Bu dünyada insanların sahip olacakları birçok nimet vardır. Bunlar o kadar çeşitlidir ki, saymaya kalksak kolay kolay bitiremeyiz. Ama bunlardan biri vardır ki değeri dünya nimetlerinin en değerlisi sayılan para ile de ölçülemeyecek kadar yüksektir.
Bu, nedir biliyor musunuz? Sevimli olmaktır. Başkaları tarafından sevilir, hoşa gider, etrafına rahatsızlık vermez, hatta aranır, özlenir bir insan olmaktır.
Tabiatın bu nimetinden faydalanmış insanların çok olduğunu ileri sürmek ne yazık ki, biraz güçtür. Ama burada bir mesele var: Acaba, sevimli olmak insanlara tabiatın bir nimeti midir? Eğer öyle olsaydı bazı insanlar sevimli olarak dünyaya gelecekler, sevimli olarak gelmeyenler de bu nimetten yoksun bırakıldıkları için talihlerine küsüp oturacaklardı, öyle mi? Ben o kanaatte değilim. Sevimli olmak da zengin olmak gibi sonradan, çaba harcanarak elde edilen bir nimettir.
Bir insan zengin olmayı aklına koyarsa, birçok örnekler gösteriyor ki, sonunda mutlaka zengin oluyor. Şimdi aranızda bu sözüme karşı çıkacaklar bulunduğunu biliyorum. Onlar: "Dünyada zengin olmayı kim istemez?" diyeceklerdir, şüphe yok ki herkes istiyor, ama istemek yetmez ki! Hepimiz öldükten sonra cennete gitmeyi istiyoruz. Ama dünyada iken, cennete gitmenin şartlarını gerektiği gibi yerine getirebiliyor muyuz? Diyelim ki cennete gitmek için hiçbir günah işlememek, kimseye kötülük etmemek, hatta elimizdeki imkânlar ölçüsünde iyilik edip sevap kazanmak lâzımdır. Belki dalgınlığımıza geldiği belki de pek aldırış etmediğimiz için bunları yapmayı zaman zaman unutmuyor muyuz?
Zengin olmayı isteyen insan da tıpkı cennete gitmeye kararlı adam gibi birtakım emirlere uymaya, ayrıca bazı işlere girişmeye, hatta bazı şeyler yapmaya mecburdur. Bunların vereceği zahmete katlanır, karşınıza çıkacak tehlikelere göğüs gererseniz; uzun zaman dişinizi tırnağınıza takmaya razı olur, fedakârlıklara katlanır, herkesten çok çatışır, fırsatlar çıkınca herkesin vereceğinden daha yerinde kararlar verirseniz niçin zengin olmayasınız? Böyle yaparsanız, daha doğrusu yapabilirseniz günün birinde siz de zengin olursunuz. Ama bunları yapamazsanız, istediğiniz kadar zengin olmaya heves edin, olamazsınız. Eğer çoğumuz zengin olamıyorsak, türlü sebeplerle böyle bir gayret veya kabiliyet gösteremediğimiz için olamıyoruz.
Ne ise, şimdi zenginliği bir yana bırakalım da bahsimiz olan sevimli olmak konusuna dönelim: Sevimli olmak da, zengin olmak gibi bir takım ayrı çalışmalar isteyen bir meziyettir. Bir adam çalışır çabalar zengin olur, ama sevimli olamaz. Nice zengin adam vardır ki sevimli değildir. Çünkü sevimli olmak onu sağlamaya yarayacak birtakım gayretler harcamaya, bazı fedakârlıkları göze almaya, en önemlisi, içimizdeki benliği yenmeye, bütün bunları da zorla yapar olmaktan çıkıp bir âdet haline getirmeye bağlıdır. Eğer yakınlarınızla ve dostlarınızla ilişkilerinizde onları rahatsız etmemeye dikkat ederseniz; üstelik bunu da yeter görmeyerek onları memnun etmek için elinizden geleni yapmayı ağır bir yük saymazsanız, hele gülümser bir bakışı kimseden esirgemezseniz bir dereceye kadar sevimli olacağınız şüphesizdir. Ama sadece gülümser olmak da yetmez. Gülmek istemediği hâlde zorla gülmeye çalışan insanların yüzlerinin ne kadar çirkin olduğunu her hâlde fark etmişsinizdir. Sevimli olmamız için insanlarla karşı karşıya geldiğimiz zaman dudaklarınızla değil, gözlerinizin içiyle gülmeniz lâzımdır. "Gözünün içi gülüyor." dediğimiz insanların ruhlarında ne derin bir sevinç vardır! Ama siz şimdi diyeceksiniz ki, sevimli olmak için dudaklarımızla gülmeyi haydi bir dereceye kadar becerelim, ama gözlerimizin içiyle nasıl gülebiliriz?
