hendeğin önüne gelmişler. İçlerinden biri hendeği atlamış. Keloğlan:
-Bunu işaretleyin, anaç at budur, demiş.
Sonra diğer iki atı kamçılamayı sürdürmüş. O zaman ikinci at hendekten atlamış. Keloğlan bunun ana atın tayı olduğunu söylemiş.
Padişah atları bu şekilde belirleyerek Hint Padişahı'na cevabı göndermiş. Hint Padişahı:
-Bravo doğrusu. Bu sorumu da bildiler. Ama oyunun kuralı üçtür, diyerek bir mektup daha yazmış ve şöyle demiş: "Bana ülkenin biri en akıllısı, biri en büyüğü ve biri de sakallı olan üç kişisini gönder. Onları sorguya çekeceğim." Padişah, yine Keloğlan'a akıl danışmış. O da:
-Bana bir deve, bir keçi ve yeterli yol harçlığı verirseniz, bu işi hallederim, demiş.
Padişah Keloğlan'ın istediklerini vermiş. Keloğlan yola çıkmış, sonunda bir deve ve bir keçi ile Hint Padişahı'nın huzuruna çıkmış. Şöyle demiş:
-Bu deve en büyüğümüz, bu keçisakallımız, ben de ülkemizin en akıllısıyım.
Padişah bu cevabı çok beğenmiş:
-Peki, öyleyse bana gökte kaç tane yıldız olduğunu söyle, demiş.
Keloğlan da:
-Şu keçinin kıllarının sayısı kadar, diye cevap vermiş.
Padişah:
-Bunun doğru olduğunu nereden hilelim? deyince Keloğlan da:
-İsterseniz sayın ve görün, cevabını vermiş.
Elbette kimsenin yıldızları saymaya gücü yetmeyeceği için bu cevabı doğru kabul edilmiş.
Hint Padişahı ikinci sorusunu sormuş:
-Dünyanın ortası neresidir? demiş.
Keloğlan da:
-Keçimin ayağının bastığı yer; inanmazsanız ölçün ve bulun, diye cevaplamış. Padişah bu cevabı da çok beğenmiş:
-Aferin Keloğlan! demiş. Aç torbanı da sana bunların karşılığını vereyim.
Keloğlan torbasını açmış. Padişah eliyle para sayıyormuş gibi yaparak, şıkır da şıkır, şıkır da şıkır, diye sesler çıkararak sözde Keloğlan'ın torbasını altın ile doldurmuş. Keloğlan buna hiç ses çıkarmadan, torbasını parayla doluymuş gibi bağlamış. Sonra çarşıya çıkmış. Bütün kumaş tüccarlarının dükkânlarını gezmiş ve istediği kadar kumaş satın almış. Sonra da boş torbasını açarak sanki para sayıyormuş gibi şıkır da şıkır, şıkır da şıkır, diye sesler çıkarmış. Dükkân sahipleri bakmışlar ki Keloğlan para ödemiyor, hemen tutup padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah kumaş tüccarlarını dinledikten sonra bir de Keloğlan'ı dinlemek istemiş. Keloğlan da şöyle demiş:
-Padişahım, sizin bana şıkır da şıkır, şıkır da şıkır, diye sayarak verdiğiniz paraları ben de bunlara verdim. Buna rağmen benden davacı oluyorlar. Ben bu işi anlayamadım.
Padişah bir Keloğlan'a, bir de kumaş tüccarlarına bakmış ve Keloğlan'ı serbest bırakmalarını istemiş.
Keloğlan, o gece bir sürü pamuk almış ve vücudunu iyice yağladıktan sonra yere serdiği pamuklar üzerinde yatıp yuvarlanmaya başlamış. Böylece her yanı pamuklarla kaplanmış. Sonra da sarayın yolunu tutmuş. Nöbetçiler bu garip yaratığı görünce çok korkmuşlar ve kaçışmaya başlamışlar. Keloğlan da rahatlıkla saraya girmiş. Yatağında uyuyan padişahı dürterek uyandırmış.
Gözünü açan padişah, karşısında beyazlar içinde garip bir yaratık görünce çok korkmuş. Adeta dili tutulmuş. İçinden "Bu mutlaka Azrail'dir ve benim canımı almaya gelmiştir, diye düşünmüş.
Keloğlan:
-Ey padişah, senin canını almaya geldim. Şimdi benimle birlikte geleceksin, demiş.
Padişah çok korktuğu için, Keloğlan'ın isteğini yerine getirmiş. Keloğlan padişahı tutup saraydan çıkarmış. Sonra onu bir sandığın içine koyarak, diğer mallarla beraber develere yükleterek ülkenin yolunu tutmuş. Ülkesine gelince padişahının karşısına çıkmış. Top top kumaşları önüne yığmış:
-Bunlar size hediyemdir. Bir kısmını da kızınıza çeyiz olarak getirdim, demiş. Sonra Hint Padişahı'nı sakladığı sandığı açmış. Zavallı padişah öldüğünü sanıyormuş. Keloğlan:
-İşte kendini beğenmiş Hint Padişahı, demiş. Olanları anlatmış.
Padişah ve çevredekiler Keloğlan'ın akıllılığına şaşırmış. Padişah, Hint Padişahı'nı bağışlamış. Kızını Keloğlanla evlendirmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmış ve mutlu yaşamışlar.




