Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

HÜSN-İ TALİL:

Bu sanatın esasını, bir olayın gerçek sebebini inkâr ederek, bu gerçek sebep yerine hayali ve şâirâne bir sebebi geçirmek teşkil eder. Sanatkâr gösterdiği bu hayali sebebe kendisi de inanmış olmalıdır. Aksi halde sanat okuyucu da gerekli tesiri yapmaz ve başarısız olur. Heyecana bağlı bir sanattır. Heyecanın tabii akışına uygun olarak kendiliğinden doğar.

Teşbihle karıştırmamak lazımdır. Teşbih bir kelime ile yapılır. Sanatkâr inkar ettiği mevcudun yerine başkasını koyarsa teşbih meydana gelir. Ama bu mevcudun sebebini inkâr eder de yerine hayali bir sebep koyarsa Hüsn-i Talil meydana gelir. Birisi bir kelimeden meydana gelir. Diğeri bir cümleden.

Tecâhül-i ârifle bu sanatı karıştırmamak için de sanatkârın maksadını iyi anlamak gerekir. Tecahül-i ârifte maksatlı olarak bildiği halde bilmez görünmek esastır Hüsn-i tâlilde sanatkâr heyecanın sevkiyle gösterdiği hayâli sebebe bağlıdır. Olayın gerçek sebebini düşünmez bile.

 

“Fevvâre ka’r-ı havza küşer şermsâr olup”

(Fıskıye, gülbahçesinde gezinmekte olan sana baktıkça utanarak havuzun derinliklerine düşer.) Suyun havuza düşmesini yer çekim kanununa değil de güzeli görüp utanmasına bağlıyor.

 

“Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla

 Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla” YKB

Yedi kat arşa kanatlanmak, şehit olmanın şâirâne bir izahıdır.

 

“Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına

Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına.” YKB

Akıncıların yeni ülkeler fethetme isteğinin sebebini, şâir atlarına yeni bir ülkede yem verilmesi olarak gösteriyor.

 

“Hâk-ı pâyine niyet eder ömrlerdir muttasıl

Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su” FUZULİ

Su, senin ayağını bastığın toprağa –Hz. Peygamberin- yetişmek için hiç durmadan ömür boyu başını taştan taşa vurarak gezmektedir.

 

“Sen gittin yaslara büründü cihan

Soluyor dallarda gül dertli dertli”

 

Hurşide baksa gözleri dola gelir

Zira görünce hâtıra ol meh-lika gelir.” BAKİ

 

Seni seyretmek için reh-güzer-i gülşende

İki canipde durur sev-i hıramân saf saf.” BAKİ

 

Turra-i yâri tararken öptü ruhsârın meğer

Lezzetinden çâk çâk oldu dehânı şânenin.” NÂBİ

 

Niçin sık sık bakarsın öyle mir’at-ı mücellaya

Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir.” NEDİM

 

“Şu başaklar nasıl da terbiyeli?

Ne zaman geçse tarladan rüzgâr

Eğilir saygılarla hep başlar…

 

“Ateşten kızaran bir gül arar da

Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi.” FARUK N.ÇAMLIBEL

 

“Renk aldı özge âteşimizden şerab ü gül

Peymâne söylesün bunu gülzâr söylesün” YKB

(Şarap ve gül rengini bizim özge ateşimizden aldı. Bunu kadeh ve gül bahçesi anlatsın). 

Şâir şarap ve gülün kırmızı rengi kendi içindeki ateşten aldığını söyleyerek, gerçek sebebi yok sayıyor ve yerine hayâli ve şâirane bir sebep getiriyor.

 

Nevbahârı vuslâtın bassun deyû ilk âyına

Bûseden papûş giydirdin o nermin pâyına” YKB

(Sevgilinin ayağına, vuslat ilk baharının ilk ayına incinmeden basabilsin diye bûseden ayakkabı giydirdim). 

Şâir burada da şâirâne bir sebep olarak sevgilinin ayağının her tarafını, yere basarken incinmemesi -ayakkabı niyetine- için öptüğünü söylüyor.

KOCAKAPLAN, İSA. AÇIKLAMALI EDEBİ SANATLAR KİTABINDAN FAYDALANILMIŞTIR.


HÜSN-İ TALİL/İSL.ANS

Bir olay ve olgunun kendisini veya oluş şeklini gerçeğinden farklı sebeplere bağlama amacıyla yapılan edebî sanat.

Sözlükte "güzel sebep gösterme" anla­mına gelen hüsn-i ta'lîl, Bir edebiyat te­rimi olarak herhangi bir olayı gerçek se­bebinden farklı, fakat daha güzel ve ifa­de edilmek istenen fikre uygun bir sebep­le oluyormuş gibi gösterme sanatıdır.