Doğru, hakkınız var. Bu, bir aktörlük ustalığı ile yapılacak işlerden değildir. Gözlerinizin içinin gülebilmesi için sizin ruhunuzun içinde bir şey, bir nur olmalıdır. Bu nur da nedir biliyor musunuz? Sevgidir. İnsanların hepsine ve her türlüsüne karşı yüreğinizin sevgi ile dolu olmasıdır.
Bunu, yani sevimli olmanın sırrının yüreğinizin sevgi ile dolu olmasına bağlı bulunduğunu size daha iyi anlatabilmem için örnek vereyim: "Kargaya yavrusu şahin görünür" derler. Bu, ne demektir? Karga çirkin bir mahlûktur, karganın yavrusu ondan daha çirkindir, ama anasının gözüne yavrusu, ne kadar çirkin olursa olsun, güzel görünür, demektir. Bu örnek yalnız kargaya vergi değildir. Her anaya evlâdı güzel görünür. Neden güzel görünür? Ananın kalbi evlâdına karşı sevgi ile doludur da onun için.
Ama anaya yavrusu güzel görünür de evlâda anası çirkin mi görünür? İmkânı var mı? Hangimiz için annemiz veya babamız çirkin veya sevimsizdir? Hiçbirimiz için. Onlar gözümüzde dünyanın en güzel, en sevimli insanlarıdır. Neden mi diyorsunuz? Onlara karşı kalbimiz sevgi ile doludur da ondan. Eğer yüreğinizi yalnız annenize, babanıza, yakınlarınıza karşı değil herkes için, bütün insanlar için sevgi ile doldurabilirseniz siz sevimli bir insan olur, herkes tarafından sevilir, hoşa gider aranırsınız. Eğer size "Ne sevimli adam!" veya "Ne tatlı kadın!" diyorlarsa, sohbetinizden zevk duyuyorlarsa gözlerinizden içinizdeki sevgi nurunun ışıkları yansıdığı için diyorlar. Gözlerinizden dışarı vuran sevgi ışıklan sizin fena bir adam olmadığınızı onlara haber veriyor. Fena olmadığı belli olan bir insan da ancak sevgiye lâyıktır. Sevilir. Ama sizin elini sıktığınız, güler yüzlü olmaya çalıştığınız, hata dilinizin döndüğü kadar kendisini sevdiğinizi söylediğiniz insana karşı yüreğinizde sahiden sevgi yoksa gözleriniz sevgi nurunu dışarıya yansıtamadığı için, sevimli olmak şöyle dursun, onca soğuk bir insan olmaktan ileri gidemezsiniz. Ne yaparsanız yapın, hepsi yapmacık olarak kalacaktır.
Sevimli olmak için insanın yüreğinin insanlara karşı sevgi ile dolu olması birinci şarttır. İkinci şart da söze başlarken bir aralık söylediğim gibi, içimizdeki benliği yenebilmektir. Durmadan "ben, ben, ben" diye konuşan bir adam karşısındakine sevimli görünemez. "Ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım" diyen adamları bir kenardan ne kadar tetikte dinlediğimizi bilirsiniz. Çünkü siz "ben" dediğiniz zaman karşınızdaki adamın benliğine kılıç çekmiş bir şövalye gibisiniz. Onda hemen bir düelloya girişmek hevesini uyandırırsınız. Karşısına çıkıp da hep kendinizden söz ettiğiniz bir adama sevimli görünmemiz mümkün değildir. Çünkü siz boyuna "ben" derken onun benliğini hiçe saydığınızı belli ediyorsunuz. Oysaki insanlar, kendileri ne olursa olsunlar, benliklerine saygı gösterilmesini isterler.
İnsanların bu hâllerini çok iyi bilen halk filozoftan mektup yazarken bile "beri'i çok az kullanmayı tavsiye ediyorlar. Geçenlerde bir mecmuada bir yazı okudum. O yazıyı yazan halk filozofu: "Eğer, bir tanıdığınızda birkaç gün misafir olarak kalmış da bu misafirlik çok hoşunuza gitmişse ona teşekkür ederken sakın "Evinizde harikulâde birkaç gün geçirdim." demeyiniz. Kendisinden bahsettiğiniz için ev sahibi bu sözünüzden hiç memnun olmayacaktır. Fakat ayrılırken ona: "Misafir severliğinizin benzeri yok, harikulade ev sahibisiniz." derseniz her iki söz de "teşekkür" yerine geçtiği hâlde ikincisini söylediğiniz zaman ev sahibi öylesine hoşlanacaktır ki sizi bir kere daha evine misafir olarak davet etmesi ihtimali çok artacaktır."
Sevimli olmak için daha başka şartlar var mıdır, bilmiyorum! Ama gözlerimize sevimsiz görünen insanların yüreklerinde insan sevgisinden eser bulunmadığı, yalnız kendilerini sevdikleri için de kendi benliklerini öne sürerek sevimsiz oldukları muhakkaktır. Eğer sevimli olmak istiyorsak mutlaka gönlümüzü, yüreğimizi bütün insanlara karşı sevgi ile doldurmayı başarmamız, kendi benliğimiz silerek alçak gönüllü olmaya çalışarak başkalarının benliğine saygı göstermeyi bilmemiz lâzım.
Gururlu bir adamın sevimli olduğu görülmüş müdür? Zira gurur başkalarını sevmekten değil, insanın kendisine hayran olmasından gelen bir fena görünüştür. Bu görünüş sahibini sevimsiz eder.
Bütün bunlardan sonra sevimli olmanın doğuştan gelen bir meziyet değil, sonradan edinilen bir haslet olduğuna bilmem sizleri inandırabildim mi? Zengin olmaya çalışan adam gibi sevimli olmaya çalışan adamın da bir gün başarıya ulaşacağına bilmem şimdi ihtimal veriyor musunuz? Ama şunu da söyleyeyim ki sevimli olmak zengin olmaktan daha zordur. Sevimli olmak için insan ruhuna çok ağır gelen fedakârlıklara katlanmak gerekir. Ama bir kere sevimli oldunuz, insanlar tarafından bir bakışta sevilir, aranır bir insan hâline geldiniz mi ondan sonra zengin olmanıza pek lüzum da kalmayacaktır. Çünkü insanlardan toplayacağınız sevgi, size en büyük servetlerin sağlayacağı bir huzur ve saadete ulaştırmaya yetecektir.
Şevket RADO
SENLİ BENLİ
..Daha üç gündür, belki de üç saattir tanıdıkları bir kimse ile senli benli olmağa kalkmanın adını samimilik koymuşlar! Sevsinler samimîliklerini! Eskiden, ağır olmasın diye saygısızlık dememek için, lâubalilik derdik, çekinirdik öyle şeyden. Şimdi, samimiliğimizden geldiğini ileri sürdük mü, çirkinliği örtülülerdi sanıyoruz. Diyelim ki samimiliktendir, daha yeni tanıştığımız bir kimse ile samimi olmağa ne hakkımız var? Bakalım o istiyor mu? Bir kimse ile samimî olmak, ona içimizi açmak, onun da bize içini açmasını beklemek demektir, ya ben sizin içinizdekileri öğrenmek, size de benim içimdekileri söylemek istemiyorsam? Uzak durun biraz benden, size düşüncelerimi, sizi de, beni-de İlgilendirebilecek bazı işleri anlatacağım; dinler, siz de düşündüğünüzü söylersiniz; ama benden size içimi dökmemi beklemeyin, onu kendime, bir de yıllardır tanıyıp huyunu suyunu iyice öğrendiğim kimselere saklarım. Siz dostluğu öyle çarçabuk kurulur bir şey ml sanıyorsunuz?
