Dinî-tasavvufî muhteva taşıyan bestelenmiş şiirlerin genel adı.
Türk edebiyatında nazım türleri belirginleşmeden önce dinî muhteva taşıyan her türlü şiire ilâhi denirken daha sonra tasavvufî temaları işleyen ve Türk din mûsikisinin makam ve usulleriyle bestelenerek dinî toplantılarda okunan şiirlere ilâhi adı verilmiştir. Bu şiir türü ve dinî mûsiki formu hakkındaki bilgiler oldukça dağınık ve karışıktır.
Dolaylı da olsa konuyla ilgili ilk ciddi araştırmaları yapan M. Fuad Köprülü ve Reşit Rahmeti Arat en eski Türk şiiri örneklerinin ilâhiler olduğunu söylemişlerse de hakkında fazla bilgi vermemişlerdir. Bir edebiyat terimi olarak ilâhiyi "mutasavvıf şairler tarafından yazılan, dinî ve ilâhî fikirleri ihtiva eden şiirler" diye tanımlayan Tâhirülmevlevî tevhid. münâcât, na't ve istigâseyi de bu tür şiirler grubu içinde ele almıştır. Arapçada ise ilâhi "en-neşîdetü'd-dîniyye, el-egâni'd-dîniyye, el-mevâlîd" gibi adlarla anılır (Mecdî Vehbe- Kâmil Mühendis, s. 56).
Özellikle şiirde tür ve şekillerin müstakil isim ve vasıflar kazanmasından önce ilâhi kelimesiyle hemen her türlü dinî şiir kastedilmiş: tevhid, na't, münâcât. devriye gibi türlerle kaside, gazel, tuyuğ. rubâî, kıta vb. nazım şekilleri Türk klasik edebiyatının aslî unsurları haline gelince kelimenin anlamı daralıp, besteli dinî şiir formu olarak daha özel bir tür halinde mûsikiyle özdeşleşmiştir. Dinî muhtevalı manzum ve yarı manzum sözler mûsikinin etkileyici gücü ve bunları icra eden kişilerin müzisyen hüviyetleriyle dinî merasimlerde daha tesirli olmuş, böylece ilâhi kavramı mûsikiden ayrı düşünülmemiştir.
Eskiçağ'lardaki pek çok milletin geleneğinde olduğu gibi Türkler'de de şairler sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinaslık. hekimlik, din adamlığı vb. vasıfları şahsiyetlerinde toplamış, halkın büyük değer verdiği kişilerdi. Şaman, kam, baksı veya ozan adlarını taşıyan bu kişiler, çok eski devirlerden beri Oğuz boylarının şölenlerinde, av törenlerinde ve matem âyinleri olan yuğlarda çok defa kendi yazdıkları manzum-yarı manzum sözleri mûsiki eşliğinde okuyarak ilâhilerin ilk örneklerini ortaya koymuşlardır (Köprülü, Edebiyat Araştırmaları I, s. 72-102). İslâm öncesi örneklerden üç Mani ve yedi Burkan manzumesinin ilâhi şeklinde olması (a.g.e., s. 213-242) Türkler arasında bu türün köklerinin çok eskilere kadar uzandığını gösterir.
İlâhi kelimesinin İslâmî Türk edebiyatında bir türün adı olarak ne zamandan beri kullanıldığı bilinmemektedir. Türklerin Müslüman olmasından sonra telif edilmiş elde mevcut ilk eserler olan Kutadgu Bilig, Dîvânülugati't-Türk ve Atebetü'l-hakâyık'ta ilâhi kelimesi geçmez. Ahmed Yesevî'nin Dîvân-ı Hikmet'inde de kelime bu manasıyla yer almaz. Yesevî tarzında şiir yazan Hakîm Ata. Süleyman Ata gibi şairler tarafından ilâhi içerikli manzumelerin "hikmet" adıyla kaleme alınmış olması, kelimenin izlerini daha sonraki devirlerde Anadolu'da aramak lâzım geldiğini gösterir. Yûnus Emre de şiirlerinde ilâhi kelimesini bir edebî tür anlamında kullanmadığı gibi divanının en eski yazmalarında şiirlerin başlığı olarak bu kelimeye rastlanmaz (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 3889). Ancak Yûnus'un bir lakabının "gûyende" olduğuna veya Yûnus-ı Gûyende adında bir başka Yûnus'un mevcut bulunduğuna dair menkıbevî malûmat, bu sıfatın ona şairliğinden veya şiirlerini mûsikiyle yani ilâhi tarzında söylemesinden dolayı verilmiş olması ihtimalini düşündürmektedir. Öte yandan Fuad Köprülü, mutasavvıf şairlerin XIII. yüzyıldan başlayarak kendilerini diğer şairlerden ayırmak ve ilham kaynaklarının kutsî ve ilâhi mahiyetini göstermek için "âşık" unvanını kullandıklarını, özellikle tekke şairlerinin kendi manzumelerine şiir demeyerek "ilâhi, nutuk, nefes" adını verdiklerini kaydeder (Edebiyat Araştırmaları I, s. 186).
Anadolu'da önemli bir teşkilâtlanmaya sahip zümreler arasında Babaîler ile onları takiben ortaya çıkan Râfizî grupların ve anîlerin toplantılarında teganni ve raks ederken okudukları şiirlerden bazılarının ilâhi adıyla anılabilecek dinî manzumeler olması mümkündür. XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başlarında Anadolu'da yaygın olduğu bilinen Rifâiyye tarikatının zikir meclislerinde okunan manzumelerin ilâhi olduğunu tahmin etmek 9üç değilse de bunlara ilâhi denildiğini tesbit mümkün olmamaktadır. Yine aynı dönemlerde Anadolu'da Türkçe dinî şiirler söyleyen ilk mutasavvıf şairlerden kabul edilen Şeyyad Hamza'nın lakabı olan "şeyyad" kelimesinin, yüksek sesle manzumeler okuyup dinleyenleri coşturan kimselere verilen bir lakap olduğu anlaşılmıştır (İA, XI. 493-497).