Arap edebiyatında anlamı ve ifadeyi güç­lendiren sanatlardan sayılan hüsn-i ta'lîl, olayların gerçek sebebini görmezlikten gelerek övgü veya yergide bir şeyi oldu­ğundan daha güzel ya da daha kötü gös­terip okuyucuda farklı imajlar uyandırmak amacıyla yapılır. Teftâzânî'ye göre olayın gerçek sebebi ortaya konulacak olursa o zaman sanat adına yapılacak bir şey kal­maz (el-Mutavvel, s. 4.36). Bazı belagat âlimleri, olayın sebebinin gerçek veya ha­yalî olmasından ziyade onun açık ve ka­palı olması üzerinde durmuş, sebeple se­bep olanın cümle içindeki konumuna dik­kat çekmişlerdir.

Arap edebiyatında bu sanattan "el-is-tidlâl bi'tta'lîl" adıyla ilk bahseden kişi İbn Sinan el-Hafâcî'dir (ö. 466/1073). Hafâcî, bu kavramın tanımını yapmadan ger­çek ve hayalî sebebe dayanan ta'lîle dair örnekler verir (Sırrü'l-fesâhâ.s. 277). Da­ha sonra Abdülkâhir el-Cürcânî, teşbih sanatının somut ve soyut unsurları mü­nasebetiyle hüsn-i ta'lîle geniş yer ver­miş, onu akla ve hayale dayalı olmak üze­re iki kısma ayırmıştır. Hayal ürünü olan kavramları "et-tahyîl, et-ta'lîl. El-ma'ne't-tahyîlî. etta'lîlü't-tahyîlî, et-tahyîl maa't-ta'lîl, el-illetü gayrü hakîkıyye" terimle­riyle karşılarken (Esrârü'l-belâğa, s. 245–278) hem mutlak ta'lîl hem de hüsn-i ta'lîlle ilgili ayrıntılı açıklamalarda bulun­muştur. Yeni şairlerin (muhdesûn, müteahhirin) bu edebî sanatı kullanarak çok gü­zel örnekler ortaya koyduklarını söyleyen

Cürcânî, bir ta'lîl ve tahyîl çeşidi olarak gördüğü hüsn-i ta'lîli, "şairin bir iş veya oluşun bilinen yaygın sebebini terk ederek kendince daha uygun bir sebep bul­ması" şeklinde tarif eder. Olayın sebebi­nin hayalî ve gerçek olmasına, teşbih te­meline dayanıp dayanmamasına göre hüsn-i ta'lîlin ayrıntıları üzerinde durarak örneklerle açıklamalarda bulunur (a.g.e. s. 256–278).

Arap edebiyatında hüsn-i ta'lîl tabirini ilk kullanan Fahreddin er-Râzî (Nihâyetü'l-icâz.s. 297) nazım çeşitlerinden say­dığı hüsn-i ta'lîlin isim ve tanımı ile Zemahşerî'ye nisbet edilen örnek beyti zik­rederken Reşîdüddin Vatvât'ın Farsça Hadâ'iku's-sihr adlı eserinden etkilen­miştir (krş. S. 84–85). Buna göre hüsn-i ta'lîl, bir beyitte biri diğerinin sebebi olan iki vasfın birlikte anılmasıdır. Bu ise da­ha çok söz dizimi esas alınarak yapılmış, mutlak ta'lîle daha uygun bir tanım ol­makla birlikte verilen örnek hüsn-i ta'lîlle ilgilidir. Bu edebî sanatla alâkalı olarak hayalî sebebin ortaya konulmasında ısrar bulunduğu için belagat âlimleri "sanki gibi" şeklinde zan ve şüphe ifadeleri içe­ren ta'lîl türünü bizzat hüsn-i ta'lîl değil ona bağlı bir alt konu olarak kabul etmiş­lerdir (Teftâzânî. s. 439). Kur'an'da hüsn-i ta'lîl örnekleri bulunmamasına karşılık gerçek sebep zikrine dayalı ta'liler mev­cuttur.

İster nazım ister nesir olsun bir eserde kullanılan edebî sanatların doğrudan ve­ya dolaylı olarak hüsn-i ta'lîlle bir ilişkisi vardır. Bu sebeple edebiyatın baştan sona hüsn-i ta'lîlden ibaret olduğunu söylemek mümkündür.

İsmail Durmuş

 

 TÜRK EDEBİYATI. Türk edebiya­tında hüsn-i ta'lîl, Arap belagatine göre fazla ayrıntılı olmayıp daha yalın bir söz sanatıdır ve belagatin bedi bahsinde yer alır. Bu sanata "hüsn-i tevcih" de denilir. Edebî sanatları psikolojik temellere da­yandırarak yeni bir tasnif denemesi ya­pan Ali Nihad Tarlan, hüsn-i ta'lîli heye­cana bağlı ve doğrudan doğruya heye­can mahsulü sanatlar arasında göster­miştir.

