Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

YUSUF ZİYA ORTAÇ KİMDİR?

Yusuf Ziya Ortaç Türk şair, roman ve oyun yazarı, gazeteci, siyaset adamı. Türk ulusal edebiyatının geçirdiği en önemli değişim sürecinde, aruz vezniyle başladığı şiir çalışmalarını, Milli Edebiyat hareketinin etkisinde kalarak hece veznine çevirmiş ve "Beş Hececiler" olarak anılan şairler grubu arasında yer almıştır. Türkçenin sadeleşmesi için çabalamış, manzume ve düz yazılarında konuşma dilini kullanmıştır. Mizahi ve hicivsel yazılarının yanı sıra, tiyatro oyunu, roman, anı ve gezi türlerinde de çok değerli eserler kaleme almıştır.

Yusuf Ziya Ortaç, 23 Nisan 1895 tarihinde, İstanbul Kanatlarımın Altında'da dünyaya geldi. Ortaöğrenimi için Vefa Lisesi'ne gönderildi. Lise yıllarında, Servet-i Fünunculardan etkilenerek, aruz vezniyle şiirler yazmaya başladı. İlk şiiri, 1914'te yayınlandı. 1915 yılında, edebiyat öğretmeni olmaya heveslenince, o zamanki adı Darülfünun-ı Osmani olan, İstanbul Üniversitesi tarafından açılan yeterlilik sınavına girdi ve kazandı. İstanbul'da çeşitli okullarda, öğretmenlik görevini sürdürürken, edebi faaliyetlerine ağırlık verdi

Milli edebiyat akımıyla gelişen, öz değerlere geri dönüş düşüncesini benimsedi ve bu anlamda, ağır dille yazılan, sistematik kalıpları olan aruz veznini terketti. Hece vezniyle, günlük konuşma dilinde, sade, fakat akıcı şiirler kaleme almaya başladı. Genelde 11'lik ve 14'lük kalıplar kullandıysa da, farklı türde denemeler de ortaya koydu. Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek ve Halit Fahri Ozansoy'dan oluşan, "Hecenin Beş Şairi"nden (Beş Hececiler) biri oldu. Sosyal konulara ağırlık veren, lirik manzumelerinin yanı sıra, başarılı tiyatro oyunları da yazdı. 1918'de sahneye konulan "Binnaz" adlı oyunu, Türk tiyatrosunun gelişimine büyük katkı sağlayan, oldukça başarılı bir eserdi. Aynı yıl, kısa bir süre, "Şair" isimli bir şiir dergisi çıkardı. Türk Yurdu, Servet-i Fünun ve Büyük Mecmua gibi dergilerde pekçok şiiri yayınlandı. 1916'da, şiirlerini bir kitap altında toplayan şair, "Akından Akına" isimli ünlü mazume kitabını çıkardı.

Sonrasında, Diken adlı dergide mizahi yazılar yazmaya başlayan Ortaç, dönemin traji-komik edebi ve sosyal gelişmelerini alaya aldı. 1919'da, bir mizah kitabı olan "Şen Kitap"ı çıkardı. Aynı yıl, "Latife" adlı bir de piyes yazdı. Ardından, diğer bir hececi arkadaşı Orhan Seyfi Orhon'la birlikte, Türk edebiyat tarihinin en uzun soluklu dergisi olan "Akbaba"yı yayın hayatına kazandırdılar. İlk defa, 7 Aralık 1922 günü yayımlanan Akbaba, önceleri ayda iki defa; sonradan haftalık olarak basılmaya başlandı. Dergi, 55 yıllık yayım hayatı boyunca, gerek tasarım, gerekse üslup açısından, Türk dergicilik anlayışında birçok yeniliğe imza attı ve siyasal olayların kara mizahını yaptı. Değişen, yenilenen düşüncenin sesi olarak, monarşi yanlısı ve milli mücadele karşıtı Refik Halit Karay'ın "Aydede"sinin karşısında yükselen değerlere evsahipliği yaptı ve zamanla aynı kadroyla; fakat farklı söylemlerle onun yerini aldı. Kemalizmin, bağımsız bir devletin ve Cumhuriyetin en koyu savunucusu haline gelerek, karşıt görüşleri ve bunları dile getirenleri hicivsel bir mizahla alaya aldı. Orhan Veli Kanık'ın ön ayak olduğu "Garipçiler" akımını kıyasıya eleştiren Ortaç ve Orhon, bu akımın etkisinde yazın faaliyeti gösterenlere "Bobstil" yakıştırmasında bulundu.

Akbaba'nın en büyük handikapı ise, İstanbul'un modernleşen yaşam kültürünü konu etmesi, sadece bu şehri ve onun kültürel-sanatsal çehresini baz alması ve orta-üst düzey yaşam standardına sahip insanlara hitap eden bir dergi olmasıydı. Sütunlarını, dönemin pekçok yazarına açan dergi, edebi fikirlerin mizahi yansımasında serbest bir arena haline geldi. Türk edebiyatının çok sayıda genç yeteneğine bir nevi stajyerlik hizmeti verdi. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, İbrahim Alaattin Gövsa, Muzaffer İzgü, Ercüment Ekrem Talu gibi birçok ismin, yeteneklerini sergileme fırsatını bulduğu ilk yayın organı oldu.

Anadolu'nun sorunlarına kentsel bir bakış açısıyla yaklaşan Ortaç, cumhuriyetle birlikte, rejim yanlısı bir çizgide ilerledi. 1928 yılında, latin harflerine geçilmesiyle birlikte, tirajının oldukça düşmesi nedeniyle derginin yayınına ara verdi. Siyasi çalkantıların yoğunlaştığı 30'lu ve 40'lı yıllarda da, Akbaba'nın basımına zaman zaman ara vermek zorunda kaldıysa da, ölümüne kadar neşriyatını sürdürdü. 1933 sonrasında yeni harflerle, yenilenmiş şekilde Babıali'ye geri dönen Akbaba, şairin ölümünün ardından, 1977 yılına kadar, oğlu Engin Ortaç tarafından çıkarılmaya devam etti.


1 Temmuz - 15 Ekim 1928 tarihleri arasında yayımladığı "Meşale" adlı dergide, "Yedi Meşaleciler"e büyük umutlarla köşelerini açan Ortaç, söylevleriyle ihtilaf halinde olmaları nedeniyle dergiyi kapattı. Uzun bir aradan sonra, yine kitap çalışmalarına yönelen şair, 1938 yılında, "Bir Selvi Gölgesi" ve çocuk şiirlerinden oluşan "Kuş Cıvıltıları"nı yayınladı. 1946 seçimlerinde, Cumhuriyet Halk Partisi'nden seçimlere katıldı ve Ordu milletvekili olarak mecliste yer aldı. 1950 - 1954 arasında da mecliste görev yaptıktan sonra, siyasetten uzaklaştı. Zaman zaman roman türünde eserler de ortaya koyan Ortaç, "Kürkçü Dükkanı" (1931), "Şeker Osman" (1932), "Göç" (1943) ve "Üç Katlı Ev" (1953) gibi beğenilen romanlar kaleme aldı.

1950 sonrasında, şiirden ziyade, ağırlıklı olarak, mizah, gezi, anı ve biyografi türlerinde yazmaya başladı. Bu anlamda en bilinen eserleri, "Sarı Çizmeli Mehmed Ağa", "Portreler", "İsmet İnönü" ve "Bizim Yokuş"tur. 11 Mart 1967 günü, geçirdiği kalp krizi nedeniyle, İstanbul'da hayata gözlerini yuman Yusuf Ziya Ortaç, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Otuzdan fazla esere imza atan ünlü edebiyatçı, Türkçeyi sade, akıcı, yumuşak ve kuvvetli bir biçimde kullanmış; edebiyat çevrelerince "üslup ustası" şeklinde nitelendirilmiştir.


ESERLERİ:

ROMAN: Kürkçü Dükkanı (1931) Şeker Osman (1932) Göç (1943) Üç Katlı Ev (1953)

ŞİİR: Akından Akına (1916) Aşıklar Yolu (1919) Cen Ufukları (1920) Yanardağ (1928) Bir Selvi Gölgesi (1938) Kuş Cıvıltıları (çocuk şiirleri, 1938) Bir Rüzgar Esti (1952)

OYUN: Kördüğüm (1920) Latife (1919) Nikahta Keramet (1923)

MİZAH: Şen Kitap (1919) Beşik (1943) Ocak (1943) Sarı Çizmeli Mehmed Ağa (1956) Gün Doğmadan (1960)

GEZİ-ANI-BİYOGRAFİ: İsmet İnönü (1946) Göz Ucuyla Avrupa (1958) Portreler (1960) Bizim Yokuş 1966)

http://www.biyografi.info/kisi/yusuf-ziya-orta


BİR GÜN

Kavuşmak bir gün toprağa,
Bir bahar cümbüşü olmak,
Dört mevsimde ayrı ayrı
Tabiatın düşü olmak...

Bir buluttan düşen yağmur,
Bir yıldızdan damlayan nur,
Bir yeşil yaprakta huzur,
Bir gonca gülüşü olmak...

Yazın savrulmak harmanda,
Kışın şahlanmak ummanda,
Fecre karşı bir ormanda,
Bir kuşun ötüşü olmak...

Yusuf Ziya Ortaç

 

İLGİLİ İÇERİK

YUSUF ZİYA ORTAÇ ŞİİRLERİ

ŞİİRLER

YUSUF ZİYA ORTAÇ

BİNNAZ ÖZETİ - YUSUF ZİYA ORTAÇ

YAHUDİ ADASI - YUSUF ZİYA ORTAÇ

İĞNELİ FIÇI - YUSUF ZİYA ORTAÇ


 




YUSUF ZİYA ORTAÇ

Hadika-i Meşveret Mektebi’nin son sınıfı... Ayrık döşeme tahtaları budak delikleriyle yer yer oyuk, perdesiz, bakımsız bir oda. Harap sıralar, içinden kurt kemirmelerinin gıcırtılı eriyişi duyulan bir kürsü. Duvarlarda haritalar, sağda bir karatahta. Bu sefil biçimsizlik ortasında zengin bir talebe kaynaşması. Bütün sıralar dolu. Korkunç bir yaş farkı. Tüysüz çocukların yanı başında burma bıyıklı adamlar. Aramızda hattâ birkaç sarıklı da var.

Ben Yusuf Ziya’yı işte bu dekor içinde tanıdım. Edebiyat meraklıları, sınıfta çarçabuk birbirleriyle buluşup anlaşırlar. Tanışmak için merasim beklenmez. O yaşa mahsus tatlı lâubalilik, bütün setlerini bir hızda aşar.

Ben, Faruk Nafiz, o bir sıraya yerleşmiştik. Edebiyattan başka hiçbir derse kulak vermez, gizli gizli öteberi okurduk. Teneffüste kol kola dolaşır, şiir okur, hezeyandan az farklı edebî münakaşalar yapardık.

Yusuf Ziya’nın sınıfa ilk girişi hâlâ hatırımda.

Sermubassır Mehmed Bey getirmişti. Bize:

- Yeni arkadaşınız Yusuf Ziya! diye takdim etti.

Püskülü yanda tablalı bir fes, şeftali esmerliğinde renkli bir yüz. Kalın, dağınık telli kaşlar altında biraz fırlak donukça gözler. Halinde yaşını yadırgatan bir ağırlık var gibiydi. Gülünce beyaz dişleri nemli parıltılarla çakıyor, gözleri yumuklaşıyordu.

Tabiî, çabucak dost olduk. Benim Türk Yurdu'nda çıkan bir şiirimin, hocamız Süleyman Şevket tarafından sınıfta övülüşü, onda da şiirlerini bastırmak hevesini uyandırmıştı. Bu imrenişi, değerli bir istidadın kabuğunu kırarak ortaya çıkmasına sebep oldu sanıyorum.

O zaman İçtihat, hem gözde hem sürümlü mecmua idi. Yusuf Ziya’nın ilk manzumeleri orada göründü. Cenab’ın tesiri altında idi. Fakat ondan yeni, ondan sade yazıyordu. Niçin başkalarının değil de Cenab Şahabeddin’in tesiri altında idi? O vakitler, tabiî bu noktaları düşünmeme imkân yoktu. O yaşta, o bilgi çerçevesi içinde temayüllerin, taklitlerin hangi sebeplerle ruhlarda birleştiğini nereden kestirebilirdim.

Fakat bugün Yusuf Ziya’nın şahsiyeti tekemmül edip kendine mahsus bir renge sahip olduktan sonra hükmediyorum ki onu Cenab’a doğru iten iç havası, sadece bir beğenme, bir imrenmeden doğma değildi. Yusuf Ziya’ya, bütün şairler içinde Cenab’ı seçtiren, kendisindeki bir yaradılış benzeyişidir. Ziya’da da Cenab’daki gibi çok renkli bir hayal kabiliyeti, bir muhayyile zenginliği vardı. İşte bundan ötürüdür ki bu genç ruh kendine en yakın olarak Cenab’ı bulmuş ve ilk örnekleri onun yazılarından meşk etmişti.

