Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

SEVİMLİ OLABİLİRSİNİZ

Bu dünyada insanların sahip olacakları birçok nimet vardır. Bunlar o kadar çeşitlidir ki, saymaya kalksak kolay kolay bitiremeyiz. Ama bun­lardan biri vardır ki değeri dünya nimetlerinin en değerlisi sayılan para ile de ölçülemeyecek kadar yüksektir.

Bu, nedir biliyor musunuz? Sevimli olmaktır. Başkaları tarafından sevilir, hoşa gider, etrafına rahatsızlık vermez, hatta aranır, özlenir bir insan olmaktır.

Tabiatın bu nimetinden faydalanmış insanların çok olduğunu ileri sürmek ne yazık ki, biraz güçtür. Ama burada bir mesele var: Acaba, se­vimli olmak insanlara tabiatın bir nimeti midir? Eğer öyle olsaydı bazı in­sanlar sevimli olarak dünyaya gelecekler, sevimli olarak gelmeyenler de bu nimetten yoksun bırakıldıkları için talihlerine küsüp oturacaklardı, öyle mi? Ben o kanaatte değilim. Sevimli olmak da zengin olmak gibi son­radan, çaba harcanarak elde edilen bir nimettir.

Bir insan zengin olmayı aklına koyarsa, birçok örnekler gösteriyor ki, sonunda mutlaka zengin oluyor. Şimdi aranızda bu sözüme karşı çıka­caklar bulunduğunu biliyorum. Onlar: "Dünyada zengin olmayı kim iste­mez?" diyeceklerdir, şüphe yok ki herkes istiyor, ama istemek yetmez ki! Hepimiz öldükten sonra cennete gitmeyi istiyoruz. Ama dünyada iken, cennete gitmenin şartlarını gerektiği gibi yerine getirebiliyor muyuz? Diye­lim ki cennete gitmek için hiçbir günah işlememek, kimseye kötülük etme­mek, hatta elimizdeki imkânlar ölçüsünde iyilik edip sevap kazanmak lâzımdır. Belki dalgınlığımıza geldiği belki de pek aldırış etmediğimiz için bunları yapmayı zaman zaman unutmuyor muyuz?

Zengin olmayı isteyen insan da tıpkı cennete gitmeye kararlı adam gibi birtakım emirlere uymaya, ayrıca bazı işlere girişmeye, hatta bazı şeyler yapmaya mecburdur. Bunların vereceği zahmete katlanır, karşını­za çıkacak tehlikelere göğüs gererseniz; uzun zaman dişinizi tırnağınıza takmaya razı olur, fedakârlıklara katlanır, herkesten çok çatışır, fırsatlar çıkınca herkesin vereceğinden daha yerinde kararlar verirseniz niçin zen­gin olmayasınız? Böyle yaparsanız, daha doğrusu yapabilirseniz günün birinde siz de zengin olursunuz. Ama bunları yapamazsanız, istediğiniz kadar zengin olmaya heves edin, olamazsınız. Eğer çoğumuz zengin olamıyorsak, türlü sebeplerle böyle bir gayret veya kabiliyet gösteremediği­miz için olamıyoruz.

Ne ise, şimdi zenginliği bir yana bırakalım da bahsimiz olan sevimli olmak konusuna dönelim: Sevimli olmak da, zengin olmak gibi bir takım ayrı çalışmalar isteyen bir meziyettir. Bir adam çalışır çabalar zengin olur, ama sevimli olamaz. Nice zengin adam vardır ki sevimli değildir. Çünkü sevimli olmak onu sağlamaya yarayacak birtakım gayretler harca­maya, bazı fedakârlıkları göze almaya, en önemlisi, içimizdeki benliği yenmeye, bütün bunları da zorla yapar olmaktan çıkıp bir âdet haline ge­tirmeye bağlıdır. Eğer yakınlarınızla ve dostlarınızla ilişkilerinizde onları rahatsız etmemeye dikkat ederseniz; üstelik bunu da yeter görmeyerek onları memnun etmek için elinizden geleni yapmayı ağır bir yük saymaz­sanız, hele gülümser bir bakışı kimseden esirgemezseniz bir dereceye kadar sevimli olacağınız şüphesizdir. Ama sadece gülümser olmak da yetmez. Gülmek istemediği hâlde zorla gülmeye çalışan insanların yüzle­rinin ne kadar çirkin olduğunu her hâlde fark etmişsinizdir. Sevimli olma­mız için insanlarla karşı karşıya geldiğimiz zaman dudaklarınızla değil, gözlerinizin içiyle gülmeniz lâzımdır. "Gözünün içi gülüyor." dediğimiz in­sanların ruhlarında ne derin bir sevinç vardır! Ama siz şimdi diyeceksiniz ki, sevimli olmak için dudaklarımızla gülmeyi haydi bir dereceye kadar becerelim, ama gözlerimizin içiyle nasıl gülebiliriz?

Doğru, hakkınız var. Bu, bir aktörlük ustalığı ile yapılacak işlerden değildir. Gözlerinizin içinin gülebilmesi için sizin ruhunuzun içinde bir şey, bir nur olmalıdır. Bu nur da nedir biliyor musunuz? Sevgidir. İnsan­ların hepsine ve her türlüsüne karşı yüreğinizin sevgi ile dolu olmasıdır.

