Müntehabât, güldeste, gülşen, seçki. Aynı mesleğe mensup sanatkârların (şair, yazar, ressam, bestekâr vd.) eserlerinden veya toplumun kıymet verdiği anonim ürünlerden seçilmiş örneklerin bir araya gelmesiyle oluşan kitap; ya da aynı konuda / temada yazılmış eserlerden yapılan seçki. Eski edebiyatımızdaki nazire mecmuaları ve şuarâ tezkireleri, antolojilerin bizdeki ilk / el örnekleri sayılabilir. Antoloji sözcüğü, edebiyatımızdaki bu türden eserlere 1930’lu yılların başından itibaren ad olmaya başlamıştır. Batılı anlamda bu türde ilk eser, Ziya Paşa’nın Harâbât’ı (1874) kabul edilirse, o tarihten 1931’e kadar geçen yaklaşık 60 yıllık süre içinde tabir, yaygın olarak müntehabât (seçilmişler, seçmeler), numûne (örnek), gülşen (gül bahçesi), gülzâr (güllük), güldeste, deste sözcükleriyle karşılanmış; bir başka deyişle, bugün antoloji dediğimiz o günkü eserlere, bu kelimelerden biriyle başlayan tamlamalar, ya da sadece kelimenin kendisi ad olmuştur. Bu kelimelerden bir kısmının, zaman zaman, aynı maksatla bugün de kullanıldığı görülmektedir.
Antoloji, telif bir eser olmayıp derlemek, toparlamak suretiyle hazırlanan bir kitaptır. ‘Seçmek, ‘bir araya getirmek’ ve ‘tertip etmek’ şeklinde üç aşamadan geçerek okura ulaşır. Antoloji hazırlama sürecinde en önemli aşama, birinci aşamadır. Antoloji hazırlayıcısı, ‘seçme5 aşamasında, mümkün olduğunca tarafsız kalmalı, bunun yanı sıra sanatın estetik ve etik ölçütlerini göz ardı etmeden, hoşgörü sınırını geniş tutmalıdır. Seçilen örnek, şairinin / yazarının sanatını öz hâlinde verebilmeli, onu sanatını genel çizgileriyle temsil edebilmelidir.
Antolojiler, okuru geniş bir arama zahmetinden kurtardığı için sevilen, aranan kitaplardır. Bu türden kitapların yayımlandıktan sonraki dönemlerde de aranması, itibar edilmesi için, emek mahsûlü ve ehliyetli kişilerin elinden çıkmış olması gerekir. Aksi takdirde, Necip Fazıl’ın küçümser bir eda ile bahsettiği şu duruma düşülebilir: “Antoloji... havasızlıktan bayılmış sinekler gibi, eski yeni, genç ihtiyar, bütün edebiyat şehidlerini bir anda canlandıran, boğaz boğaza getiren ve her birini ‘ben varım, ben varım’ diye bağırtan sihirli oksijen damlası, en doğru tabirle, kıymet dereceleri yerine, sükûtun ve hiçin örttüğü kıymetsizlik derecelerini kaydeden garip kimya kâadı...” (Kısakürek 1936 / b: 1)
Kaynak: Turhan KARAKAŞ, Edebiyat Terimleri Sözlüğü
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: