Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş
M.Abdülfettah Şahin
'İkra= Oku', ilahî emri, O en şerefli varlığın zatında tecellî ile beşere emanet edilen sonsuz kemâlata muhâtab ve mükellef olmak için bir vazife verme ve davettir.
Müşâhade edilecek, mânâ ve muhtevası anlaşılacak, anlaşıldıkça da, Hâlık'ın nizam ve kudretinin büyüklüğüne, ihtişam ve güzelliğine vukuf kazanılacak olan bu kâinat, Levh-i Mahfûz'un bir tecellîsi ve yansımasıdır.
Allah, insan haricindeki canlı ve cansız her varlığı 'kalem' olarak vazifeli kılmış, böylece de her varlık kendisine tevdî edilen, kendisinde tecelli eden vak'aları kaydetmiş ve kaydetmektedir.
Canlı ve cansız her varlık bir kitaptır. Bu îtibar iledir ki, 'Gör, müşahade eyle' suretinde değil de 'Oku' şeklinde bir emir vâki olmuştur. Zîrâ, kitap ancak okunur. Her biri birer kitap olan varlıklar ile dolu ve pırıl pırıl bu kâinat, elbette ve muhakkak ki, ilâhî bir kütüphanedir. İnsandan gayri bütün varlıklar sadece 'yazmak' ile mükellef tutuldukları hâlde, insan, hem yazmak... ama ve hem mutlaka 'okumak' vazifesi ile şereflendirilmiştir.
İlim, kâinatta tecellî edegelen nizâm ve değişik şekilde tecellî eden şeylerin birbiriyle olan münâsebetlerini idraktan ve bu idrakların tasnifi ve bir araya getirilmesinden ibarettir.
Kâinattaki bu nizam, nizamdaki ehemmiyetli hassasiyet ve muvâzene, kafiyen rastlantılara verilemez. Binâenaleyh, böyle bir nizamın elbette bir kurucusu ve vaz' edicisi vardır. Hem de, varlığı her şeyden daha ayan bir kurucu.
Her nizam, ortaya konmadan önce tasavvur edilir. Tıpkı, kâğıda dökülüp çizilmeden önce bir mimarî planın, mimarî dimağında tasavvur edilmiş olacağı gibi... Beşerin kesâfetli yapısı ve düşüncesi, bu tasavvur ve var olmaya nasıl bir şekil verir, o bir tarafa; kâinat çapındaki bu nizam, Levh- i Mahfuz ise, mukayyed nizam da, Kur'ân-ı Kerim'dir ve Levh-i Mahfûz'un âyinesidir.
Buna göre insan okuyacaktır. Okudukça anlamaya çalışacak, zaman zaman yanlış anlayacak, hatalar yapacak; tecrübelere girişecek; hata - sevap potasından geçirdiği ilim cevherini itimat ve güvenirliliğe, emniyet ve sağlamlığa ulaştıracaktır. Bakmak başka; görmek başka; anlamak başka, anladığını kabullenip şuur ve gönlüne mâl etmek başka; bütün bunlardan sonra tatbik etmek başka, tatbik ettiğini de gayra teslim ve tevdî etmek tamamen başkadır.
Evet, idrakle ilgili bütün bu başkalıklar dâima olup durmaktadır. Zîrâ, kâinatta birçok kanunlar vardır ve bunlar, kanun Vâzı'ı tarafından fevkalade bir ahenk içinde cereyan ettirilmektedir. Bunlardan birkaçı şunlardan ibarettir:
1. Tek'ten çok'a gidiş
2.Çoklar arasında benzerler, farklılıklar ve zıtların bulunuşu,
3. Zıtlar arasında faal bir denge ve ahenk
4. Münâvebe (peşi peşine vazife devir teslimi)
5. Öğrenme, unutma ve yeniden öğrenme
6. Cehd ve gayret
7. Tahlil ve terkib (çözülüp - sentezlenme)
8-İlham ve inkişaf (içe doğma ve açıklığa kavuşma)
İnsan, bu kanunların bütününe tâbidir. Bu îtibar iledir ki, elbette çok insan olacaktır ve insanlar arasında benzerler, farklılar, zıtlıklar bulunacaktır. Keza, insanlar arasında benzer, farklı fikir, görüş, inanış, davranış ve hareketler de olacaktır. Ancak bütün bu fıtrî zıtlıklar durgun, boş değil; canlı ve faal bir muvâzene içinde olacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki sadece imanı hedef alan bir gidişin ilmi kaybetmesi ve sadece ilmi hedef alan bir gidişin de imanı ihmâl ve kaybetmesi vuku bulacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki, ilim ve cehil, ikrar ve inkâr, fazilet ve redaet, zulüm ve adalet, muhabbet ve nefret, mücâdele ve barış içinde olma, gevşeklik ve atâlet muhtevalı bir tevekküle dayalı yaşayış temposu ve davranış tarzına mukabil; her şeyi insanın yapabileceği inancına dayalı sabırsız bir sür'at, haşin bir 'bozup-yapma, yıkıp-kurma' ihtiras ve cinneti gibi esasların ve hâllerin peşi peşine gelmesi münâvebesi de vuku bulacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki; hatta o Müstesna varlık, beşerin Medâr-ı iftiharının öğrettikleri dahi unutulabilecek ama mutlaka yeniden hatırlanıp yeniden öğretilecektir. Keza; böyle bir cüz'lere ayrılma, bir tahlil, bir çeşitlenme, bir çoklaşma sonunda, elbette bunda da bir yeniden ele alma, bir terkib cereyan edecek ve elbette bir ilham, bir zuhur da olacaktır.