...Bilmem ama bana öyle geliyor ki o kimselerin gerçekten bir içleri, bir samimilikleri yok da onun için herkesle senli benli olmağa kalkıyorlar. Boşluğun ne olduğunu iyice bilmiyorlar, dostluklarını duygu üzerine, yaratılış birliği üzerine değil de çıkarları üzerine kuruyorlar, bunun için çıkarları kimin çıkarıyla birleşiyorsa, yahut kimden bir iyilik umuyorlarsa onunla hemen dost oluveriyorlar. Dikkat edin, öylelerinin dostlukları çok sürmez, çıkarlarında en ufacık bir ayrılık gözüktü mü, onlar da birbirlerinden ayrılır, birbirlerine düşman kesiliverirler. Gerçekten bir içleri olsa, içlerinde çıkar tasasında, günlerini gün etmek düşüncesinden başka bir şey daha bulunsa, o içi herkese açmağa kalkarlar mı? Başkalarının da bir içi olabileceğini düşünüp ona saygı göstermezler ml?
Eski Bâb-ı âli efendisi arıyorum demeyeceğim, onu, eğilip bükülerek, yerlere kapanarak «Bendeniz, zat-ı âliniz, hâk-i payiniz» diye konuşmasında Hacıvadınkini de aşan bir gülünçlük vardı, o kibarlık salt gösterişti, salt gösteriş olduğu için de çok çirkindi.' Ama bugünün her gördüğüne ağzını yaya yaya: «Ne haber bakalım üstat, gene neler düşünüyorsun?» diye konuşan okur yazarınki de Bâb-ı âli efendisininkinden daha az çirkin değildir; onunki nasıl öğrenilmiş, yapmacıklı bir nezaket ise bunun ki de öğrenilmiş, gene yalandan bir samimîliktir. Her İkisi de karşılarındakini aldatmak içindir. «Karşısındakini aldatmayı da nereden çıkarıyorsun? Ne Bâb-ı âli efendisinin yapma nezaketine aldanan, ne de bugün o senin dediğin gibi konuşanların samimiliğine inanan var» diyeceksiniz; orası öyle ama nezakete, samimîliğe inanılmayacak, İnanılmaması gereken şeyler diye bakmak da kişinin gücüne gidiyor. Bunların ikisi de bir toplumun büyük erdemlerindendir, büsbütün kalkmaları iyi olmaz. Oysa ki yapma nezaket gerçek nezaketi yıktığı gibi yapma samimîlik, lâubalilik de gerçek samimîliği ürkütür, yok edebilir.
Nurullah ATAÇ
(Cumhuriyet, 1946)
LAFA "HOŞSOHBET "İN TARİFİNDEN GİRİP, HOŞSOHBET DOSTLARDAN ÇIKMAYA NE DERSİNİZ?
Sözünüzü kesip, size iltifat etmek isteyenler olur. Ne diyeceğinizi, nasıl bir tavır takınacağınızı bilemezsiniz. Huzursuzluğunuzun bir sebebi de, sık sık yapılan bir Türkçe yanlışıdır. Bir sıfatı isim zannetme hatasıdır bu. Sohbet ile hoşsohbet'i birbirine karıştırmak diye de ifade edilebilir.
Hoşsohbetinize doyum olmuyor, derler.
İnsanın sizin gibi hoşsohbet sahibi dostları olmalı!
Hoşsohbetinizden biz de faydalanalım.
- Hoşsohbetli deyince aklımıza ilk gelen siz olursunuz.
Hoşsohbet ne diyeceğini, bu bol keseden iltifatlara ne cevap vereceğini bilemez. Teşekkür etse, adam iltifatı sahiplendi anlamında saygısızlık olur; sohbetin tatlı yerinde Türkçe dersi verip yanlış düzeltmeye kalksa, kabalık...