Türkçede ilâhi kelimesinin bir edebiyat ve mûsiki terimi olarak kullanıldığı metinler XVII. yüzyıldan geriye gitmemektedir. Daha önceki devirlerde Anadolu'da ilâhi yerine "savt" ve "savt okumak" tabirinin kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Hacı Bayrâm-ı Velî'nin annesinin çamaşır yıkarken savt okuduğuna dair meşhur rivayet bunu teyit eder (Ergun, I. 15). Bugünkü tesbitlere göre ilâhi kelimesi, "bestelenmiş dinî-tasavvufî şiir" anlamıyla ilk olarak Evliya Çelebi'nin eserinde geçmektedir: "Bu taifeler hoş avaz ile sefere müteallik ilâhi okurlar. Bazıları da 'Allahümme yâ hâdî âsân eyle yolumuz' ilâhisini kıraat ederek Alay Köşkü dibinden ubûr ederler" (Seyahatname, I, 525). XVIII. yüzyıl şairlerinden Sünbülzâde Vehbî Lutfiyye'sinde dilencilerden bahsederken kelimeyi, "İşiten Yûnus ilâhisi sanır / Bu edasın gören âdem usanır" beytinde zikretmektedir. Bu örnekler, kelimenin XVII. yüzyıl ortalarından başlayarak bu mânada kullanıldığını göstermektedir. Bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren tertiplenmiş mûsiki mecmualarında da (Ergun, 1, 6) artık kelimenin yaygın biçimde yer aldığı görülmektedir.
İlâhiyi halk edebiyatına bağlı bir nazım şekli olarak inceleyenler olduğu gibi tekke veya tasavvuf şiirine ait bir nazım biçimi kabul edenler de vardır. İlâhilerde 7. 8, 11, 14 ve 16'lı kalıpların kullanıldığı ve genellikle 7 (4 + 3), 8 (4 + 4) hecelilerin dörtlük: 11 (6 + 5,4 + 4 + 3), 14 (7+7) ve 16 (8 + 8) hecelilerin de beyitler halinde yazıldığı görülmektedir. Dörtlüklerin kafıyelenişi koşma, beyit birimiyle yazılanların kafiyeleşişi ise gazel tarzındadır. Hece vezniyle yahut halk ve âşık edebiyatı nazım şekillerinde ilâhilerin kaleme alınması. Alevî ve Bektaşî şairlerince son zamanlara kadar sürdürülmüştür.
XV. yüzyıldan itibaren ilâhi içerikli şiirlerin aruz vezniyle de yazıldığı ve bunun ileriki asırlarda gittikçe rağbet bulduğu anlaşılmaktadır. Bunda, bestekârların manzumeleri ekseriyetle divan şiirinden seçmelerinin tesiri olduğu gibi ilerleyen asırlarda mutasavvıf şairlerin daha çok aruzu kullanmaya ve klasik şiirin nazım türleriyle eser vermeye başlamasının da etkisi vardır. Sözleri bestekârlarına ait eserlerde ise bestekârların klasik şiir kültürünü almış olduğu hemen hissedilmektedir. Bu arada özellikle musammat gazelin musammat koşma ile benzerlikler taşıması da bu geçişi sağlayan bir özellik olarak görülür. Bunu, türün en güzel örneklerini ortaya koyan Yûnus Emre'nin bazı şiirlerinde görmek mümkündür. Divan şiirinde en çok gazellerin ilâhi olarak bestelendiği bilinmektedir. Fakat az da olsa musammat çeşitlerinden murabba ve muhammes ile kıta, tuyuğ, rubâî gibi nazım şekilleriyle yazılmış ilâhi içerikli manzumeler de mevcuttur.
İlâhilerin çoğu yalın anlatımı olan basit şiirlerdir. Büyük pirlerden ekserisinin şair olmadığı halde ilâhi türü şiirler söylemiş olması, bu manzumelerin birer sanat şiirinden çok duyuş şiiri olmasına yol açmış ve onlara didaktik özellikler kazandırmıştır. Zaman içerisinde ilâhi konularında farklılıklar görülmeye ve daha geniş bir tasavvuf düşüncesi yer almaya başlamıştır.
Dinî mûsiki terimi olarak ilâhi, din dışı Türk mûsikisindeki şarkı formu gibi gazel, koşma, rubâî, murabba, muhammes, müseddes vb. nazım şekilleriyle yazılmış güftelerin yine şarkı şemasına az çok benzer formdaki bestelerinin adıdır. Ancak ilâhilerde güftenin konusu kadar bestenin makam ve usulünde de dinî-tasavvufî duyguyu yansıtanlar tercih edilmiştir. Kural olarak hemen her makamda ilâhi bestelenebilirse de fazla tiz seslerde dolaşmayan ağır makamların çoğunlukta olduğu dikkati çeker. Güfte mecmuaları ve bazı repertuvarlar incelendiğinde ilâhilerin daha çok acem, acem-aşiran, bayatı, bestenigâr, dügâh, eviç, hicaz, hüseynî, hüzzam, ırak, mahur, neva, rast, sabâ, segah, uşşak, tâhir makamlarında bestelendiği görülür. İlâhi bestelerinde küçük usullerin yanında büyük usuller de kullanılmıştır. En çok kullanılan usuller sofyan, düyek, evfer. devr-i hindî, muhammes, çenber, evsat, devr-i kebîr, berefşan ve hafiftir.
İlâhiler, genellikle okundukları yere göre cami ve tekke ilâhileri diye ikiye ayrılmakla beraber bunların dışında değişik zaman ve mekânlarda okundukları da bilinmektedir. Meselâ güftesi Yûnus Emre'ye ait olan. "Ey enbiyâlar serveri / Ey evliyalar rehberi / Ey ins ü can peygamberi / Ehlen ve sehlen merhaba" mısralarıyla başlayan Zekâi Dede'nin uşşak ilâhisi, üç aylara mahsus olmakla birlikte mevlid ayında dergâhlarda yapılan kıyam ve devran zikirlerinde, güfte ve bestesi itibariyle tevşîh formunda bulunduğundan tevşîhli mevlidlerin başlangıcında mi'rac bahrinden sonra, özellikle de merhaba bahrine girmeden önce okunurdu. Bu ilâhi ayrıca ramazan ayında, "Yâ merhaba dost merhaba / Mâh-ı mübarek merhaba" veya. "Yâ elveda dost elveda / Şehr-i ramazan elveda" nakaratı ilâvesiyle teravih namazının ilk dört rek'atından sonra veya namazlardan sonra minareden verilen temcîdlerde de okunurdu. Birden fazla kişi tarafından okunduğu için cumhur ilâhisi diye adlandırılan eserler ise tekke ve camilerde okunmaktaydı.
Meydan ilâhileri de denilen tekke ilâhileri zikrin çeşitli yerlerinde okunuşuna göre ayrı isimlerle anılmıştır. Zikrin ayakta devamı esnasında okunanlara kıyam ilâhileri, oturarak zikredildiğinde okunanlara kuûd ilâhileri, dönerek yapılan zikir esnasında okunanlara devran ilâhileri denmiştir. Ayrıca zikrin usulünü belirlemeye yarayan ilâhilere de usul veya zikir ilâhileri adı verilmiştir. Yûnus Emre'nin, "Aşkın ile âşıklar yansın yâ Resûlellah" mısraıyla başlayan ilâhisi Halvetîler'ce pek meşhur olan usul ilâhilerindendir. Halife olmaya hak kazanan dervişin başına tarikat tacı tekbir ve dualarla giydirilirken Yûnus Emre'nin, "Dervişlik baştadır tacda değildir" mısraıyla başlayan sabâ, segah ve nikriz makamlarında bestelenmiş ilâhisi zâkirler tarafından okunurdu. Bu törenlerde okunan eserlere hilâfet cemiyeti ilâhileri denilirdi.
Eskiden özellikle tekkelerde ve camilerde aylara göre seçilmiş ilâhiler okunurdu. Muharrem ayında Kerbelâ Vak'ası'na, özellikle de Hz. Hüseyin'in şehâdetine, Ehl-i beyt sevgisine dair okunan ilâhiler muharrem ilâhileri veya kısaca "muharremiyye" adıyla anılırdı. Mevlid ayları denilen rebîülevvel ve rebîülâhir aylarında yapılan mevlid merasimlerinde mevlid tevşîhleri ve na'tlar yanında güftelerinde Resûl-i Ekrem'e ait unsurların bulunduğu ilâhiler okunurdu. Halk arasında büyük ve küçük tövbe adlarıyla anılan cemâziyelevvel ve cemâziyelâhir ayları tövbe ve istiğfar zamanı olarak kabul edildiğinden güftelerinde bu konulara yer verilen ilâhileri okumak tercih edilmişti. İçinde regaib ve mi'rac kandillerinin bulunduğu receb ve şaban aylarında bu aylara ait ilâhiler okunurdu. Ramazan ayında camilerde kılınan teravih namazlarının her dört rekâtından sonra okunmaya mahsus eserler ramazan ilâhileri adıyla anılmıştır. Ramazanın ilk iki haftasında okunan ilâhilerin güfteleri. "Merhaba yâ şehr-i ramazan" mısraıyla başlar veya bu mısra nakarat halinde tekrar edilirdi.
Uğurlama geceleri denilen son iki haftada okunmaya mahsus olan ilâhilerde ise ramazanın sona ermesinden doğan hüzün terennüm edilir, "Elveda yâ şehr-i ramazan / Elveda ey mâh-ı mübarek" gibi mısra ve nakaratlara yer verilirdi. Şevval, zilkade ve zilhicce aylarında hac farizasının kutsiyeti ve mukaddes yerlerin özlemini terennüm eden ilâhiler okunurdu. Tarikat mensupları ile meşâyihin cenazeleri, cenaze ilâhisi adı verilen ve güftelerinde dünyanın geçiciliğini, ölümü, âhiret hayatını konu edinen ilâhiler okunarak kaldırılırdı. Güfteleri Yûnus Emre'ye ait olan, "Ömür bahçesinin gülü solmadan" mısraı ile başlayan rast ilâhi ile. "Bir tahta yaratmışsın / Hâlim onda yazmışsın" beytiyle başlayan neva-uşşak ilâhi bu tür eserlerdendir.
Okuma çağına gelen çocukların mektebe gidecekleri ilk gün gerek evde gerekse âmin alayı denilen bir törenle evden mektebe kadar ilâhiler okuyarak götürülüşü esnasında okunmaya mahsus ilâhiler mektep ilâhisi diye anılmıştır. Yûnus Emre'nin, "Allah emrin tutalım / Rahmetine batalım" beytiyle başlayan ilâhisiyle, "Yâ ilâhî başlayalım ism-i bismillah ile" mısraıyla başlayan besmele ilâhisi bunlara örnektir. Hafızlık törenlerinde güftesinde Kur'an'dan, Kur'an öğrenmenin ve hafızlığın faziletinden bahseden ilâhiler okunurdu. Güftesi Yûnus Emre'ye, bestesi Zekâi Dede'ye ait olan, "Ne bahtlı ol kişi ki okuduğu Kur'an ola" mısraıyla başlayan hüzzam ilâhi bunlardan biridir. Düğün gecesi damadın camiden eve getirilmesi sırasında tertip edilen nikâh alaylarında okunan eserler de damat veya nikâh ilâhileri adıyla anılmıştır. Düğün öncesinde yapılan kına merasimlerinde de kına ilâhisi olarak adlandırılan ilâhiler okunurdu. Annenin çocuk sahibi olmakla Cenâb-ı Hakk'a şükrünü, çocuğunu korumasını ve çocuğu hakkındaki duygularını ifade eden ilâhilere ninni ilâhileri denir. Bunların başında ve sonunda "hû hû hû Allah, lâ ilahe illallah" gibi nakaratların yanında tekbir, tevhid, hamd, salâtü selâm ve besmelenin tekrarlanması ilâhilerin nakarat bölümlerini hatırlatmaktadır. Güftesi itibariyle Türkçe-Arapça, Türkçe-Farsça veya üç dilde birden yazılmış ilâhiler de bulunmaktadır.
İlâhi okumakla görevli kişilere genel olarak "ilâhici" adı verilir. Başta cami ve tekkeler olmak üzere medrese ve mektepler gibi çeşitli vakıf müesseselerinde dinî muhtevalı her türlü metni bestesi ve usulüyle okuyan imam, müezzin, na'than, âyinhan, salâhan, tesbihhan. muarrif, muhammediyehan, zâkir ve zâkirbaşılar da birer ilâhici olarak kabul edilebilir.
İlâhileri genellikle makamlarına göre bir araya getiren "mecmûa-i ilâhiyyât" türü eserler taranarak tesbit edilen ilâhi formlarının başlıcaları şunlardır:
1. Tevhid. Allah'ın varlığı, birliği, esma ve sıfatı ile bunların çeşitli tecellilerini anlatan dinî manzumelere tevhid ilâhisi denir. Hem cami hem tekkelerde okunan bu ilâhiler tekkelerde kelime-i tevhîd ve ism-i celâl zikri esnasında zâkirler tarafından nakarat kısımlarında "Allah, yâ Allah, hû Allah, illallah, lâ ilahe illallah" gibi ibarelerle okunur. Güftesi Yûnus Emre'ye ait, "Taştı rahmet deryası / Gark oldu cümle âsî" beytiyle başlayan "illallah" nakaratlı hûzî makamında ilâhi bunlardandır.
2. Münâcât. Allah'a yalvarmak. O'ndan af ve mağfiret dilemek için yazılmış, cami ve tekkelerde besteyle okunan ilâhilerdir. Sözleri Yûnus Emre'ye ait, "A sultânım sen var iken (aman yâ hû) / Yâ ben kime yalvarayım" beytiyle başlayan manzume değişik makamlarda bestelenmiş bir münâcât örneğidir.
3. Na't. Hz. Muhammedi övmek, yüceltmek, özelliklerinden bahsetmek, şefaatini dilemek gibi maksatlarla yazılmış na'tlar camilerde namazdan önce na'than, tekkelerde ise zâkir ve zâkirbaşılar tarafından zikrin başında veya aralarında bestesiyle yahut nisbeten serbest bir yorumla okunurdu. "Âftâb-ı subh-i mâ evhâ habîb-i kibriyâ / Mâhtâb-ı şâm-ı ev ednâ habîb-i kibriyâ" beytiyle başlayan Nazîm'in meşhur na'tı birçok sanatkâr tarafından bestelenmiştir.
4. Tevşîh. Mevlid ve mi'râciyye bahirleri arasında cumhur tarafından okunan. Hz. Peygamber'i konu almış ilâhilerdir. Güftesi Dede Ömer Rûşenî'ye ait, "Çün doğup tuttu cihan yüzünü hüsnün güneşi" mısraıyla başlayan, otuza yakın bestekârın bestelediği eser bunlardandır.
5. Mersiye. Ölen bir kimsenin meziyet ve özelliklerini ifade eden ve dar anlamda. Kerbelâ Vak'ası ile burada Ehl-i beyt'in başına gelen üzücü olayları ve Hz. Hüseyin'in şehâdetini konu alan mersiyeler tekkelerde düzenlenen zikir meclislerinde mersiyehanlar tarafından, bestesiyle veya irticâli olarak okunurdu. Sözleri Yûnus Emre'ye izafe edilen. "Şehidlerin serçeşmesi enbiyânın bağrı başı / Evliyanın gözü yaşı Hasan ile Hüseyin'dir" matla'lı manzume bu türün en sevilen örneklerindendir.
6. Durak. Tekkelerde yapılan zikir törenlerinin bir nevi dinlenme zamanı sayılabilecek aralarında okunmak üzere bestelenmiş, irticâlî denebilecek bir serbestlikte olan ilâhilerin adıdır. Allah'ın yüceliği, kudreti, azameti gibi konuları işleyen durakların terennüm kısımları bulunmaz. Bunun yerine cümle aralarında uygun yerlere "hak dost, dost, âh, hû, yâ hak" gibi lafzî terennümler yerleştirilir.
7.Savt. Tekkelerde zikir esnasında okunan, vahdet telkin eden güftelerden derlenmiş yeknesak ve kısa birkaç cümlelik ilâhilerdir. Güftesi Yûnus Emre'ye ait olan. "Şûrîde vü şeydâ kılan yârin cemâlidir beni / Âlemlere rüsvâ kılan yârin cemâlidir beni" beytiyle başlayan çargâh beste Gülşenî savtı tarzına bir örnektir.
8. Nefes. Güfteleri çoğunlukla Bektaşî tarikatına mensup şairler tarafından yazılmış ilâhilerin genel adıdır. Umumiyetle âşık şiirinin özelliklerine sahip olan bu manzumeler, besteleri itibariyle saz şairlerinin veya onları taklit edenlerin, halk türkü ve şarkılarının üslûbunda, coşkulu, rindâne bir hava taşıyan eserlerdir.
9. Şuğul. Türk bestekârları tarafından Türk mûsikisi makam ve usulleriyle bestelenmiş Arapça güfteli ilâhiler için kullanılan bir terimdir. Büyük kısmı güfteleri itibariyle pek sade ve basit eserler olan şu-ğuller özellikle Kâdirî, Rifâî. Sa'dî. Bedevi ve Şâzelî tekkelerindeki zikirler esnasında okunurdu. Hatîb Zâkir? Hasan Efen-di'nin, "Şefîu'l-halkı fi'l-mahşer/ Muhammed sâhibü'I-minber" beytiyle başlayan pençgâh bestesi çok tanınmış şuğul örneklerinden biridir.
10. Kaside. Türk, Arap ve Fars şiirinde bir nazım şeklinin ve methiyenin adı olan kaside, mûsiki terimi olarak dinî şiirlerin cami ve tekkelerle bunların dışında düzenlenen dinî toplantılarda, okuyanın ses genişliği, mûsiki bilgisi ve kabiliyetine dayanarak irticalen yaptığı seslendirmedir.
Türk din mûsikisinde ilâhilerin dışında kalmakla beraber bazı özellikleriyle ilâhi tanımı çerçevesine girebilecek mahiyette ve sözlerinin çoğu Arapça olan metinler şunlardır:
a) Tekbir. Buhûrizâde Mustafa Itrî Efendi tarafından segah makamında bestelenmiş olup yaygın lafzı "Allahüekber Allahüekber. lâ ilahe illallahü va'llahü ekber. Allahüekber ve li'llâhi'l-hamd"dir.
b) Salât (Salâ). Hz. Peygamber'e hürmet gayesiyle bilhassa tarikat büyükleri ve ulemâ tarafından çeşitli şekillerde tertiplenmiş, namaz gibi dinin en temel ibadetleri yanında, başta cami ve tekkeler olmak üzere çeşitli yerlerde yapılan törenlerde bazan bir kişi, bazan topluca okunan bestelenmiş övgü ve dua cümlelerinin hepsini içine alan bir terimdir. Özellikle Osmanlı kültüründe okundukları yer ve zamana göre bayram (cuma) salası, sabah (sabâ) salası, cenaze salası, salât-ı ümmiyye, salât-ı kemâliyye, salât-ı münciye gibi adlarla anılmıştır,
c) Temcîd. Üç aylarda recebin ilk gecesinden başlayarak ramazanın teravih kılınan son gecesine kadar, bazı uygulamalarda yatsı namazından çıkıldıktan, bilhassa ramazanda sahurdan sonra birkaç müezzin tarafından minarede topluca okunan, çoğu Arapça dua ve yakarışları ifade eden bir cami mûsikisi türüdür. Temcîdler şekil olarak Allah'a dua, sena ve tazim ile kelime-i tevhîd, Resûlullah'a salâtü selâm, ekseriyetle Türkçe manzum bir münâcât ve aralarda okunan bazı kısa âyetlerden meydana gelmiştir,
d) Teşbih. Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de mevcut olan veya Hz. Peygamber'in öğrettiği hemen hepsi "sübhânallah" lafzıyla başlayan teşbih cümlelerinin, gerekse mutasavvıflarla ulemânın tertip ettiği, yine başında bu ibarenin yer aldığı mensur, manzum, yarı manzum, pek azının nâzımı ve tertipleyicisi belli, çoğu Arapça güftelerin ilâhi formunda bestelenmiş şeklidir. Ayrıca cemaatle kılınan farz namazlarda selâm verildikten sonra müezzinler tarafından ses mûsikisine dayalı olarak yürütülen, teşbih çekme ile duayı da içine alan ve kısaca "tesbîhât" adı verilen dinî merasim de bu çerçevede ele alınmalıdır. Aslında besteli olmayan, takip edilen makam seyri, icra tarzı ve tavır yönüyle tamamen müezzinlerin mûsiki bilgisi ve kabiliyetine dayalı bu geleneksel icraata Mehmet Suphi Ezgi "mahfel sürmesi" adını vermiştir.
Mevlevî ve Bektaşî tarikatı dışında kalan ve özellikle cehri zikir yapan Halvetîlik, Kadirîlik, Rifâîlik, Sa'dîlik gibi belli başlı tarikatlarla bunların şubeleri olan kollarda yapılan âyine "zikir" denilmektedir. Belli bir bestesi ve bestekârı bulunmamakla beraber ritim, nağme ve bazı ibarelerin güfte olarak tekrarına dayalı, belirli bir tavır içinde gelişerek kalıplaşmış bu form, icrası sırasında bulunulan durum, okunuş ritmi ve okunuş şekillerine göre "kıyam tevhidi, kıyam ism-i celâli, kuûd kelime-i tevhîdi, murabba tevhid, kalbî ism-i hû, kalbî ism-i hay, perdeli ism-i celâl, düz kelime-i tevhîd, ağır ism-i celâl, perde kaldırmak" gibi çeşitli adlar almıştır.
Okundukları yerler, edebî şekilleri, muhtevaları ve müzikal yapıları bakımından ilâhi diye bilinen eserlerle büyük ölçüde aynı özelliklere sahip olan, Türk din mûsikisinin büyük hacimli eserleri de bir anlamda ilâhi olarak değerlendirilebilir. Mevlevî tarikatının toplu zikri olan semâ törenlerinde mutrip heyeti tarafından okunup çalınmak üzere bestelenen mevlevî âyinleri, Süleyman Çelebi'nin Mevlid adıyla bilinen Vesîletü'n-necât'ı, Kutbünnâyî Şeyh Osman Dede'nin mesnevi tarzında yazıp bestelediği Mi'raciyye'si, daha çok Hz. Peygamber'in anne ve babasının özelliklerini konu alan, günümüzde icrası kalmadığından okuma tarzı, şekli ve bestesi hakkında bilgi bulunmayan regâibiyye, Yazıcıoğlu Mehmed'in Muhammediyye'si bunlar arasında zikredilebilir.
BİBLİYOGRAFYA:
Evliya Çelebi. Seyahatname, I, 525; Hayrullah Tâceddin [Yalım]. Ramazân-ı Şerife Mahsus Mecmûa-i llâhiyyât, İstanbul 1326;Tâhirülmevlevî. Tedrisâtı Edebiyyeden Nazım ve Eşkâl-i Nazım, İstanbul 1329, s. 55-58; a.mlf.. Edebiyat Lügati (nşr. Kemal Edib Kürkçüoğlu), İstanbul 1973, s. 62; Türk Musikisi Klasiklerinden İlâhiler (İstanbul Konservatuvarı neşriyatı), İstanbul 1933, 11-111; Ali Nihad Tarlan. Divan Edebiyatında Tevhidler, İstanbul 1936, III, 4-7; Sadeddin Nüzhet Ergun. Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul 1942-43, I, 6-19, 265; II, 404, 407-408, 610; Subhi Ezgi. Türk Musikisi Klasiklerinden Temcid-Na't-Salât-Durak, İstanbul 1945, s. 14-16, 25-28; a.mlf.. Nazari-Ameli Türk Musikisi, İstanbul, ts., III, 16-20, 54, 56-59, 60, 66-67, 72, 76-80; Köprülü. Edebiyat Araştırmaları I, s. 54, 72-102, 114-115, 186, 208, 213-242; a.mlf.. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1984, s. 119, 295; Vasfi Mahir Kocatürk. Tekke Şiiri Antolojisi, Ankara 1968, s. 3-6; Mecdî Vehbe - Kâmil Mühendis. Mu'cemü'l-muştalahâti'l-'Arabiyye fi'l-luğa ve'l-edeb, Beyrut 1979, s. 56; Şengel. İlâhîler, I, 91-92, 98-99, 137, 149-150; II, 31, 45-46, 101-102, 129, 158-159, 169, 179, 198; III, 52, 154; IV, 14-15, 18, 64-65; Ali Birinci. "Mahalle Mektebine Başlama Merasimi ve Mekteb İlâhileri". //. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri IV, Ankara 1982, s. 41-54; Âmil Çelebioğlu. Türk Ninnileri Hazinesi, İstanbul 1982, s. 20-21, 33-34, 44-46; Nuri Özcan. XVIII. Asırda Osmanlılarda Dîni Mûsikî (doktora tezi, 1982). MÜ İlahiyat Fak., I, 41-46; Rıza Tevfık'in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makaleleri (haz. Abdullah Uçman), Ankara 1982, s. 291-317; Cem Dilcin. Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara 1983, s. 343-346; Töre. Ilâhiler.V, 55, 70-73, 168, 180-181; VI, 52-53; VII, 74, 82-83; VIII, 67, 130-131, 148-151; IX, 46-47, 86-87, 98-99, 132, 160, 196, 220; Reşid Rahmeti Arat. Eski Türk Şiiri, Ankara 1986, s. 5-13, 30-59; İskender Pala. Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1989, I, 488-489; Abdülbâki Gölpınarlı. Alevî - Bektaşî Nefesleri, İstanbul 1992, s. 58-62; Şinasi Tekin. "İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı", Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1992, III, 33, 38-40; Ahmet Hatipoğlu. Besteleriyle Yunus Emre İlâhîleri, Ankara 1993, s. 230; Recep Tutal. Türk Din Mûsikisinde Na't, Teşbih ve Temcidler
MUSTAFA UZUN, İslam Ans. TDV, 22
İLAHİ-A.GÜZEL
Tekke şiiri, bütün bir milletin malıdır. Zira o, millî dili ve halk zevkini kuvvetle yaşatmıştır. Âdeta halkın dinî ruhunu terennüm etmekle onun bu vecdini tanzim ve idare etme rolünü de üzerine almıştır. Bu bakımdan Tekke edebiyatı mamullerinde bir yandan Divan edebiyatının, diğer yandan da Âşık edebiyatının özellikleri görülür.