Şiir sanatının hayale verdiği önem itiba­riyle hüsn-i ta'lîl, bir olayın gerçek sebebi­nin göz ardı edilerek heyecan unsurunun ön plana çıkarılmasını sağlar. Şairin, olup bitenleri hakikî ve mantıkî sebeplerden başka ruha cazip gelen hayalî sebeplere bağlaması yahut aklî verileri örtüp onun yerine gönlündeki özlemleri ön plana çı­karması ifadeyi güçlendirir. Hadiselere o andaki ruh halinin yorumunu katmak, ha­yatı ve dış dünyayı kendisine nasıl geliyor­sa öyle algılamak isteyen her sanatkâr hüsn-i ta'lîle başvurur. Şiirde ise şairin ümitsizlikleri, karamsarlıkları, üzüntü ve­ya kuruntuları kadar ümitleri, tesellileri, mutlulukları, idealleri veya sevinçleri de belli bir heyecanın mahsulü olarak hüsn-i ta'lîl yoluyla kolayca anlatılabilir. Özellikle kendisi için eşyada bir manevî mesaj ya­hut derin hakikatler aramaya meyilli şa­irlerde hüsn-i ta'lîle sık rastlanır. Bu şair­lere göre yağmurun yağışı semanın ken­disi için ağlamasına, güneşe bakınca göz­lerinin yaşarması güneşe benzeyen sev­giliyi anıp hasretle gözyaşı dökmesine, şarabın kırmızı oluşu güzellerin dudağındaki rengi görünce kendinden utanıp kı­zarmasına, miskin siyahlığı yüzünün ka­ralığına, yol kenarlarındaki servilerin sıra sıra dizilişi oradan geçecek olan servi boy­luyu seyretme arzusuna bağlı tecellîler olarak algılanabilir. Bu bakımdan Arap, Fars ve Türk belagatlerinde önemli bir edebî sanat kabul edilen hüsn-i ta'lîl se­bepten ziyade sonuçla ilgili bir anlam zen­ginliğine sahiptir ve genellikle ilk mısrada anlatılan olay, ikinci mısrada alışılmı­şın dışında bir sebeple izah edilmek su­retiyle gerçekleştirilir. Böylece zikredilen gerçek dışı sebep, sözü edilen oluşuma uygun analojik bir sonuç doğurarak mu­hatabı hızla aynı hissî mantık silsilesi içi­ne çekip hayrete düşürür. Öne sürdüğü sebeplerin hale uygunluğuna inanan bir sanatçının bilinen şeyleri bilinmeyen se­beplerle açıklama yolunu denediği hüsn-i ta'lîlin başarısı muhatapta uyandırdığı heyecanla ölçülür. Meselâ Fuzûlî "Su Kasidesindeki,

"Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl / Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su" beytinde suyun (Dicle ırmağı) gürül gürül akışını, Hz. Peygamber'in ayağının toprağına ulaşabil­mek için hasretle başını taştan taşa vu­rarak ilerlemesi şeklinde göstermekte­dir. Necati'nin.

"Lâlehadler yine gülşende neler etmediler / Servi yürütmediler goncayı söyletmediler" beytinde de lâle yanaklı güzellerin gül bahçesine girmesiy­le servinin olduğu yerde çakılıp kaldığı, goncanın da dilinin tutulduğu ifade edil­mektedir. Gerçekte servi zaten yerde sa­bit durmakta, goncanın da söz söyleme gibi bir özelliği bulunmamaktadır. Necâtî Bey bu gerçek sebeplere şairane bir üs­lûpla biri sevgilinin boyunu, diğeri de du­dağını görmekle kendilerinden geçip bu özelliklerini yitirdikleri şeklinde bir yorum ve izah getirmektedir.

Hüsn-i ta'lîl, gerçek sebebi maksatlı olarak bilmezlikten gelerek (tecahül-i arif) onun yerine başkasını koymak bakımın­dan teşbih sanatlarına benzer. Ancak teş­bihin unsurlarını müşahhas varlıklar oluş­tururken hüsn-i ta'lîlde müşahhas varlık­lar mücerred duygu ve hayallerle izah edilir.

Belagat kitaplarının bir kısmı, hüsn-i ta'lîli sebebin yahut ispatın mümkün olup olmaması yönünden alt bahislere ayır­mışlardır (meselâ bk. Bilgegil, s. 212–216; Muallim Naci. S. 14). Gösterilen sebebin kati olmaması halinde şibh-i hüsn-i ta'lîl (yarı hüsn-i ta'lîl) ortaya çıkar. Bu durum­da ifadede "galiba, sanki âdeta, meğer" gibi zan bildiren bir kelime yer alır.

"Bâriş-i baran müsadif düştü hicran sanına / Oldu sandım hâlime rahm eyleyip giryan sehâb" beytinde (a.g.e. ay), şairin yağ­murun yağmasını kendi haline ağlamak şeklinde gösterirken "sandım" diyerek şüphesini bildirmesi hüsn-i ta'lîli yarıya indirmektedir.

Hüsn-i ta'lîl klasik Türk şiirinde sıkça kullanılmıştır. Ancak şairler, sanat gös­terme gayretinden ziyade tabii olarak zi­hinlerine geliveren ifadelerdeki hüsn-i ta'lîli tercih etmişler, hatta zarif insanlar da konuşmaları arasında sık sık bu sanat­tan faydalanarak nükteler yapmışlardır. İki büklüm olup güçlükle yürüyen bir ih­tiyarın, "Böyle ne yapıyorsunuz?" sorusuna "Yitirdiğim gençliğimi arıyorum" ce­vabını vermesi yahut kahvenin yasaklan­dığı bir dönemde kahve kavurmakla meş­gul bir tiryakiye zaptiyenin, "Ne yapıyor­sun?" demesi üzerine biraz fazla kavrul­muş olan kahveyi göstererek, "Bunu ya­kıyorum" demesi gibi.

Bibliyografya:

İskender Pala, TDA, cilt, 19

ÖRNEKLER

Müzeyyen oldı bezendi bağ-ı çemen 

Meğer ki bağa haber geldi yârdan bu gece 

                                          Ahmedî 

"Bahçe, süslenmiş fesleğenlerle bezendi 

Meğer sevgili bu gece geleceğini bildirmiş." 

Bahçenin bezenmesi, süslenmesi gerçeği sevgilinin gelebilme ihtimali gibi güzel bir düşe bağlanıyor. 

"Sen gittin yaslara büründü cihan

  Soluyor dallarda gül dertli dertli"

Şair, "akşamın gelişini" ve "gülün solmasını", "sevgilinin gidişine bağlamıştır.Böylece gerçek neden yerine hoşa giden, hayali bir neden bulmuştur.

"Güzel şeyler düşünelim diye 

  Yemyeşil oluvermiş ağaçlar"

Şaire göre ağaçlar, insanların mutlu olmasını, güzel şeyler düşünmesi için yemyeşil olmuştur. Bu ağaçların yeşil olmasının gerçek nedeni değildir. Şair gerçek nedeninin dışında daha güzel ve etkileyici bir neden bulmuştur.

"Renk aldı özge ateşimizden şerâb ü gül

  Peymâne söylesün bunu gülzâr söylesün"

şerâb: şarap, Peymâne: kadeh, gülzâr : gül bahçesi

Bu dizelerde şair, şarabın ve gülün rengini ( kırmızılığını ) kendi içindeki ateşten geldiğini belirtiyor.Böylece şarabın ve gülün kırmızılığını gerçek nedeninin dışında daha güzel ve hayali bir nedenle açıklıyor.

"Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına 

  Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına"

Akıncıların yeni ülkeler fethetme isteklerinin nedeni olarak, şair atlarına yeni bir ülkede yem vermek isteyişlerini gösteriyor. Oysa fetihlerin asıl amacı toprak kazanmaktır.

"Sen yoksun hiçbir şey yok

Güneşin rengi

Ağustos yıldızlarının sıcaklığı

Karanfil kokusu"

Şair, karanfil kokusunun ağustos yıldızlarının sıcaklığının, güneşin renginin olmayışını gerçekçi bir neden değil de sevdiğinin yok oluşuna bağlıyor.

"Müzeyyen oldu reyâhin bezendi bâğ -ı çemen

Meğer ki bağa haber geldi yârdan bu gece"

müzeyyen olmak: süslenmek, reyâhin: fesleğenler Şair, "Bahçe, süslenmiş fesleğenlerle bezendi, meğer sevgili bu gece geleceğini bildirmiş." diyor. Bahçenin süslenmesini sevgilinin geleceği haberine bağlıyor. Halbuki bahçenin güzellik kazanması mevsimle ilgilidir.

"Hâk - i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl

Başını taştan taşa urup gezer âvâre su"

 

Çumra kanalının suları Beyşehir Gölünden çıkarken su rengindedir; Konya ovasında kan renginde. Siz buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz; ben Dedemköylü Mehmet’le kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.

Konya ovasının ufukları mavi değil, sapsarıdır. Siz bunun rüzgârın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu söy-eyeceksiniz; ben Konya hapishanesinde yatan Zağar Mehmet in benzinin sarılığından diyeceğim.

Sabahattin Ali

Yazar, Çumra kanalının suları ile Konya ovası ufuklarının rengini kendince bir sebebe bağlıyor. Asıl sebepleri de parçada belirtmiş. Demek ki hüsn-i talil sanatı düzyazıda da görülebilir.