UNUTKANLIĞIN CEZASI

Unutkan bir Keloğlan varmış. Anası onu ne zaman bir iş için gönderse, hep niçin gönderildiğini unuturmuş. Yine günlerden bir gün, anası onu çarşıya göndermek istemiş. Evde tuz kalmadığı için, oğluna tuz aldıracakmış. O zamanlar tuza "hiç" derlermiş. Anası:
"Git Keloğlan, çarşıdan bir kilo "hiç" al da gel!" Demiş. Oğlunun unutkanlığını bilen anası:
"Yalnız ne istediğini unutmamak için, yolda sürekli olarak, "hiç, hiç, hiç" diye, yüksek sesle anasının isteğini tekrarlayarak yolda yürümeye başlamış. Gele gele bir deniz kenarına gelmiş. Balıkçılar ağlarını atmış, balık bekliyorlarmış. Keloğlan'ın "hiç, hiç, hiç" diye oraya gelmesi adamları kızdırmış. Keloğlan’ı yakalayıp bir güzel dövmüşler. Keloğlan hayretler içinde:
"Aman ağalar, suçum nedir ki beni dövüyorsunuz?" diye sormuş. Balıkçılar da:
"Utanmıyor musun? biz balık tutuyoruz, sen ise hiçbir şey tutmamamız için, sürekli, "hiç, hiç, hiç" diye dua ediyorsun! demişler.
Keloğlan sormuş:
"Peki ne demem gerekir?"
"Allah daha çok versin denir."
Keloğlan bunu öğrendi ya, artık "hiç" i unutmuş, "Allah daha çok versin!" diye diye yoluna devam etmiş.
Biraz sonra sokağın birinden bir cenaze çıkmış, mezarlığa doğru gidiyorlarmış. Cenazeyi taşıyan insanlar, Keloğlan'ın sözlerini duyunca pek kızmışlar. Sürekli olarak tekrarladığı:
"Allah daha çok versin!" sözünden dolayı, Keloğlan'ı bir güzel dövmüşler. Dayağı yiyen Keloğlan yine şaşırmış:
"Aman ağlar, ne suç işledim ki beni dövüyorsunuz?”
Adamlar:
"Utanmıyor musun? Buradan bir cenaze geçiyor, sen ise; "Allah daha çok versin" diye dua ediyorsun," demişler.
Keloğlan her sözün, her yerde söylenmeyeceğini anlar olmuş. Sürekli olarak tekrarladığı o sözün, insanları incittiğini düşünerek, onlardan özür dilemiş. Böyle bir durumda ne demesi gerektiğini sormuş. Onlar da:
"Allah rahmet etsin, geride kalanlara sabır versin, diyeceksin!" demişler.
Keloğlan bu kez de:
"Allah rahmet etsin, geride kalanlara sabır versin!" diye diye yoluna devam etmiş. Bir süre sonra çok kötü bir şekilde kokan bir köpek leşine rastlamış. Hala, "Allah rahmet etsin, geride kalanlara sabır versin!" diyormuş. Bu arada oradan geçmekte olan insanlar, Keloğlan'a kahkahayla gülmeye başlamışlar.
Keloğlan onlara:
"Niye gülüyorsunuz?" diye sormuş.
Adamlar da:
"Niyesi var mı ey Keloğlan? İnsan, köpeklere Allah rahmet etsin der mi hiç?" demişler.
Keloğlan şaşkınlık içinde:
"Öyleyse ne diyeceğim?" diye sormuş.
"Örneğin, "Aman ne pis kokuyor" dersin, olur, biter."
Keloğlan bu kez de:
"Aman ne pis kokuyor, aman ne pis kokuyor!" diye, söyleye söyleye yoluna devam etmiş. Bu sırada yolu bir hamamın önünden geçiyormuş. Hamamdan çıkan iki kadın, Keloğlan'ın "Aman ne pis kokuyor!" sözüne çok alınmışlar ve kızmışlar. Onu bir güzel dövmeye başlamışlar. Neye uğradığını şaşıran Keloğlan:
"Aman teyzeler, bacılar, beni ne diye dövüyorsunuz?" diye sormuş.
Kadınlar da:
"Bir de utanmadan soruyorsun değil mi?., demişler. "Biz daha yeni hamamdan çıktık ayol. Neremiz pis kokuyor?"
Keloğlan, büyük bir yanlış yaptığını yine anlamış ve özür diledikten sonra, ne demesi gerektiğini sormuş. Kadınlar da:
"Oh, oh, mis gibi, ne güzel, ne güzel dersin, olur biter!" demişler.
Keloğlan da onların söylediği sözleri tekrarlayarak yürümeye devam etmiş. Birden kavga eden iki adamla karşılaşmış. Onlara doğru yürümüş. Bir taraftan da:
"Oh, oh, mis gibi, ne güzel, ne güzel!" deyip duruyormuş.
Keloğlan'ın bu sözlerini duyan kavgacılar fena halde kızmışlar ve kavgayı bırakarak Keloğlan'ın üzerine yürümüşler. Keloğlan kaçmak istemiş ama kaçamamış. Adamlardan bir güzel dayak yemiş. Ama daha önce olduğu gibi, bu dayağı da niçin yediğini tam anlayamamış.
Adamlara:
"Ağabeyler, kardeşler... Ne oldu size de, birden kavgayı bırakıp üzerime yürüdünüz? Size ne yaptım ki, benim gibi bir günahsızı dövdünüz?" diye sormuş.
Adamlardan biri de:
"Daha ne yapacaksın? Biz ikimiz kavga ederken, sen de karşımıza geçmiş, utanmadan:
"Oh, oh, mis gibi ne güzel, ne güzel!" deyip duruyorsun. Ayıp değil mi? Kavga edenlere böyle mi denir?" demiş.
Bunun üzerine Keloğlan:
"Peki ya, ne denir?" demiş.
Adamlar da:
"Yapmayın kardeşler, ayıptır, bu size yakışmaz, demen lazım!" demişler.
Keloğlan adamlarla barışarak, yanlarından "Yapmayın kardeşler, ayıptır, bu size yakışmaz!" diyerek ayrılmış. Bir süre yürümüş. O sırada bir sürü köpek, önünde boğuşmaya başlamış. Keloğlan da:
"Yapmayın kardeşler, ayıptır, bu size yakışmaz!" deyip duruyormuş.
Çevreden geçenler kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Keloğlan kendisine gülündüğünü anlayınca sormuş:
"Aman kardeşler, nedir komik olan, niçin gülüyorsunuz öyle?" demiş.
Adamlar cevap vermiş:
"Be hey Keloğlan! Köpeklere hiç öyle denir mi? Elbette güleriz!" demişler.
Keloğlan yine şaşırmış. Ne söylese kimseye beğendiremiyormuş bir türlü. Yine sormuş:
"Peki ya ne demem gerek?" demiş.
Adamlar da:
"Hoşt, pis köpekler, dersin, olur biter!" demişler.
Bu kez de Keloğlan "Hoşt, pis köpekler!" diye diye yola devam etmiş. Bu sırada yolu ayakkabıcılar çarşısına uğramış. Ayakkabıcılar ayakkabı yapacakları derileri geriyorlarmış. Keloğlan'ın "Hoşt, pis köpekler!" sözünü duyunca alınmışlar. İşlerini bırakıp onun üzerine yürümüşler. Eşek sudan gelinceye kadar dövmüşler. Keloğlan zor bela ayağa kalkmış ve yine sormuş:
"Ağabeyler, kardeşler! Bugün her önüne gelen beni dövüyor... Size ne yaptım da, beni böyle dövdünüz?"
Ayakkabıcılar öfke içinde:
"Daha ne yapacaksın? Bizi köpek ettiğin yetmiyor mu? Ağzından çıkanı kulağın duymuyor mu yoksa?" demişler.
Keloğlan, söylediği sözün, uygun yerde söylenmediğini tekrar anlamış. Adamlardan Özür dilemiş. Ama bu arada:
"Peki ya, ne demem gerekirdi size?" diye sormuş.
Adamlar da:
"Çek, çek uzasın. Çek, çek uzasın, demen lazımdı!" demişler.
Keloğlan oradan ayrılarak, yürümeye başlamış. Bir taraftan da:
"Çek, çek uzasın. Çek, çek uzasın!" diye yüksek sesle söyleniyormuş.
İşte tam o sırada, evinin kapısı önünde çocuğunun kulağını çekerek azarlayan bir adamla karşılaşmış. Keloğlan saf saf:
"Çek, çek uzasın. Çek, çek uzasın!" deyip duruyormuş.
Adam Keloğlan'a fena fena bakmış. Fakat Keloğlan hala o sözleri söyleyip duruyormuş. Birden adamın üzerine doğru yürüdüğünü görmüş. İçinden:
"Gene ne kabahat yaptım acaba? Şimdi de bu adamdan dayak yiyeceğim galiba!" demeye bile fırsat bulamadan, adamın tokadını yüzünde hissetmiş. Bir güzel dayak da ondan yemiş.
Keloğlan, acıyan yerlerini tuta tuta ayağa kalkmış ve adama:
"Aman ağabey, çocuğu dövdüğün yetmiyor da, beni de mi dövüyorsun? Ben sana ne yaptım ki, beni böyle dövdün?" diye sormuş.
Adam öfkeyle:
"Bir de utanmadan soruyorsun. Çocuğun kulağım çeken kimseye, "Çek, çek uzasın!" denir mi hiç?"
Keloğlan yaptığı hatayı anlamış. Ama bu durumda ne söyleyeceğini de sormadan duramamış. Adama:
'Peki ya ne demem gerekiyordu?" demiş.
Adam hala kızgın olduğu için, "Hiç öyle denir mi?" diye Keloğlan'ı azarlamış:
Keloğlan bu "hiç" sözünü duyar duymaz, anasının ne istediğini hatırlamış. Gitmiş bir kilo tuz almış ve eve doğru yönelmiş.
Keloğlan'ın anası, oğlunun böyle yorgun argın eve döndüğünü görünce merakla:
"A oğlum, ne oldu sana böyle?" diye sormuş.
Keloğlan başından geçenleri bir bir anlatmış anasına. Anası da ona:
"A benim keleş oğlum, her sözün bir yeri vardır. Her söz her yere uymaz ki... Aklını başına topla da, hangi sözün nerede kullanılacağım öğren. Yoksa basına nice işler gelir!" demiş.
Keloğlan o günden sonra böyle bir hata yapmamaya çalışmış.