Bu pazar sohbetinden nasibimiz de, İri boy Dil Yâresi oldu demeniz ihtimalini göze alarak, önce bu sevimsiz yanlışı düzeltmek, sonrada size hoşsohbet dostlarımdan söz etmek istiyorum.
Farsça (hoş) Arapça (sohbet) karışımı bir kelimedir bu. "Sohbeti hoş olan, güzel ve sıkmadan konuşan (insan)" demektir hoşsohbet. Yani bir sıfattır; hoşsohbet olunur ve sohbet edilir. Ama hoşsohbet edilmez ve sohbet olunmaz. Sohbet isim, hoşsohbet sıfattır.
Yukarıdaki iltifatların yanlışını düzelterek söylemek gerekirse ne deriz?
Sohbetinize doyum olmuyor.
İnsanın sizin gibi hoşsohbet dostları olmalı!
Sohbetinizden biz de faydalanalım.
Hoşsohbet denince aklımıza İlk gelen siz olursunuz.
Sohbet "Dostça, arkadaşça konuşarak hoşça vakit geçirme, yarenlik, hasbihal, söyleşi"dir.
Beni hoşsohbet bulduğunu söyleyenlere, önce teşekkür, hemen ardından itiraz ederim.
-Bu sıfatı sahiden hak eden birçok büyük dostum oldu. Bana hoşsohbet demekle, farkında olmadan onlara haksızlık etmiş oluyorsunuz. Tadına doyulmaz, unutulmaz nice sohbette dinleyici olarak bulunmamış olsaydım şayet, iltifatınızı seve seve kabul eder, demek bu sıfatı ben de hak ediyorum diye bir güzel kıvanırdım. Buna hakkım yok.
Çocukluğumuzda halamın, amcamın, babamın anlattığı hikâyeleri dinlemeye doyamazdım. Ama ilk masalcı-babamız Hayrı (Dönmez) Ağabeydi. Ankara'daki evimizde biz üç çocuğu halının üstünde karşısına alır, sırtı mindere dayalı, başlardı anlatmaya... Ağzından bal akıyor deyiminin ne demek olduğunu biz ondan öğrendik. Adapazarlı bir aile dostuydu, bekârdı o zaman; Ankara Belediyesi otobüs işletmesinde marangoz olarak çalışıyordu.
Daha sonra rastlayacağım büyük hoşsohbetlerden biri, Kabataş Lisesi'ndeki tarih öğretmenimiz Galip (Vardar) Hoca'ydı. Erken yaşta kaybettiğimiz Berke Vardar ile opera sanatçısı ve yönetmen Yekta Kara'nın babaları. Ortaköy'deki lisenin girişinde bir heykeli bulunan efsane öğretmen. Biz Hz. Muhammed'i, Fatih Sultan Mehmed'i onun tatlı dilinden öğrendik; Kurtuluş Savaşı'nı, hikâyelerin en heyecanlısı olarak dinledik. Bugün de, mezuniyetimizden tam 60 yıl sonra, biz Kabataşlılar, Galip Hoca'nın adını anmadan edemeyiz. Nur içinde yatsın!
Mesleğim sayesinde hoşsohbet hocalar, edebiyatçılar, oyuncular, gazeteciler, siyasetçiler tanıdım.
Onları da anacağım bugün. Sonradan aklıma başkaları da gelecek ve bak onları unuttum, diye dertleneceğim. Paslanmış bir hafızanın el verdiğinden çoğunu yapamam ki...
Lisede edebiyat hocamız olan şair Faruk Nafiz Çamlıbel'den başlayalım. Benden nihayet 31 yaş büyük olduğunu sonradan düşündüm. Ev dışında beni ciddiye alan, Arnavutköy'de Akıntıburnu'na tepeden bakan evinin balkonunda çay içmeye çağıran, tanıdığım ilk "çok ünlü" adamdı. Onu dinlemeye can atardım. Bazen Emirgan Çınaraltı'nda beni yanındaki bir sandalyeye oturttuğu olurdu.