Bütün bunlar olmuştur, olmaktadır ve aralıksız olmaya devam edecektir. Hazret-i Musa'ya içtimaî ilimleri ve içtimaiyatın sıhhatle devamını mümkün kılacak olan emirler 'On Emir', Hazret-i İsa'ya beşerî münasebetlerde yumuşaklık, şefkat, muhabbet ve müsamaha, sabr ü tahammül; Hazret-i Peygamber'e (s.a.v.) bütün bu hususlara ilâve olarak ilim, irade, hikmet, muvâzene, te'lif, terkîb, özlü anlatma (icmal) ve eksiksiz ifade (tekmîl) bahşedilmiş idi.
Bu itibar iledir ki; Müslüman olmak diğerlerinden bir bakıma daha külfetli, daha mes'ûliyetli; ama bir o kadar da latif ve yüksektir. Zira, içtimaî esaslar yanında, muhabbet ve müsamaha, hilm ü şefkat; sabrü tahammül yanında ilim, irade, hikmet, denge, te'lifçi ve terkipçi olmak gibi daha yüksek hususiyetleri de gerektirmektedir.
Bundan ötürüdür ki; fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi ilimler sahasında yapılan keşifler, temin edilen terakkiyât, sonunda Levh-i Mahfûz'da tasavvur edilip, Kur'an-ı Kerim'de kayda tâbi tutulan ve kâinatta yer yer ve peşi peşine tezahür eden esaslardan bazılarının anlaşılmasına ve genişçe idrâk e-dilmesine hizmet ettiğinden dolayı, bütün ehl-i keşif ve himmeti tebrik ve takdir gerektir. Ancak, böyle bir hizmetin, kazanç ve muvaffakiyetine mukabil, Hâlık ve Nâzım'ı inkâr, ilahî ilham ve irşadı red, insanı ilâhlaştırma, insan iradesini mutlak hâkim kılmak gibi bir kayba ve dalâlete düşmekten, insanlığı korumak da icâb edecektir.
Fizik ve kimya laboratuvarlarında yapılan tecrübelere, öğrenilmiş kanunlara uyularak, fizik, kimya ve biyoloji vak'alarına yeni istikâmetler verilmezse, ibda ve ihtirâdâ' bulunmak muvaffakiyetine istinaden, gittikçe sabırsızlaşan, gittikçe hızlanan, gittikçe küstahlaşıp mes'ûliyetsizleşen, bir cüret ve keyfîlik üzere, insanı ve insan cemiyetini dahi, bütün bütün kaybetme ihtimali var. Evet, değişik tecrübelere tâbi tutulma sath-ı mailinde yuvarlanmakta olan bugünün beşer ölçülerine karşı, insanın bir 'labaratuvar hayvanı', insan cemiyetinin de bir 'labaratuvar' olmadığını lâyıkıyla hatırlanmak lazımdır.
Mevcut ilimleri donukluk ve durgunluktan, kuruluk ve abesiyetten kurtarmak; evvela ilimlere esas teşkil eden meselelerin lâyıkıyla anlaşılmasına yardım edecek; saniyen insan irade ve zihninin payına düşeni edâ, his ve kalbî sezişlerini, bir iç müşahede ile müşahede ettirmiş olacaktır.
O zaman işleyen aydın bir enfüs fasîh bir lisân kesilecek ve karşısına konulmuş kâinatı kelime kelime, satır satır okuyacak, tıpkı bir kitap gibi. Zâten kâinatı bir kitaptan farklı görmek de âdeta imkânsızdır. Hele hele tekvînî emirlerde ilk yaratılan 'kalem' olarak anlatılıp da, tenzîlî fermanda da ilk emir 'oku' olursa...
Ne var ki, bu mesele, zannedildiği kadar kolay da değildir. Zahirî ve bâtınî hassaların faal ve vak'alar karşısında titiz oldukları nispette bir duyuş, bir görüş olsa bile, bu hassalardan bir tanesindeki arıza büyük ölçüde diğerlerini de tesirsiz kılar.
Onun için Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'da körlük, sağırlık ve dilsizlik beraber zikredilir. Zira tekvînî emirler gözle okunduğu gibi, tenzîlî emirlerin ilk ma'kes bulacakları esrarlı perde de kulaktır. Ve bu müşahede ve duyuşa tercüman ise lisândır.
Binâenaleyh, âfâk ve enfüsü göremeyen, kulağına geleni de duymayacak, duysa da anlamayacaktır. Keza; kulağına çarpan ilâhî emirlerle uyanmamış bir gönül. Şeriat- i Fıtriye ile abes olarak iştigalden kendini kurtaramayacaktır.
Demek ki 'oku', bir bütünleşmenin ve bütünleştirmenin; bir müşahede ve değerlendirmenin; bir görme ve onun yanında sezmenin; sonra da bu iç irfana dili tercüman kılmanın ifâdesi oluyor ki bizim için ilk emir olması, ne kadar manidardır.
Asrın Getirdiği Tereddütler I, NİL Yayınları, 1998, s. 1-7