“Gecenin Humması” şiiri çıktığı gün, onun bu kabiliyetini, bizden evvelki nesillerin ileri gelenleri de tasdikten çekinmediler. Hattâ Ali Canip, daha cömert davranarak bir makale de yazdı.

Yusuf Ziya, tam şahsiyetini bulduğu gün, büyük muharebe patlamış, ortalık allak bullak olmuştu. Birkaç ayda ekmek telâşı, insanları yalnız mideden ibaret bir hale koydu. Şiir ve edebiyat, ancak hamasi bir çeşni içinde biraz nefes alabiliyordu.

İstanbul’dan bir edebî heyetin Çanakkale siperlerine gönderilişi de muhitte yaşayan bu yalçın havayı gösterir.

Yusuf Ziya, bu heyetle birlikte gitmediği halde, gidenlerden daha çok yazdı.

Ey milletim uyan ki zekâ bakmadan görür!

mısraına yeni şahitler getirdi. “Nöbetçi ve Yıldız” şiiri, o zaman en çok beğenilen manzumelerden biridir. Bir aralık hocalığa başladı. Geçim dünyasının çizdiği dolambaçlı yollara başvurdu. Epey dertli, ıstıraplı günler geçirdi. Şair bir gönül, sanatkâr bir ruh için ıstırap bir gıdadır. Şiir çiçeği, alevden saksılar içinde açar ve kanla, yaşla sulanır. Alevden saksıya dönmüş bir yürek kolay taşınmaz. Sanatkârlığın da dervişlik gibi bir çilesi vardır.

Yalnız şunu unutmayalım, sanatkârın muhtaç olduğu ıstırabı yoksulluk mânâsına anlamak yanlış olur. Danonçiyo, maddî refahın arşında iken de ıstırap içindeydi. Yusuf Ziya, zor bir ömrü sürüklüyor, dar bir ufuk içinde çırpınıyordu.

İşte bu türlü maddî azaplar onu gazeteciliğe sürükledi. Gazetelerde fıkracılık etti. Ben fıkracılığa düşmanım. Sanatkâr doğanlar bu işe girmemelidirler. Çünkü fıkra, adamı damla damla tüketir. Bir değirmen çevirecek kadar bol bir su, damla damla harcandıkça, nasıl bir avuç toprağı bile ıslatamazsa, kendinden büyük eserler beklenen bir sanatkâr da fıkra hudutlarında öylece şekilsiz, verimsiz kalır. Kendini ebedîleştirecek bir âbide kuramaz.

Yusuf Ziya bunu zamanında anladı. Fakat yaşamak ıztırârı yine büyük hamleler yapmasına imkân bırakmadı. Bir gün onu Akbaba ile mizahçılık sınırlarına girmiş gördük. Fakat mizahta ne yaptı, diye kendi kendimize sorduğumuz dakikada verecek cevap bulamıyoruz.

- Para kazandı! desek belki doğru olmaz. Hele hiç haklı olmaz. Çünkü bizde haftalık mecmuaların adama ne temin ettiği pek de kapalı bir sır değildir.

Arada sırada bu ruh darlığını onun da sezdiğini, başka ufukları zorladığını gördük. Büyük çaplı, ağırbaşlı mecmualar çıkardı. Bu türlü mecmualar ise, ne yazık ki bizde ömürsüzdür. Nitekim bunlar da birer ikişer parıltıdan sonra sönüp gittiler.

Yusuf Ziya’nın bugün de, yarın da yaşayacak tarafı bunlar değildir. Bence onun ve arkadaşlarının en kuvvetli varlıkları, edebiyatımıza yeni bir ses, yeni bir dil, yeni bir âhenk getirmeleridir. Şimdi kısaca “Hececiler” diye anılan ve nankörce inkâra çalışılan bu zümre, sanata dil samimiliğini, öz benliğimizin saltanatını getirdi. Yusuf Ziya, bu cephede vazife almış bir simadır! Onun şiirlerindeki lisan bugünün dilidir. Yarınki torunlarımız da onu anlayacak, sevecek, eserlerinde kendi dertlerinin yumuşak yelpazesini bulacaklardır.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER

 

İLGİLİ İÇERİK

YUSUF ZİYA ORTAÇ ŞİİRLERİ

ŞİİRLER

YUSUF ZİYA ORTAÇ

BİNNAZ ÖZETİ - YUSUF ZİYA ORTAÇ

YAHUDİ ADASI - YUSUF ZİYA ORTAÇ

İĞNELİ FIÇI - YUSUF ZİYA ORTAÇ