Hukuk Fakültesi'nde (sonradan aynı gazetede yazma şerefine erdiğim) büyük dostum Prof. Şükrü Baban; İdare Hukuk hocamız Prof. Ragıp Sarıca, belki tatsız hukuk bahisleri arasına sıkıştırdığı sevimli fıkralar yüzünden hafızamızda yer eden biridir.
Kimi babam yaşında olsa da hepsine ağabey dediğimiz meslek büyüklerinden, düşünüyorum da çok sevdiklerim hep hoşsohbet gazetecilerdi.
Başta iki isim var, üzerinde ısrar etmek isteyeceğim. Fıkra muharriri (ve Gazeteciler Cemiyeti'nin değişmez başkanı) Burhan Felek usta ile spor yazarlığının ve spikerliğinin büyük ustası Eşref Şefik. Örnekler vermekle başlayacak ve bitecek şey değildir, onlarla sohbetin çeşidi ve tadı. Beni de bazen yanlarına aldıkları, masalarında bulundurdukları için onlara şükran borçluyum.
Gene gazeteci (ve edip) büyüklerimizden Falih Rıfkı Atay, Ercüment Ekrem Talu, Vâlâ Nurettin Vâ-Nû, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu (nam-ı diğer Deli Nizam), Ahmet Hamdi Tanpınar, Cihat Baban, Bedii Faik; oyunculardan Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muvahhit; siyasetçi yazar Samet Ağaoğlu... vd...
Hoşsohbet bildiğim yaşıtlarımı da bir bir sayacak yerim yok, yazık ki... Çocuklarım, torunlarım yaşında hoşsohbet dostlarım olduğunu da söylemek durumundayım, inanın sohbetin tarzı değişse de ondan aldığınız zevk hiç eksilmiyor.
Size, hoşsohbet dostlar bereketi dilerim. Onlar olmazsa çok şey eksilir hayatımızda.
Hakkı DEVRİM, Radikal Gazetesi, 27.05.2007
Sohbet Örneği
Oldum olasıya yok, bilmiyorum, olmaz gibi sözcükleri sevmem, belki de şimdi nereden çıkardınız diye soracaksınız bunları bana durup dururken nereden aklınıza geldi bu sözcükler. Türkçede yok mu? "Sözlüklerde yer almamışlar mı?" diyeceksiniz. Bana kalsa, bu sözcükleri sözlüklerden çıkardığım gibi yasaklarım da! Var dururken biliyorum dururken, olur dururken niye hep birtakım olumsuzluklar belirten sözcüklere sarılırız bilmem. Hatta bana kalsa olumsuzluk eklerini de atarım kitaplardan. Bu iş de burada biter.
ŞEHİR MEKTUPLARI
Lüfer hakkında duyduğum acıyı size naklettiğim gün arkadaşlardan ve acemi balık avcılarından biri, eli sarılı olduğu hâlde, ziyaretime geldi. Biçare sararmış, morarmış, pek çok acı çekmiş olmalı ki merdiveni zorla çıkarak odama gelebildi.
-Geçmiş olsun, birader, ne oldun? diye sorunca:
-Senin lüferin derdine uğradım, dedi. Aramızda şu yolda bir konuşma açıldı:
-O nasıl dert?
-Canım! Bu sene Boğaziçi'ne gitmedik mi?
-Evet.
Herkes balığa çıkalım, diye teşvik etti. Ben de, meşguliyet, bir eğlence olmak üzere işe giriştim. Üç yüz kuruşa bir sandal aldım. Oltaları tedarik ettim. Zokaları yaptırdım. Alet edevat, dediler; kanca, kakıç, sünger, çamçak, süzgeç falan bulduk. Bize bin kuruş masraf ettirdiler. Arada sırada, izmarite falan çıktım. Velhasıl, lüfer söktü. Geçenlerde, Umur Yeri önünde oltaları indirdik. Yirmi üç kulaçta duruyoruz. Lüfer de ısırır, ısırmaz. Akşam balığını tamamlayalım, derken bir tanesi takıldı. Acele ile çektim. Şöyle bir lüfer. Ortalık da karardı, kararacak. Hemen sarıldım. Birdenbire, canım çekiliyor zannettim. Meğer, tuttuğum trakonya imiş. Sarılır sarılmaz vurdu. Az kaldı ölüyordum.
-Vah, vah! Sonra?
-Sonrası, hâlâ çekiyoruz.
-Demek, avdan vazgeçtin.
-Ertesi gün, hepsini sattım.
Trakonya denilen o küçültülmüş ejder müthiştir. Onun "Barsam" denilen başka bir korkuncu daha vardır ki, sahillerimizdeki deniz âfetlerinden sayılır. Dikkat lazımdır. Lüfer bir kere dişlerse, o da acıtır. Fakat köftehor ne kadar ısırırsa ısırsın, sonra biz de onu dişleyip ısırıp, ezip yutarız.
Meşhur olduğu üzere, bizim aşçıbaşı gibi balıktan anlayan uşaklardan birine, yine benim gibi safdil bir zat lüfer ısmarlar. Herif gider, iki palamut alıp getirir. Efendi bunu görünce:
-Ayol, bu nedir?
-Balık.
-Balık ama bu palamut, lüfer değil! der.
Fakat uşak bizim aşçıbaşı gibi değil, biraz söz anlar olduğun derhâl, tam bir hayretle efendisinin yüzüne bakarak:
-Amma yaptın, efendi ha! Sanki, biri denizin dibine inmiş de, balıklara isim koymuş gibi söylüyorsun! diye eblehçe bir cevap verir.
Merak bu, ya! Balık Pazarı'ndaki balıkçıya giderek, bizim lüferin hikâyesini anlatmak ve balıkçının ne diyeceğini öğrenmek istedim. Gittim. O maydanoz perçemlisi orada duruyor. Beni görünce gülümsedikten sonra, fiyakacıya dedi ki:
- Beyefendi balığı tanıyor ama parayı az veriyor .
Maksat şaka değil mi ? Ben de çeneleri açtım:
- O balıkta zaten senin gözün kaldı.
-Estağfurullah, beyim! Ne oldu? Köpek mi kaptı?
-Hayır, aşçı kaptı.
-Bazıları öyledir. Bizim bir efendi var. O iyi bir balık gönderdi mi akşam aşçısı pişirir, yer, sonra "Kedi kaptı!" dermiş. Sakın, o aşçı size gelmesin?
-Öyle değil. Bizim aşçı o lüferleri ne yapsa beğenirsin?
-Kokutmuş mu?
-Hayır palamut...
-Anladım, anladım. O herife, sen armut da versen yine tava eder.
Bizim balıkçıdaki, "leb" demeden anlayış nasıl? Fakat biz, bir yirmi beş daha sulayarak, yine bir miktar lüfer almaya mecbur oldul
Balıkçı "Köpek mi kaptı?" diye sorunca, hatırıma Cerrah Paşa'daki kurnaz bir sokak köpeği geldi. Bu hayvan, o kendine vergi zekâyı sarhoşların ellerindeki balıkları kapmakta pek güzel kullanırdı. Akşam saat yarım raddelerinde, caminin önlerinde uyuma pozunda büzülür. Gözü mey içen dünyalıları ta uzaktan tanıdığı için, eğer neşeden başı hoş adam yarım okka ile kafayı tütsüledikten sonra eline bir okka da uskumru, iki üç palamut almış ise, ta yanından veya hizasından geçinceye kadar yerinden kımıldamaz. İki üç adım ilerler ilerlemez kalkar, yavaş yavaş balığın kuyruğuna dişlerini geçirir. Beraberce yürür. Sarhoşumuz farkına varıp da:
- Hoşt! diye hızla çekince o da aşağıdan asılır. Bir hâlde ki saplar kopunca balık yere düşer. Artık, kapışan kapışana! Fakat bu balık avcısı dayağa dahi sırt verdiğinden, balığı bitirinceye kadar baston, taş, sopa gürültüsüne aldırmaz.
Şehir Mektupları, Ahmet Rasim