ALİ CENGİZ OYUNU

Bir zamanlar çobanlık yapan bir Keloğlan varmış. Fakirlik canına tak dediği için, padişahın kızıyla evlenmeye karar vermiş. Bu kararını da gidip anasına anlatmış. Anası:
"Sen delirdin mi oğul? Ne dediğinin farkında mısın?" diyerek oğlunu çok sevdiği için, onun ısrarlarına dayanamayıp, padişahın kızını istemeye gitmiş.
Padişahın huzuruna çıkmış ve demiş ki:
"Yüce efendimiz! Benim bir oğlum var. Ona herkes Keloğlan der... Dünyada tek varlığım odur. Tutturmuş, padişahın kızını alacağım diye... Biliyorum, kızınızı bir çobana vermezsiniz. Ama ben analık görevimi yapıp, hiç olmazsa; "İstedim ama vermediler" demek için yanınıza kadar geldim."
Padişah, kadının bu açık sözlülüğünden pek hoşlanmış:
"Niçin vermeyeyim... O da genç değil mi? Ancak bir şartım vardır. Eğer gidip Ali Cengiz oyununu öğrenirse kızımı kendisine veririm."
Kadın bu cevabı alır almaz Keloğlan'a koşmuş, ona durumu anlatmış. Keloğlan ile anası birlikte Ali Cengiz denen adamı aramaya çıkmışlar.
Ali Cengiz, dilden dile dolaşan bir adammış. Bir sürü oyunları varmış. Gençler onun oyunlarını öğrenmek için giderlermiş.
Keloğlan'la anası az gitmişler uz gitmişler. Bir ara dinlenirken yanlarına bir adam gelmiş. Nereden gelip nereye gittiklerini sormuş. Durumu anlatmışlar. Adam gülmüş:
"Şansınız varmış. Aradığınız Ali Cengiz benim," demiş. "Keloğlan kırk gün benim yanımda kalsın, bütün oyunlarımı ona öğreteyim!"
Kadın oğlunu Ali Cengiz'e teslim ederek evine dönmüş.
Ali Cengiz'in karısı ve kızı Keloğlan'ı çok sevmişler. Bir gün kız Keloğlan'a:
"Bak" demiş, "Babam kırk gün ders verir ve kırkbirinci gün, bunları öğrendin mi diye sorar. Eğer öğrendim dersen, hiç acımaz kafanı keser. Çünkü babam, kendisinden üstün olan hiç kimseye tahammül edemez. Onun için sana sorduğunda "Öğrenmedim!" dersin.
Gerçekten de kırk birinci gün Ali Cengiz, Keloğlan'a oyunlarını öğrenip öğrenmediğini sormuş. Keloğlan da öğrenmediğini söyleyince:
"Hemen ananı çağır ve buradan çekip gidin. Çok aptal biriymişsin. Beni kırk gün boşu boşuna uğraştırdın." demiş.
Keloğlanla anası yola çıkmışlar. Yolda anasına:
"Ali Cengiz'in bütün oyunlarını öğrendim. Ama ona öyle söylemem gerekiyordu." demiş.
Tam o sırada önlerinden avcılar geçiyormuş:
"Bak şimdi öğrendiklerimden birini tatbik edeyim de gör. Ben tazı olacağım. Avcılar beni beğenip almak isteyecekler. Beni beş altından aşağıya satmazsın. Yalnız tasmamı avcılara verme."
O anda hemen tazı olmuş ve hızla bir tavşan yakalayıp avcıların yanına getirmiş. Avcılar hayatlarında böyle bir tazı görmemişlermiş. Hemen beş altın verip, satın almışlar.
Avcılar yeni tazılarıyla tavşan peşine düşmüşler. Yeni tazı bir tavşanın peşine düşmüş ve hızla gözden kaybolmuş. Keloğlan bir kayanın arkasında tekrar eski kılığına dönmüş. Avcılar karşılarında onu görünce sormuşlar:
"Buradan bir tazı geçti mi?"
"Biraz önce şu tepenin arkasına doğru koşuyordu."
Avcılar o tarafa doğru giderken, Keloğlan da geri dönüp anasının yanına gelmiş.
Ali Cengiz nasıl olmuşsa Keloğlanın yalan söylediğini anlamış, hemen onun peşine düşmüş. Yolda avcılara rastlamış. Avcıların başına geleni dinleyince, bunun kendinden öğrenilmiş oyunlardan olduğunu anlamış.
Bu arada, Keloğlan biraz daha para kazanmak için bir oyun daha oynamaya karar vermiş. Anasına:
"Bak şimdi ben bir koç olacağım. Boğazıma bir ip takıp beni pazara götür. Sakın on altından aşağıya salma. Boynumdaki ipi çıkarmayı da unutma. Eğer ipimle birlikte \erir-sen sonum kötü olur.
İkiyle der demez, hemen kıvrım kıvrım boynuzlu bir koç oluvermiş. Anası hemen boynuna bir ip takıp, pazara çekmiş. Herkes koçu çok beğenmiş. Tam bu sırada Ali Cengiz çıkagelmiş. Kılık değiştirdiği için kadın unu tanıyamamış. Kadına demiş ki:
"Ben koçu çok beğendim. Bir torunum var, onun için bunu mutlaka almalıyım, ileni de kaç altına salıyorsan, ben sana iki katını vereceğim!" demiş.
Kadın bunu duyar duymaz, koçun yularını falan unutmuş ve yirmi altını alıp koçun ipini Ali Cengiz'e uzatıyormuş ki, tanı o sırada işin kötü gittiğini anlayan Keloğlan hemen bir serçe oluvermiş.
Ali Cengiz durur mu? Hemen bir şahin olmuş ve Keloğlan'ın peşine düşmüş. Böylece padişahın bahçesine gelmişler. Şahin serçeyi yakalayacağı sırada, Keloğlan bir demet gül olup, padişahın kızının kucağına düşmüş.
Kız gülleri çok severmiş. Hele kucağına düşen bu güller o kadar güzel kokuyormuş ki, bunları çok sevmiş. Hemen babasının huzuruna çıkıp, bu kadar güzel kokan gülleri ona göstermek istemiş.
Bu sırada Ali Cengiz, bir dilenci kılığına girerek, sarayın kapısına gelmiş. Nöbetçiler, ne istediğini sormuşlar.
Ali Cengiz:
"Padişahı göreceğim. Büyük bir derdim var, onu arz edeceğim..."demiş.
Gidip durumu padişaha haber vermişler.
Padişah:
"Dilenci benden ne isteyebilir ki? Bırakın gelsin!" demiş.
Ali Cengiz saraya girmiş. Padişahın huzuruna çıkıp:
"Efendimiz kızınızın elindeki şu güller benimdir. Onların yeniden bana verilmesini istiyorum" demiş.
Kız, buna razı olmak istememiş. Ama padişah:
"Peki!" demiş, "Mademki bu güller şenindir, öyleyse al!"
Keloğlan bakmış ki, işler kötüye gidiyor, daha kız gülleri Ali Cengiz'e uzatmadan darı olup yerlere saçılmış.
Padişah ile kızı birden çok şaşırmışlar. Gözleri fal taşı gibi açılarak onları seyretmeye başlamışlar.
Keloğlan darı olarak yere saçılınca, Ali Cengiz de hemen bir tavuk olmuş ve darılan toplamak için bir sürü civciv çıkarmış. İşin yine kötüye gittiğini gören Keloğlan, bu kez hemen bir tilki olmuş.
Sonra da civcivleri ve tavuğu birer birer yemiş.
Padişah ve kızı olanları seyrettikçe, korkuları artmaya başlamış. İşte tam bu sırada Keloğlan insan kılığına dönmüş ve padişaha demiş ki:
"Padişahım! Ben bir çobanım. Hani anamı gönderip kızınızı sizden istemiştim, siz anama "Ali Cengiz oyunlarını öğrenirse kızımı ona veririm" demiştiniz. İşte ben de gidip
Ali Cengiz'in bütün oyunlarını öğrendim. Biraz önce gördüğünüz o dilenci kılığındaki adam, benim ustam olan Ali Cengiz'di. Onunla birlikte karşınızda yarışmış olduk. Sonunda Ali Cengiz'i yendim. Şimdi dünyada Ali Cengiz oyunlarını benden daha iyi bilen başka kimse yok. Eğer sözünüzde durursanız, kızınızı bana vermelisiniz.
Padişah düşünmüş, taşınmış... Eh, ne de olsa söz verdi. Padişaha sözünden dönmek yakışır mı? Ama bir de kızına sorması gerek elbette:
"Kızım, bu Keloğlan'ı ister misin?"
Kız, Keloğlan'ı gerçekten beğenmiş. Hem yakışıklı, hem de çok sevimli birisiymiş..
"Evet babacığım, isterim" demiş.
Artık kırk gün, kırk gece düğün dernek kurulmuş. Keloğlan ile padişahın güzel kızı evlenmişler.
Eee, Keloğlan anasını yanına almadan durabilir mi? Anasını da saraya aldırarak hep birlikte mutlu olarak yaşamaya başlamışlar.


AÇIL SOFRAM AÇIL – EFLATUN CEM GÜNEY


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde... Aç tavuk düşünde darı görürmüş; hastalar dersen, narı görürmüş; ben de ben olalı her gece sarı görürüm... Yumurta sarısı mı desem, kanarya sarısı mı desem, altın sarısı mı desem, ne desem; sarı mı dedin sarı; sarıyı görünce erir dağların karı! İşte gör, düşte gör; hayalde gör, düşte gör; olur ya, olamaz mı, olup bitenler az mı? Mademki altınlar sarı, sarılar da altın olsa, ne küp kalsa, ne külek , ağzı beraber dolsa; bununla bir şehir yaptırsam köyü beraber, seksen sekiz oda boyu beraber; içinde bahçesi, suyu beraber; vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Dört bacım olsa perde yüzünde, hiçbirinin olmasa dünya gözünde, dört saray kurdursam dağ üzerinde; vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Bin melik tarlam olsa su basar; vergi haktır elbet, buna kim küser; otuz beş de sürüm olsa beraber; -vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Dört bin devem olsa bir düz ovada, yirmi bin kuşum uçsa havada, beş on batman yağ eritsem tavada; vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Bin beş yüz ineğim, körpe danalı; iki yüz cariyem, eli kınalı; doksan da çobanım, beli kamalı; vah neyleyim, yürekte var, elde yok Her sene verirdim, on yük iane ; el avuç açmazdım hana, çobana; on iki bin atlı döksem meydana; vah neyleyim, yürekte var, elde yok... Böyle olsa ile bulsa bir araya gelse görmemişin bir oğlu, kör Memiş’in bir kızı doğsa, seyreyle sen gümbürtüyü, amma velakin lafla peynir gemisi yürümez ki koca koca sal yürüsün; yürüse yürüse yine masal yürür iyisi mi köşkü, sarayı bir yana, kurmayı, kuruntuyu öbür yana bırakalım da, biz kendi ocağımızın başına oturup kendi keyfimize bakalım:

Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir Keloğlan varmış...
Günlerden bir gün o Keloğlan bu sokak benim, şu sokak senin dolaşırken iki taş arasında bir on para bulur ama ne alsam, ne alsam diye düşünüp durur: “Üzüm alsam, çöpü çıkar! Erik alsam, çekirdeği çıkar! Et alsam, hani ocak? Ot alsam, hani bıçak? İyisi mi, kaygısız başım, ağrısız dişim; leblebi alırım da kütür kütür yerim, artanını da götürür anama veririm!” der, alır leblebiyi, düşer yola... Yine şura senin, bura benim derken varır bir kuyu başına. “Acep ne kuyudur bu kuyu, içilir mi ki suyu?” diye eğilir bakar; amma derinmiş kuyu, görünmez suyu; daha daha eğileyim derken yarım leblebisi suya düşmesin mi? Keloğlan’ın da aklı başından gider:


“A kara kuyu, kara kuyu! Sen esirge benden bir yudum suyu... Sonra dönüp elsiz, ayaksız gel de, al elimden leblebiyi; hoppala yavrum, hoppala! Nerdeymiş bu yağ bu yağma? De hadi, verirsen ver leblebimi, yok, yoksa taşım kırar, başını yararım senin!” der, bir söyler ses çıkmaz, iki söyler ses çıkmaz, üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar kuyudan: “Ne istiyorsun Keloğlan?” diye sorar... Keloğlan da: “Ne isteyeceğim, leblebimi istiyorum!” der. Arap bacı da. A Keloğlan, yarım leblebin, su perisinin düğününe çerez oldu; koca bir düğün halkı yedi yedi, bitmedi, hâlâ da yiyip duruyorlar; eksik, artık helal et! Onun yerine sana öyle bir sofra getirdim, öyle bir sofra getirdim ki, açıl sofram açıl!’ dersin, açılır; yersin, içersin; sana da yeter, ona da yeter; ne tükenir, ne biter. Sonra ‘kapan sofram, kapan!’ dersin kapanır” der, demesiyle kaybolması da bir olur Arabın... Keloğlan, “Bak hele şu kısmete, insanın kaşığına nasıl da çıkıyor!” diye düşünür, sofrayı omzuna vurup eve döner.


Çındılpıt deyip kapıdan girince, anası onu şöyle bir tepeden tırnağa süzer, sonra ağız, dilden söz açıp: “Ne o yine Keloğlan, ağzın kulağına varıyor?” diye sorar. Keloğlan anasının sözünü ağzında kor: “Açıl sofram açıl!” der demez, önlerine öyle bir sofra açılır, öyle bir sofra açılır ki... Çeşit çeşit yemekler; baklavalar, börekler... Bu defa da anasının ağzı kulaklarına varır; yerler yerler bitmez, içerler içerler tükenmez, sonra “Kapan sofram, kapan!” der Keloğlan, kapanır sofra!
Bir gün böyle, beş gün böyle, “Açıl sofram açıl! Kapan sofram kapan!” Ne od istiyor, ne ocak; ne kaşık istiyor, ne çanak...
Günlerden bir gün Keloğlan, anasının karşısına dikilir; .
“Ana, ana, canım ana! Şu konu komşuyu bir yemeğe çağırsak nasıl olur?” diye sorar.
Anası da:
“Aman deyim oğul, herkesin gözü götürmez, ya şu halimize göz değerse? Gene de sen bilirsin... Sen kendi başını kayır, öyle de olur, böyle de olur, ben yarım ekmeği açı, yarım ekmeğin tokuyum!” der, der ama Keloğlan bu söze omuz silker:


“Bak hele şu düşünüp kurduğun şeye!” der, gidip yedi mahalleye birden haber eyler ki, “Nimetimi yesinler devletimi görsünler de kadir kıymetimi bilsinler!” Akşama varmaz, bu haber koca memlekete dağılır. Aklı başındakiler:


“Keloğlan ne ocağın yanıyor, ne bacan tütüyor; elin adamlarını ne ile doyuracaksın?” diye biraz kulağını bükmek isterler ama o bu söze başını kaşır: “Misafir umduğunu yemez, bulduğunu yer, herkesin kısmetinde ne varsa, kaşığına o çıkar; elbet de tok oturanlar, aç kalmaz ya?” diye savuşturur onları. Gelgeldim, ilde ne cingöz adamlar var! Öyle her akıntıya pabuç bırakırlar mı? “Keloğlan daha bir baltaya sap olamadı, kendi karnını doyurdu da bizimki mi kaldı?” diye düşünür, çağırıltıya kulak asmazlar. Ancak, işin alayında olanlar:


“Keloğlan’ın gene bir oyunu var ama gidip de görsek ' mi ki?” diye düşünür. Karınlarını tıka basa doyurup yollarını o yana doğrulturlar; bir de gelip görürler ki, görülmedik, işitilmedik bir sofra. Keloğlan “Açıl sofram açıl!” diyor, açılıyor; gelen yiyor, giden yiyor, oğlan yiyip oyuna, çoban yiyip koyuna gidiyor, ne bitiyor, ne tükeniyor; misafirlerin ardı arası alındıkça “Kapan sofram, kapan!” : diyor, kapanıyor... Gelenler, görenler şaşırıp kalır buna... : Hepsi de içinden “Kanaat sofrası mı desem, keramet sofrası mı desem, ne desem, ne tükenmez bir sofra bu, Keloğlan’ın sofrası!” diye geçirir, yedisinden yetmişine kadar herkes imrenir ve karınlarını, burunlarını doyurduktan sonra hep bir ağızdan:
“Neler yedi bu diş ne altın oldu, ne gümüş; şimdiden geri, bize de böyle bir kanaat sofrası İhsan et hey yeri göğü yaratan!” diye bir sofra duası yaparlar.
Gelgeldim, sür sürelim; bu davet günü Keloğlan’ın başına gelen, pişmiş tavuğun başına gelmez. Ne olur nasıl olur? O gün bu sofracık “sırra kadem” basar! İşte o zaman Keloğlan’ın gözleri fal taşı gibi açılır. Anası başını bir sallar, iki sallar da:


“Demedim mi oğul herkesin gözü götürmez diye? Korktuğumuza uğradık işte! Şimdi yerde ara ki gökte bulasın... Ana sözü dinlemedikten geri, ben gayrı işine, aşına karışmam; ne halin varsa gör” der ve gene kendi yününü eğirmeye başlar.


Keloğlan “Hele bir sorup soruşturayım” diye, önüne gelen kapıyı çalar, her gördüğüne sorar. Kabahati gelin etmişler de kim oğluna almış! Kimsecikler oralı olmaz; herkes birbirinin üstüne atar: “Kim ne yapacak; çalsa, çalsa, eskici baba çalmıştır” derler; bu, dünyasına küsmüş de: “Çok şükür, ben kendi elimle, emeğimle geçinip gidiyorum, elin sofrasında, tasında gözüm yok benim. Alsa alsa Emeti ana almıştır” der; ona gider, o da: “Kudret helvası desen bende, sabır meyvesi desen bende; elin balında, malında gözüm yok benim” der. Sözün kısası, yer demir, gök bakır; bu sofracığı kaşla göz arasında kimin aldığı bir türlü anlaşılamaz. O zaman Keloğlan, kel başını kaşımaya başlar:
“Hımmm bildim, bildim, ne bu almıştır, ne şu çalmıştır; gene onlar yapmıştır bunu” der ve sihirli kuyunun yolunu tutar...


Keloğlan sihirli kuyunun yolunu tutar, tutar ama o gider, yol gider; o gider, yol gider, gölgesi de peşi sıra tin tin eder, derken akşamın bir saatinde kuyunun başına varır:
“A kara kuyu, kara kuyu! Bir verip, bir almak Allah’a yakışır, sen kimden öğrendin bu huyu? Perileri mi gönderdin? Pirleri mi gönderdin? N’ettin, n’eyledin? Ben uyur, anam uyanıkken sofrayı aldırdın evimden? Döne döne pazarlık olacaksa, ver sen de benim leblebiyi!” der. Bir söyler, kuyudan ses çıkmaz, iki söyler ses çıkmaz, üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar:


“Gene ne istiyorsun Keloğlan” der. Keloğlan da:


“Ne isteyecekmişim, ya aldığın leblebiyi, ya verdi» sofrayı, öyle ya o gün bugün doyduğum, doyacağı^ yok; anamın el kadar ekmeği de bana yetmiyor, imdi eli boş, yüzüm kara dönemem!” der. Arap bacı da: “Kem küm etme Keloğlan, senin yarım leblebi düğüne, derneğe harcandı, artanı da su perisine çerez oldu; bu defa da sana öyle bir değirmen getirdim, öyle bir değirmen getirdim ki„. Sağa çevirirsen altın öğütür, sola çevirirsen gümüş öğütür; bugüne de yeter, yarına da yeter, düğüne de yeter bayrama da yeter! Bileğine kuvvet; çek çekebildiğin, çevir çevirebildiğin kadar!” der, demesi ile kaybolması da bir olur.


Keloğlan, “Demek, kısmette bu da varmış” der. Değirmeni yüklenip eve döner. Keloğlan kapıdan girince anası baştan ayağa bir daha süzer onu: “Ne o Keloğlan, gene ne dolap çevirdin, gözlerinin içi gülüyor?” der. Keloğlan da: “Ne çevirdiğimi, ne çevireceğimi şimdi görürsün! Sen hele kalk, iki torba bul, getir bana” der.


Anası kalkar, kıyıyı köşeyi arayıp tarar; kırk yıldan kalma iki torba bulup buluşturur; birinin kırk yerinde kırk deliği, ötekinin kırk yerinde kırk yamalığı var ama ne ise...
Keloğlan soyunup dökünür, değirmenin başına geçer! Sağa çevirir, altın akar; sola çevirir, gümüş akar. Keloğlan’ın anası bakar da bakar, bakar da bakar; bir türlü gözlerine inanamaz; sonra “Peh peh peh, maşallah! Bu defa bu kaybolmaz inşallah!” diye, bir maşallah, iki maşallah ile şeytanın elini, kolunu bağlar.


Keloğlan bir gün böyle, beş gün böyle... Gece demez, gündüz demez; ne durur, ne dinlenir, sağ eli yorulsa, sol elini atar; sol eli yorulsa, sağ elini atar; kâh şu yana kâh bu yana çevirir; çevirdikçe de altın akar, gümüş akar; anası da dökülenleri devşirir toplar sandık, sepet, küp, külek demez, doldurur.


Ama gelgeldim, Keloğlan gelgeç akıllının biri… Bir gün olup kel başından yine kavak yelleri esmeye başar; gece gezip gündüz tozar; böylece haftalar, aylar geçer. Bir sabah anası bakar ki, ne baksın, küpteki altınlar eriyip akmış, gümüşler de suyunu çekmiş… Ak bürcekli hatuncağız neye uğradığını bilmez, hemen oğlunun yanına seğirtir; bir de görür ki ne görsün Keloğlan uyuz uykusuna yatmış, horul horul uyuyor; üç defa ‘lahavle" çeker, dördüncüsünde burnuna bir kıl tüttürüp uyandırır: “Keloğlan, Keloğlan beğendin mi, ettiğin işi» diye olup biteni yana yakıla anlatır. Keloğlan yine başını kaşımaya başlar:


“Hay ana, bak hele şu hayıflandığın şeye! Şimdi seni altına boğar, gümüşe gark ederim, getir şu değirmeni!” der, der ama anası rafı dolabı altüst eder, yok! Bereket versin, aklına düşer de, üç defa: “Estane, mestane! Gel kapıma, gir evime; yitirdiğimi ver elime!” der, demesiyle değirmenin ayaklarına dolaşması da bir olur: “Vah vah, keşke sofra için de vaktiyle bunu okuyup üfleseydim!” diye dövünür. Ne ise, değirmeni götürüp Keloğlan’ın karşısına diker. Keloğlan da “Ya Allah” der keçesinden doğrulur, “Ya Pir!” der, değirmenin koluna yapışır; ama sağa çevirmek ister, çevrilmez; sola çevirmek ister, çevrilmez! Paslı, pasaklı değirmen çevrilir mi ya, çevrilmez vesselam!
Anası ağzını açıp da he, yok demez ama. Keloğlan neye uğradığını bilmez, kel başını bir, bir daha kaşıdıktan sonra: “Hımm! Bildim, bildim... Bu ne cin işi, ne şeytan işi; bu gene onların işi! Bunu onların yanına bırakır mıyım sanki?” der, bir daha sihirli kuyunun yolunu tutar.


Keloğlan az gider, uz gider; dere, tepe, düz gider, bir de dönüp ardına bakar ki, bir arpa boyu yol gitmiş.
Hele bir mola verip biraz kestireyim şunun şurasında der; bir dulda yer bulup uzanır; nice sonra gözünü açar bakar ki kuyunun başında... Bir taş üstünde dinlenmeden, mendilini çıkarıp terini kurulamadan seslenir:


“A kara kuyu, kara kuyu, bir değirmen verdin ama hani ya bunun suyu? Sağa çeviriyorum, çevrilmem diyor; Sola çeviriyorum çevrilmem diyor, ya terk ettir buna bu huyu, ya da geri ver leblebimi!” der. Bir durur iki söyler; kuyudan ses çıkmaz; üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte… Keloğlan’ın beti benzi atar, dili dişi tutulur, ne “leb” diyebilir, ne “leblebi”, ne “kuyu” diyebilir, ne “suyu”. Amma valakin Arap bacı:


“Ham hum etme Keloğlan, sana öyle bir tokmak getirdim, öyle bir tokmak getirdim ki, kim haksızlık ederse ‘kudur tokmağım kudur’ dersin, kudurur! Vurur da vurur, vurur da vurur… Sonra ‘dur tokmağım dur’ dersin durur” der, demesiyle kaybolması da bir olur.


Keloğlan “Demek kısmette bu da varmış. Her başa yazılan gelir!” der. Tokmağı yüklenip eve gelir. Kapıdan girince anası:
“Ne o gene Keloğlan, yüzünden düşen bin parça oluyor” der, Keloğlan da:


“Görürsün şimdi gününü!” der ve “Kudur tokmağım, kudur” diye bağırır. Vay sen misin diyen! Kara tokmak Keloğlan’ın başına inip kalkmaya başlar. Keloğlan, “Dur tokmağım, dur” der, tokmak duymaz! Gene kel başın üstüne bir inip bir kalkar; Keloğlan iki göz iki pınar bir daha “Dur tokmağım, dur” der; bu defa da tokmak bu vay, vuy arasında dur’ u “vur” anlar; daha daha vurur, vurur da vurur, vurdukça vurur, Keloğlan’ın kel başı al kanlar içinde kalır. Sonunda can acısıyla avaz avaz bağırır da tokmak duyar ve durur.
Anası ocak başında oğlunun bu akıbetini görür- “Gülsem mı ki, ağlasam mı ki!” diye düşünür; ama ne güler, ne ağlar, sadece “Bu akılsız başa bu tokmak bile az!” diye söylenir. Bu söz üstüne Keloğlan köpürür, küplere biner ve anasının üstüne yürüyüp, “Kudur tokmağım kudur. Şu anam o olacağa bir, bir daha vur!” der, der ama tokmak kılını bile kıpırdatmaz. O zaman Keloğlan Hanya’yı Konya’yı anlar ama iş işten geçmiş olur, öyle ya suçun büyüğü kendinde... O sofracığı, çaldıran da kendi el değirmenim paslandıran da. Ettiğine, edeceğine bin pişman olup anasının eline, eteğine varır;


“Ana, ana, canım ana, hanımlardan hanım ana; ben ettim, sen eyleme!” diye yalvarıp yakarır.


Neye derler ki ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz. Kel olsun, kötürüm olsun; ciğerparesini atar, atar ama bası darda kalınca da koşup tutar.
Bundan ötürü Keloğlan’ın anası da kuzucuğunun garip garip meleyişine dayanamaz; suçunu, günahını bağışlar; sonra dizi dibine oturtup bir güzel de öğüt eyler:
“A kel oğlum, keleş oğlum; yılan yılan iken toprağı bile kanaatle yalar. Bundan örnek alacak yerde gösterişe düşüp de el âlemi başına toplamasaydın, o sofracık ne yiter, ne biterdi; o güne de yeter, bugüne de yeterdi.


Haydi, o sofracıktan oldun, ya şu değirmene ne demeli? Allah yine yüzüne bakıp haline acıdı da, bari bu işe koşulup sebeplensin diye bir de tutup bunu gönderdi. Dört ayağını uzatıp Tembel Ahmet gibi yatacağına bu değirmenin kulpuna yapışılacağı gibi yapışsaydın; sağ elin durursa sol elinle, sol elin yorulursa sağ elinle çevirseydin; ne paslanır, ne küflenir, altın, gümüş dediğin evimize oluk gibi akardı.


“Şimdi, son pişmanlık para etmez ama oğul, başına böyle bir felaket tokmağı indikten geri, belki aklın başına gelir de bundan sonra, ya Allah’ın verdiği ile kıt kanaat geçinir gidersin; ya da tuttuğun, tutacağın işe koşulacağın gibi koşulursun. Günün birinde önü söğütlü değirmen olamazsan bile, gözümün bebeği, evimin direği olursun inşallah” der.
Öğüt olur da kim tutmaz ki Keloğlan tutmasın! Ana öğüdü, öğütlerin anasıdır der; ekmeğini tuza batırıp oturacak yerde, varır, bir zorlu işe koşulur; gece demez, gündüz demez yorulur mu yorulur; evlerine altın oluk gibi akmaz ama alın terinden öyle bir pırlanta yapar, öyle bir pırlanta yapar ki, görenler parmağını ısırır. Gerçi sofralarını ne Arap bacı kurar, ne kum hacı kaldırır; ille velakin eli kolu dert görmesin, iki cihanda yüzü ak olsun, yine anacığı serer, anacığı derler; yerler, içerler, öte yana geçerler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...


KELOĞLAN İLE DEVLER

Bir varmış bir yokmuş, eski zamanların birinde, bir nine ile oğlu varmış. Kafası kel olduğundan, herkes o oğlana Keloğlan dermiş.

Keloğlan, keyfine çok düşkünmüş, sabah erkenden kalkar, akşamlara kadar sinek avlar, fare kovalar, daha güneş batar batmaz, uyuz kediler gibi ocak başına büzülürmüş. İş, güç ne yaparmış, ne de severmiş.

Yaşlı annesi, oğlunun bu miskin, bu tembel huyundan çok dertliymiş. Birçok kereler yahut sayısız defalar uyarmış, ama Keloğlan hiç aldırış etmemiş, sineklere avlamaya, tavuklara kışlamaya, dev gibi fareleri de kovalamaya devam etmiş.

O kadar tembellik ediyormuş ki, keçileri ile eşeği bile yaylıma götürmemiş, hayvancıklar açlıktan ölmüş.

Yaşlı annesi, artık daha fazla dayanamamış, oğlum, uşağım dememiş, almış eline kocaman bir sopa düşmüş peşine. Neresine gelirse pat pat vurmuş. Neredeyse, Keloğlan’ın kafası kırılmış.

Keloğlan bakmış ki anasının dayaktan vazgeçeceği yok, acımadan öldürecek, canlı canlı da mezara gömecek. Ardına bile dönüp bakmadan kaçıp gitmiş.

Çok para kazanmadan eve dönmeyecekmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, gide gide bir kasabaya inmiş. Karnı da çok ama çok acıkmış. Parası da ya azmış yahut hiç yokmuş. Bir kocakarının evine varmış, kapısını vurmuş, ekmek istemiş, yemiş... İş aramış, bulamamış, bir güzel de paylanmış. Geri dönmemeye pek kararlıymış ya, “Ne olur ne olmaz, dağlarda, ormanlarda lazım olur. ” diye düşünmüş. Bir demirci dükkânına varıp, kendine demir bir kılıç yaptırmış. Takmamış beline, almış eline. O kadar çok yol gitmiş ki, kaç köy, kaç kasaba geçtiğini unutmuş. Çok sessiz ve karanlık bir gecede, bir derin vadiye inmiş. Eli kılıcında, gözü sesteymiş. Bir gürültü ile irkilmiş. Kulak kabartmış, çok korkmuş. Bu sesleri daha önce hiç duymamış. İnmiş daha da aşağılara, gördüğü manzara, az kalsın aklını başından alacakmış. Birçok dev, bir arabadaymış. Durmadan konuşuyorlarmış. Meğer devler düğün yemeği pişirirmiş. Kocaman kocaman ocakları varmış. Ev büyüklüğündeki kazanların biri indirilip biri bindiriliyormuş. O kadar meraklanmış ki Keloğlan, daha yakından görmek için birkaç adım yürümüş. Her nasılsa devin birisi kendisini görmüş. Demir kılıç yaptırdığına çok sevinmiş. Ama bu kadar dev ile nasıl baş edeceğini düşündükçe, üzülmüş, korkmuş. Korkmakla olmuyormuş, yiğitliği tutmuş. Kendisine Bakınıp duran dev, çok neşeli bir kahkaha patlatmış, bütün dağları dalgalandırmış. Arkadaşlarına dönmüş, şöyle seslenmiş, “Bulduk, bulduk. ”Bir dev, “Ne buldun ” diye sormuş. Keloğlanı gören dev, ağzından salyalar akıta akıta, “Bir insan! ” demiş, “Bir insan! ”Başka bir dev, pek iştahlı imiş. “Çoktandır insan eti yememiştik. Ayağımıza kadar geldi. ” Hep birlikte bir “hey” çekmişler, Keloğlan ’ı yemeğe karar vermişler.

Keloğlan, bakmış ki durum ciddi. Kaçsa nereye kaçacak? Dövüşmeye kalkışsa beceremeyecek. “Şunları hele bir korkutayım. ” diye düşünmüş ve gayet sert bir sesle haykırmış: “Yüreğiniz varsa topunuz birden gelin! ”

Devler, yedi dağı titreten bir kahkaha atmış. “Acaba şu zavallı çocuk neyine güveniyor? ” diyen bir dev, Keloğlandın yanına çıkmış, demir kılıcı görünce irkilmiş, arkadaşlarına seslenmiş: “Hey dikkatli olun, Miron Padişahı’nın büyülü kılıcına benzeyen bir kılıcı var. ”

Bu sözler üzerine Keloğlan bayağı sevinmiş, hem de yalancı pehlivanlar gibi şov yapmaya, el kol sallamaya başlamış. Bir şeyler daha söylemiş: “Benden hatırlatması devler, acırım size, yazık olur hepinize. ” Devlerden biri biraz alaycı bir dille, “Çok kabadayılık yapıyorsun yavru insan. Enikonu bir kılıcın var. ” demiş. Keloğlan kılıcını havaya kaldırıp konuşmuş: “Şimdi kılıcımı iki kez sallarsam, hepiniz ölürsünüz. Çünkü zehir saçar. ” Çok korkmuş devler. Birkaç adım geri çekilmişler. Birkaç tanesi kaçıp gitmiş, birkaç tanesi korkusundan yerlere yığılmış. Bakmış ki söylediği her söz devler üzerinde büyük etkiler yapıyor, şöyle demiş Keloğlan: “Korkmayın, korkmayın! Eğer dediğimi yaparsanız kılıcımı sallamam. ” Bir dev, Emriniz olur Keloğlan. Hemen söyle ne istediğini. Yapmaya hazırız. Bize dokunma yeter ki. Ne olursun, yiğit delikanlı!”

O kadar çok şişinmiş ki Keloğlan, aç karnını bastıra bastıra emir vermiş devlere: En güzel yemeklerinizden bana güzel bir sofra hazırlayın bakalım. Hadi, durmayın daha öyle karşımda pısırık pısırık. Sallarsam kılıcı, sonunuz olur çok acı. ” Sevinmiş devler, bir de takla atmışlar kocaman kocaman gövdeleriyle. Titrek titrek konuşmuşlar. ‘‘Aman Keloğlan, kılıcı zehirli yiğit oğlan, dokunma bize, hemen sofranı hazırlıyoruz! ” demişler. Göz açıp yummaya kalmadan mükemmel bir sofra kurulmuş. Karnı çok aç olan Keloğlan, sofradaki yemeklerin tümünü yemiş. Biraz da yanma almış öteberilerden. Kalkmış yoluna giderken devlerden biri şöyle demiş: “Ey yiğit, seninle bir pazarlık yapalım mı?” “Ne pazarlığı? ” diye sormuş Keloğlan. “Şu kılıcını bize satar mısın? ” demiş dev.

Keloğlan ağırdan almış, işi iyice kıymete bindirmiş. “Hoppala... Oldu mu ya şimdi? Siz taşıyamazsınız ki onu. ” “Niçin taşıyamayız ki kılıcı? Biz çok güçlüyüz. ” diyen bir deve şu karşılığı vermiş:

“Üstelik o kadar pahalıdır ki bu, paranız yetmez. ” Yaşlı dev, “İki küp altına ne dersin Keloğlan?” diye sormuş. Bu öneri çok hoşuna gitmiş Keloğlan’ın. “Nerede altınlar? ” diye sormuş. Çok memnun kalan yaşlı dev: “Biraz ötede, Çengir Vadisi’nin düzlük yerinde. ” diye tarif etmiş.” “ Bir yahut sandık var. Altınlar o sandığın içinde. Bize yasak oralara yaklaşmak. Ama senin için bir sakıncası yok. Git ve al!”

Buna aklı yatmış Keloğlan’ın, şöyle karşılık vermiş: “Kılıcın ağırlığını azalttım. Özel bir duası var, onu okudum. Fakat zehir saçmasını engellemedim. Kılıcı şuraya bırakıyorum. Ben buradan tamamen uzaklaşıncaya kadar sakın dokunmayın. Çünkü kokumu alır almaz zehir kusar, benden hatırlatması. ”

Devler korkuyla karışık bir duyguyla, “Hay hay, emriniz olur Keloğlan, hele yürü git sen! ” demişler. Kılıcı yere bırakan Keloğlan, el sallayarak çekip gitmiş.

Çengir Vadisi ’ne varan Keloğlan, yakut sandığı bulmuş. Hemen omzuna alıp yola girmiş. Keyfinden de türkü söylermiş.

Biz bakalım devlerin haline.

Bir zaman sonra, kılıcı yerden almışlar, bir de bakmışlar ki ne zehir saçıyor ne de kesiyor. Kandırıldıklarını anlayan devler, bunu hazmedememiş. Bir insan yavrusunun oyununa gelmenin hırsıyla çileden çıkmışlar. Aralarından üç deve görev vermişler. Tutup Keloğlanı getirmelerini istemişler. Büyük bir intikam duygusu ile Keloğlan’ın peşine düşen devler, gitmiş, gitmiş, ama onu bulamamışlar. Yine devam etmişler, ama biri uçurumdan yuvarlanmış, biri yorgunluktan düşüp ölmüş. Üçüncüsü ise tek başına aramayı sürdürmüş. Keloğlan hâlâ gidermiş. Islığını da hiç kesmezmiş. Bir ormanlıktan geçerken, bir tilki ile karşılaşmışlar. İkisi de birbirini çok sevmiş. Selâmlaşmış, oturup iki laf etmişler. Tam bu sırada oturdukları yer titremeye başlamış. “Eyvah ” demiş tilki “Neler oluyor? ” Hemen, durumu arılamış Keloğlan: “Korkacak bir şey yok, bir dev bize doğru geliyor. ”

Fakat böyle derken tilkiye güvenirmiş Keloğlan. Yoksa korkudan az kalsın düşüp bayılacakmış. Yer sarsılmaya, havada toz bulutları belirmeye, ağaçlar da sallanmaya başlamış. Dev giderek yaklaşıyormuş. Keloğlan’ın yüzü gözü sararmış. Tilki, acımış arkadaşına. Biraz önce, erkeklik havaları atmasına zaten inanmamışmış. Moral vermek istemiş: “Buraların kralı benim Keloğlan, dev tek başına değil, ordusuyla gelse para etmez. ” Keloğlan sevinç içinde ellerini çırpmış, tilkiyi kulaklarından tutup sevmiş.