Bu edebiyatın dili, genel olarak halk edebiyatının diline yakınsa da, onda orta seviyedeki halkın kolaylıkla kullanageldikleri Arapça-Farsça kelimelere de rastlanır.
Tekke edebiyatı mahsulleri, şekil ve vezin bakımından Divan ve Saz şiiri ile ortaktır. Şöyle ki, Tekke şiirinde hem hece, hem aruz vezni, hem Türk hem de Arap-Acem şekilleri kullanılmıştır. Tekke şiirinin kendisine mahsus muayyen vezin ve şekli yoktur. Ancak belirtelim ki Tekke şairleri hem aruzu, hem de heceyi çok rahat kullanırlar. Tekke edebiyatının şekil bakımından Divan ve Âşık edebiyatları ile müşterek yanları vardır. Ayrıca vezin ve şekilde de çok kere Saz şiiri şekliyle Divan şiiri veznini veya Saz şiiri vezniyle Divan şiiri şekillerini birleştirmek suretiyle ayrı bir hususiyet kazanmıştır.
Saz ve Divan şiirindeki sınırlı konu ve belli zümrelere verilen ruhun hâkimiyetine mukabil, Tekke şiirinde dinî ve tasavvufi ruhun hâkimiyeti vardır. Bunun en belirli tarafı, kendilerine mahsus ruhanî ve İlâhî bir vecdi terennüm etmeleridir. Tekke Şiiri, Saz şiirine nispetle daha çok fikri ve felsefi, Divan şiirine nispetle daha fazla millî ve hayatîdir. Tekke şairleri, diğer şairler gibi kendi ruhlarının ürperişlerini ve rüyalarını, dinî, ahlâkî düşünce ve duygularını söylemektedirler. Bu bakımdan Tekke edebiyatı mahsulleri, Türk milletinin İslamiyet’le bütünleşmesi noktasından dinî-millî bir edebiyatın doğmasını sağlamıştır.
Tekke şairleri, Divan ve Âşık tarzım iyi bilmelerine rağmen, eserlerini halka daha iyi anlatabilmek için halkın anladığı milli vezin hece vezni ile yazmışlardır. Onlar şiirlerinde, nazmı şekli olarak “koşma”yı daha çok kullanmışlardır.
Kafiye şemaları bakımından “koşma” türüne giren hece vezni ile yazılmış Tekke şiirlerinin konulan ve edaları itibariyle değerlendirilmesi gerekir. Bu itibarla Tekke edebiyatının araştırma sahası, genel olarak dinî muhtevalı manzum ve mensur eserlerden meydana gelmektedir. Biz bu çalışmamızda, sadece manzum eserler üzerinde duracağız. Onlar da: İlâhi, münacaat, Na’t, medhiye, hikmet, nutuk, devriye, şathiye, miraciye, mevlid, ramazaniye... vb. leridir.
Tekke edebiyatı’nın kendisine ait müstakil bir nazım şekli olmamakla beraber, Divan ve Âşık edebiyatları nazım şekillerini ortak olarak kullanmaktadırlar. Bu nazım şekillerinden birisi de ilahidir.
İlâhî:
Mutasavvıf şairler tarafından söylenen dinî ve İlâhî fikirleri hâvî manzumelerdir. Daha çok Allah'ın birliğini, azamet ve kudretini anlatan veya telkin eden eserlerdir. Bunlar aruz ve hece ile yazılırlar.
İlâhiler, tarikatlarda şu isimlerle andırlar:
a) Âyin: Mevlevi tekkelerinde okunur.
b) Tapuğ: Gülşenî tekkelerinde okunur.
c) Nefesler: Ekseriya Bektaşî-Alevî tekkelerinde okunur. Melamîlerde “vahdet-i vücûd” telkinleri hep “nefeslerle yapılır. Bu tarz manzumelerde rindane, kalenderane, istihzalı bir edâ bulunur. “Nefes”ler; gazel, koşma tarzında hece vezniyle yazıldığı gibi, sonradan aruz vezni de de yazıldığı olmuştur. Bu nefesler, daha çok “ayn-ı cem"lerde saz eşliğinde makamla okunur.
ç) Duraklar: Ekseriya Halveti tekkelerinde ve zikrin iki faslı arasında bir yahut iki zâkir tarafından okunur.
d) Cumhurlar: Mevlevi ve Bektaşî dergâhından başka tekkelerde herkes tarafından okunurdu.
Tekke edebiyatının en mühim nazım şekillerinden biri olan İlâhî, hemen hemen bütün şairler tarafından işlenmiştir. İlahilerde işlenen en mühim unsur, Allah'ın “Bir”liği meselesidir.
Tekke edebiyatının Anadolu sahasındaki ilk ve büyük üstadı Yunus Emre, bütün ilâhilerinde aşk, vahdet, yaratılış (tekvin, sülük, nefis, dünya v.s.) gibi temaları işlemektedir. Yunus’a göre, bütün varlıklar Tanrı’yı bilir ve O’nu hâl diliyle zikreder.