Tilki hesapsız yardım eder mi? Devin sıcak nefesi alev alev yüzlerini yalamaya başlamış, ama hâlâ tilkide bir hareket yokmuş. Keloğlan titremeye başlamış. “Etme tilki kardeş!” demiş, “Kurbanın olayım, kurtar beni şu devin elinden. ”“Ben seni kurtaracağım, ama sen de bana bir konuda yardımcı olacaksın. Anlaştık, değil mi?” demiş tilki.

Hiçbir şey düşünemiyormuş Keloğlan. “O iş o kolay, hadi artık ne yapacaksan yap! ” diye yalvarmış.

Tilki, havalara bakmış, etrafı dikizlemiş ve öyle bir ulumuş ki yer gök inlemiş. Bir anda yüzlerce tilki etrafına toplanmış. Bu kadar tilkiyi bir arada gören dev, korkusundan olduğu yere yıkılıp ölmüş. Tilki, yeniden ulumuş, yüzlerce tilki kaybolmuş. Keloğlanı bir düşünce almış, “Acaba tilki yakut sandığı ister miymiş? ” Tilki sitem etmiş, “Hâlâ ne istediğimi sormayacak mısın Keloğlan kardeş? ” Mahcup olan Keloğlan kuşkulu kuşkulu karşılık vermiş, “Sıkıntıdan hep unuttum, buyur seni dinliyorum. ”

 

Tilki anlatmış meramını: “Şu ileride bir ev ar. Bu evin avlusunda öyle güzel bir tavuk gördüm ki hâlâ unutamıyorum. Bembeyaz başı, altın gibi tüyleri var. Parıl parıl parlıyor. Kırmızı gagalarıyla rüyalarıma giriyor. Kaç defadır denedim, yakalayamadım. Kırk günden beri ortalıkta göremiyorum. Ne yap yap, bu tavuğu bana getir! ”

Tilkinin isteğinin yakut sandık olmamasına çok sevinmiş Keloğlan. “İstediğin buysa olmuş bil!” demiş hemen gitmiş. Araya sora, tavuğun sahibini bulmuş Keloğlan.

Selam vermiş. Yakut sandığı yere bırakmış. Tavuğun sahibi sormuş, “Nereden gelip nereye gidersin Keloğlan? ” “Uzaklardan gelip uzaklara gidiyorum ” diye cevap vermiş Keloğlan. Az sonra, çok güzel bir kızın, elindeki ayran tası ile geldiğini görmüş. Çarpılmış, başı dönmüş. Bakakalmış kıza. Ayranı başına dikmiş, üstüne başına dökmüş.

“Hah!” demiş, “Ben aradığımı buldum, altın küpü ve şu güzel kızı. Daha ne isterim ki! ” diye düşünmüş, tavuğu söylemeyi unutmuş.

Ev sahipleri “Bu sandığın içinde ne var?” diye sormuş. Keloğlan, “Altın var. ” diye yanıtlamış. Adamın gözleri fal taşı gibi açılmış, Bakışları sandıkta kalmış.

Mutlaka sahip olmak istemiş. Keloğlan’ın aklı fikri kızdaymış. Tilki bekleye bekleye ağaç olmuş, sinirinden ulumuş. Bunu işiten tavuğun sahibi “Avucunuyala!” diye söylenmiş. “Aaaa... Vay be!” demiş Keloğlan. “Ne var?” diye sormuş adam. “Ne öyle ay, vay deyip durdun? ” “Bir ses duydum. ” demiş Keloğlan, “Tilki sesiydi galiba. ” Asıl niyetini gizlemiş. Adamın sesi sertleşmiş: “Bıktım usandım bu pis düşmandan. Akşam sabah vurmak için bekliyorum, bir türlü denk getiremiyorum...” “Tavuğun, horozun çok mu ” demiş Keloğlan. “Hiçbiri umurumda değil. ” diye konuşmuş adam. “Yalnız beyaz başlı, kırmızı gagalı, altın tüylü bir tavuğum var ki!.. Tilkinin yüzünden kümeste ölecek. Görsen hele bir Keloğlan, dünyada bu kadar güzel tavuk yoktur. ” “Sat bana ” diyen Keloğlan ’a şöyle demiş adam: “Olur, ama pazarlıksız yumurta bile satılmaz. ”

Keloğlan, “Ne istersin?” demiş. Adam, “Sandıkla değişelim.” demiş. Keloğlan, “Çocuk mu kandırıyorsun? Hiçbir sandık altın bir tavuğa verilir mi be adam? ” Adam, “Sen özelliklerini biliyor musun tavuğumun? Ezbere konuşma. ” demiş. Meraklanmış Keloğlan: “Sahi mi, ne özellikleri varmış tavuğunuzun? ” “Çok güzel gıdaklar. ” diye cevap vermiş adam. Bir kahkaha atmış Keloğlan. “Gıdaklamayan tavuk mu olur? ” Adam, “îyi, ama benimki güzel gıdaklama yarışmalarında hep birinci gelir, çok para kazandım... ” “Bak, seninki sahiden pek hünerliymiş. Bir gıdaklasın da göreyim. ” demiş Keloğlan. Adam başını sallamış: “Şimdi olmaz. ” Keloğlan, “Neden olmazmış? ” demiş. Adam, “Tilki pusuda bekliyor, duymadın mı?” diye yanıtlamış. “Doğru, peki zaten kümesten çıkaramıyorsun, sat gitsin baha uygun bir fiyata. ” diye yeniden üstelemiş Keloğlan. Adam bu fikre bayılmış, “Öyle ya!” demiş içinden “Kümeste ölüp gidecek. ” Çelin bir pazarlık yapmışlar. İki kese altına anlaşmışlar. Tavukla birlikte sandığını da alıp yola koyulan Keloğlan, gidip tilkiyi bulmuş, tavuğu teslim etmiş. Çok teşekkür eden tilki, sevinçli sevinçli ormanlara doğru giderken Keloğlan da yakut sandığı omzunda köyün yolunu tutmuş. Keloğlan’ın bir sandık dolusu altınla geldiğini gören yaşlı anası, çok memnun olmuş, kucaklayıp bağrına basmış. Bir sürü de dualar etmiş. Keloğlan sandığı eve bırakmış. Anasına demiş ki, “Ne istersin ana, söyle de ineyim pazara. ” Birkaç yiyecek almasını söylemiş anası Keloğlan ’a. O da inmiş pazara. Doldurmuş çuvalları erzakla, yüklemiş eşeğine. Bütün köylüler şaşırmış bu işe. Artık herkes kızını vermek için sıraya girmiş. Anası da çok sevinmiş, ama Keloğlan, “Beni dün fakirken hor görenlerin kızını almayacağım ana, benim gönlüm, kırmızı gagalı, beyaz başlı, altın tüylü tavuğun sahibinin kızında, tez hemen istemeye git. ”

Anası, giyinmiş, kuşanmış, araya sora kızın babasını bulmuş. “Keloğlanın anasıyım, kızını istemeye geldim. ” demiş. Adam kızının böyle zengin birisi tarafından istenmesine öyle sevinmiş ki, hiç naz etmemiş, vermiş. Hemen süslemiş, allamış pullamış, katmış kızını yaşlı kadının yanına.

Bütün köyde herkese parmak ısırtan bir düğünle dünya evine girmiş Keloğlan. Çok mutlu bir ömür sürmüş karısı ve anasıyla.

(En Güzel Keloğlan Masalları, Emel İpek, Papatya Yayınları)

İLGİLİ İÇERİK

MASAL ÖRNEKLERİ

MASAL

MASAL HAKKINDA

MASAL NEDİR?

MASAL ÖRNEĞİ-DOĞRULUK

MASAL ÖRNEĞİ- SABIRTAŞI

KAŞIKÇI BABA MASALI

TÜRK MASALLARI ÖZETİ - NAKİ TEZEL