Yunus Emre’nin olarak bilinen, aslında XVI. asır Âşık Yunus’a ait olduğu merhum Prof.Dr. Faruk K. Timurtaş tarafından tesbit edilen şu meşhur İlâhîde bir dünya-cennet tasviri:
Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyü deyü
Çıkmış İslâm bülbülleri
Öter Allah deyü deyü
mısralarıyla başlar. Akan suların ve öten kuşların seslerinden duyulan Allah fikrini belirtir. Şiir, böyle sesler içinde, tabiatı, hem insan hem de gönül gözüyle görmeğe başlar; bir ağaç karşısında:
Altundandur direkleri
Gümüşdendir yaprakları
gibi mısralarla bizi, güneş ışığı ile aydınlanmış dalların, yapraklan renk ve ziya güzelliğine çeker. Bu ağaç ister cennetteki Tûba ağacı olsun; ister Orta Anadolu’nun bağrı yanık toprağında yer bulup, su bulup her nasılsa yetişmiş bir cennet hâtırasıdır. Yunus’un ruhu, onun dış güzelliğinden iç güzelliğine ve taze ağaç dallarının uzayışındaki derin manaya varmasını bilecektir.
Uzadıkça budakları
Biter Allah deyü deyü
Evet, Allah, her yerde, her seste, her renkte vardır. Her şey O’ndan bir yankı, bir tezahürdür ve O’nu düşündürür. Bu dilsiz varlıklar o büyük yaratıcıyı bilir, duyar ve ararlar. Fakat bunlardan hiç birisi Yunus kadar güzel anlatamaz. Yunus, her şeyi o kadar kolay söyler ki, onun kadar bu kolaylığı başaran bir şair gibidir. Meselâ, Dünya yaratılandan beri, milyonlarca gülleri bir bu kadar gözler görmüş ve bunların pek çokları koklanmıştır. Ama “Güllerde Allah’ı koklayan ilk şair” Yunus olmuştur. Ağaç dallarının sallanması, yapraklarının Kur’an okuyormuş gibi güzel sesler fısıldaması yanında Yunus güllere gelir ve:
Salınır Tûba dalları
Kur'an okur hem dilleri
Cennet bağının gülleri
Kokar Allah deyü deyü
gibi, her varlıkta Allah’ı duyup Allah’a inanışın en üstün şiirlerinin birisini söyler
Kaygusuz Abdal bir “İlâhî”sinde; “Herkes neyi arzu ederse onu bulur. Yalnız bunların hepsi “Allah’ın Birliği”linde kendini gösterir. Yani Bülbül de, Tûtî de, Sarraf da ... vb. hepsi arzuladıklarım elde ederler. Ama bütün bu “varlık-yokluk” sırlarım yalnız Allah bilir ...vb.” demektedir.
Bülbüle gülzar gerek
Tûtî'ye şeker gerek
Sarrafa gevher gerek
Lâilâhe illallah
Cân olanı cân bilür
İnşânı inşân bilür
Her sırrı Sultân bilür
Lâ ilahe illallah
Cümle âlem zât imiş
Deryâ-yı hikmet imiş
Hakk-ıla vuslat imiş
Lâ ilahe illallah
Safî ol altun gibi
Tecellî kıl gün gibi
Leylâ di Mecnûn gibi
Lâ ilahe illallah
Tesbih-ü zikr eylegil
Allah'a şükr eylegil
Bu sözi fikr eylegil
Lâ ilahe illallah
Yüzün nûr-ı iman
Elhamdüli'llah
Kaşun Mihrâb-ı cân
Elhamdüli'llah
Dolaşdı boynuma Pendü vah
Zülflün gubâr-feşan Elhamdüli'llah
Cemalün şem'inün tecellisinden
Nûr oldu her mekân Elhamdüli'llah
Senün 'ışkun benim gönlüm içinde
'lyân oldı 'ıyân Elhamdüli'llah
Bu genc-i sa'âdetün varlıgundan
Pür oldı her viran Elhamdüli'llah
Suretin nakşına hayran olubdur
Zemîn ü âsüman Elhamdüli'llah
İki cihanda bu Kaygusuz Abdal
Seni bilür heman Elhamdüli'llah
Çalab'ım bir şâr yaratmış iki cihan arasında
Bakıcak didar görünür ol sarın kenâresinde
Nâgehân ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş ve toprak arasında
0l şârdan oklar atılır gelir ciğere batılır
Arifler sözü satılır ol şârın pazaresinde
Şakirtler taş yonarlar, yonup üstada sunarlar
Çalab'ın ismin anarlar ol' taşın her paresinde
Bu sözü arifler anlar cahiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayram kendi banlar ol sarın minaresinde.
Büyük pirlerin çoğu şair olmadıkları halde İlâhi türünde manzumeler söylemişlerdir. Bu sözlerde gereken edebî sanatları aramak doğru değildir. Zira bu sözler “duyuş” neticesinde söylenir. Bilinen bir durum vardır o da: Hakiki ilimleri-Hayyen an Heyy- Deriden diri olarak almışlardır. Dirinin sözünde ise dirilik eseri vardır. “Onun için nice ölü gönüller onunla tazelenmiş ve beslenip gelişmişlerdir.”
Bu sebepledir ki Hacı Bayram-ı Veli gibi pirlerin sözlerini müritleri son derece büyük bir saygı ile korumuş ve takdir etmişlerdir. Buna delil olarak Şeyhü’l-İslam Seyyid Feyzullah Efendinin bu İlâhiyi şerhini aynen aşağıya veriyoruz.
Çalabım bir şar yaratmış iki cihan âresinde
Bakıcak didar görünür ol şârın kenâresinde
Çalap Türk lisanında Allahü Teâlâ’nın ismidir. Allahü â’lem muradları bu ola ki Allahü Teâlâ, iki cihan ki dünya ve âhirettir arasında şâr ki, yani bir şehir yaratmış ki ana âlem-i melekûldır ervâha müteallik olan âlemdir Ruh-ı insanî ol âlemde iken mücerredât silkinde olup müşâhede-i dîdara müstagrak idi, Kendüsünün ol âlemde iken âlem-i mülk ü şahâdete nüzûl hulkını beyan ider ki
Nâgehân ol şâr'a vardım ol şâr'ı yapılur gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş(u) toprak arasında
Nâgehan bir şehre vardım dediği kendünün anasırdan mürekkeb olan bedel-i insanıdır, ruhdur ki yani taş ve toprak mesâbesinde olan anâsırdan terekküb olunan cisme ben dahi taalluk etdim. Pes vücûd-i insanın bir şehir oldu ki garâib-i âsân cami’dir nite ki dir ki (aynen)
Ol şar'dan oklar atılur geliir sîne(ye) batılur
Arifler sözü satılur ol şar'ın bazaresinde
Yani ol vücud-ı insandan garâyib-i âsâr zâhir olub top ve ok gibi kulûbde tesirât-ı azîmesi oldu Ol şehrin metâi-ı hakîkîsi âriflerin sözüdür yani ma’rifetu’llahdır ve müteallikatına
Şâkirdleri taş yonarlar yonub üstâde sunarlar
Mevlânın ismini anarlar taşın her bir pâresinde
Şâkirdlerden murad o kuvâ-yı zâhiriye ve bâtmiyedir ki ruhun hizmetindedirler. Taş gibi sa’b ve müşkil nesnelerden derk etdikleri ulûm ve ma’arifi Allah’ın zikri ile ruha arz ederler. Bu âlemde ruhun kemâlâtı havas ve kuvâ-yı tarikatden hâsıle olur. Meseyâ basar olmayup bir nesne görülmese ve sem’olmayub bir sûret (savt) mesmu’ olmasa yahut sûret ol (savt) hiss-i müştereke mersûme olmasa vesâir kuvâyi bâtme efalini icra etmese bu âlemde ruhun derki nâkis olurdu Pes şakird mesâbesinde kuva hidmetiyle ruh-ı insani kemalatda müterakkîdir.
Bu sözüm ârifler anlar câhiller bilmeyüb tanlar
Hacı Bayram kendi banları ol şehrin minaresinde
Yani bu sözü ârifler söyleyüb hiç bir şeyden bir ma’nâ kasd ederler ki Hacı Bayram yani Hacı Bayram’ın ruhu kendüsü nida edüp bu sözü söyler ve bu söze vâkıf olmıyan işitdikde bundan murad ne ola deyü ayb ederler ki Hacı Bayram yani Hacı Bayram’ın ruhu kendüsü nida edüp bu sözü söyler Ol şehrin ki beden-i insandır anın minâresinden murad kalb-i sanevberîdir ki nefs-i nâtıka ve hakikat-ı insaniye ana müteallikdir. Mahall-i feyezân-ı envâr olmağla minâre gibi a’zâ-i insanın cümlesinden halidir. Temme Harrerehû mahfî
Akşemseddin’den
Şeyh Ak Şemse'd-dın fermâyed rahmetu'llâhi aleyhi
Bir Caceb deryaya gark oldum anun pâyânı yok
Mübtelâ kim olmışam bu derdimün dermanı yok
Derdimün dermanı dertdür ben anun müştâkıyam
Derdi kim buldıyısa ol dimesün dermanı yok
Işkı meydânında şâhun ben ki ser-bâz olmışam
Niderem ol cân u başı kim anun cananı yok
Bin temenna idici der-küy-i macşük az ola
Bencileyin içlerinde hor olup viranı yok
Işk şarâbın nüş idüp oldum harâbâti bu gün
Âşık olan kişinün 'âlemde ad u şanı yok
Ma'şükun 'ışkıyıla ser-mest ü hayrân olmışam
Niderem ol gönü kim ma'şük'aya mihmânı yokc
Zerk u sâlüsi bu cışk yolında sığmaz zâhidâ
'Âşıkun makşüdı ma'şük küfri yok îmânı yok
Kim ki ma'şük yüzüni görmedi bunda şeksüzin
Ger söz oldur görmeyiser gözinün inşânı yok
Şems nigârun vuslatı yolında curyân olıban
Vâsıl oldı ölmeye her kişinün 'irfânı yok
Eşrefoğlu Rumî’den
Ya derdin gönder ya deva
Senden hem ol hoş hem bu hoş
Hoştur bana senden gelen
Ya hilaftır yahut kefen
Ya tâze gül yahut diken
Senden hem ol hoş hem bu hoş
Halimi bir dem soragel
Diler isen bağrımı del
Ey lutfu hem kahrı güzel
Senden hem ol hoş hem bu hoş
Ya bağ u ya bostan ola
Ya bend ü ya zindan ola
Yâ vasi ü ya hicrân ola
Senden hem ol hoş hem bu hoş
Gelse celâlinden cefâ
Yahud cemâlinden vefâ
İkisi de cana safâ
Senden hem ol hoş hem bu hoş
Gâhi nûş u gâhi nîşdir
Gâhi merhem gâhi rîşdir
Eşrefzâde hem dervişdir
Senden hem ol hoş hem bu hoş
ÜMMÎ SİNÂN’DAN
1. Men Hudâ'nun tevhid-i bağında devlet ehliyim
Hamdü li'llah çok şükür zâtında vahdet ehliyim
2. Bâreke'llah hoş tecelli eyledi ol pâdişâh
Mustafâ'nun vechinün şevkinde işret ehliyim
Hoş safâdur san'atun Allahü alem kim bugün
3. Hak te'âlâ aşkınun bağında halvet ehliyem
Kısmet-i evvel nasibin almayadan gizlüdür
4. Âteş-i 'aşk ile pişmiş yahşi ni' met ehliyem
Mürşid-i kâmil çerâğından münevverdür cihân
5. Pir azinüm himmetinde nûr-i 'izzet ehliyem
Tevhîdün deryasına bahri olan gelsün berü
6. Ol Rahîm'ün rahmeti nehrinde mürüvvet ehliyem
Sundı Lokmân kalb-i emrâzun devâsı yağını
7. Dertlü cânlara salâdur 'ilm-i hikmet ehliyem
'id-ı vasla irmek içün çille-gâhum erba'în
8. ‘id-i ekber hacc-ı "ekber'' oldı nusret ehliyem
'Âşık oldur ma "şukun şevkında ser-gerdân olan
9. 'Aşk ile buldum vefâlar özge sohbet ehliyem
Gün gibi dîdâr-ı şevkinden müşerref oldı cân
10. Kalmadı zulmet siyâhı Hakk'a vuslat ehliyem
11. Şöhret (ü) nâm sâhibidür anlaman Ümmi Sinân
Dem-be-dem dost işiginde nâsdan uzlet ehliyem
ABDURRAHMAN GÜZEL, TÜRK DİLİ, ŞİİR ÖZEL SAYISI III