Bunu, yani sevimli olmanın sırrının yüreğinizin sevgi ile dolu olma­sına bağlı bulunduğunu size daha iyi anlatabilmem için örnek vereyim: "Kargaya yavrusu şahin görünür" derler. Bu, ne demektir? Karga çirkin bir mahlûktur, karganın yavrusu ondan daha çirkindir, ama anasının gö­züne yavrusu, ne kadar çirkin olursa olsun, güzel görünür, demektir. Bu örnek yalnız kargaya vergi değildir. Her anaya evlâdı güzel görünür. Neden güzel görünür? Ananın kalbi evlâdına karşı sevgi ile doludur da onun için.

Ama anaya yavrusu güzel görünür de evlâda anası çirkin mi görü­nür? İmkânı var mı? Hangimiz için annemiz veya babamız çirkin veya se­vimsizdir? Hiçbirimiz için. Onlar gözümüzde dünyanın en güzel, en sevim­li insanlarıdır. Neden mi diyorsunuz? Onlara karşı kalbimiz sevgi ile doludur da ondan. Eğer yüreğinizi yalnız annenize, babanıza, yakınları­nıza karşı değil herkes için, bütün insanlar için sevgi ile doldurabilirseniz siz sevimli bir insan olur, herkes tarafından sevilir, hoşa gider aranırsı­nız. Eğer size "Ne sevimli adam!" veya "Ne tatlı kadın!" diyorlarsa, sohbe­tinizden zevk duyuyorlarsa gözlerinizden içinizdeki sevgi nurunun ışıkları yansıdığı için diyorlar. Gözlerinizden dışarı vuran sevgi ışıklan sizin fena bir adam olmadığınızı onlara haber veriyor. Fena olmadığı belli olan bir insan da ancak sevgiye lâyıktır. Sevilir. Ama sizin elini sıktığınız, güler yüzlü olmaya çalıştığınız, hata dilinizin döndüğü kadar kendisini sevdiği­nizi söylediğiniz insana karşı yüreğinizde sahiden sevgi yoksa gözleriniz sevgi nurunu dışarıya yansıtamadığı için, sevimli olmak şöyle dursun, onca soğuk bir insan olmaktan ileri gidemezsiniz. Ne yaparsanız yapın, hepsi yapmacık olarak kalacaktır.

Sevimli olmak için insanın yüreğinin insanlara karşı sevgi ile dolu olması birinci şarttır. İkinci şart da söze başlarken bir aralık söylediğim gibi, içimizdeki benliği yenebilmektir. Durmadan "ben, ben, ben" diye ko­nuşan bir adam karşısındakine sevimli görünemez. "Ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım" diyen adamları bir kenardan ne kadar tetikte dinlediği­mizi bilirsiniz. Çünkü siz "ben" dediğiniz zaman karşınızdaki adamın ben­liğine kılıç çekmiş bir şövalye gibisiniz. Onda hemen bir düelloya girişmek hevesini uyandırırsınız. Karşısına çıkıp da hep kendinizden söz ettiğiniz bir adama sevimli görünmemiz mümkün değildir. Çünkü siz boyuna "ben" derken onun benliğini hiçe saydığınızı belli ediyorsunuz. Oysaki insan­lar, kendileri ne olursa olsunlar, benliklerine saygı gösterilmesini isterler.

İnsanların bu hâllerini çok iyi bilen halk filozoftan mektup yazarken bile "beri'i çok az kullanmayı tavsiye ediyorlar. Geçenlerde bir mecmuada bir yazı okudum. O yazıyı yazan halk filozofu: "Eğer, bir tanıdığınızda bir­kaç gün misafir olarak kalmış da bu misafirlik çok hoşunuza gitmişse ona teşekkür ederken sakın "Evinizde harikulâde birkaç gün geçirdim." demeyiniz. Kendisinden bahsettiğiniz için ev sahibi bu sözünüzden hiç memnun olmayacaktır. Fakat ayrılırken ona: "Misafir severliğinizin benze­ri yok, harikulade ev sahibisiniz." derseniz her iki söz de "teşekkür" yeri­ne geçtiği hâlde ikincisini söylediğiniz zaman ev sahibi öylesine hoşlana­caktır ki sizi bir kere daha evine misafir olarak davet etmesi ihtimali çok artacaktır."

Sevimli olmak için daha başka şartlar var mıdır, bilmiyorum! Ama gözlerimize sevimsiz görünen insanların yüreklerinde insan sevgisinden eser bulunmadığı, yalnız kendilerini sevdikleri için de kendi benliklerini öne sürerek sevimsiz oldukları muhakkaktır. Eğer sevimli olmak istiyorsak mutlaka gönlümüzü, yüreğimizi bütün insanlara karşı sevgi ile doldurma­yı başarmamız, kendi benliğimiz silerek alçak gönüllü olmaya çalışarak başkalarının benliğine saygı göstermeyi bilmemiz lâzım.
Gururlu bir adamın sevimli olduğu görülmüş müdür? Zira gurur başkalarını sevmekten değil, insanın kendisine hayran olmasından gelen bir fena görünüştür. Bu görünüş sahibini sevimsiz eder.

Bütün bunlardan sonra sevimli olmanın doğuştan gelen bir meziyet değil, sonradan edinilen bir haslet olduğuna bilmem sizleri inandırabildim mi? Zengin olmaya çalışan adam gibi sevimli olmaya çalışan adamın da bir gün başarıya ulaşacağına bilmem şimdi ihtimal veriyor musunuz? Ama şunu da söyleyeyim ki sevimli olmak zengin olmaktan daha zordur. Sevimli olmak için insan ruhuna çok ağır gelen fedakârlıklara katlanmak gerekir. Ama bir kere sevimli oldunuz, insanlar tarafından bir bakışta se­vilir, aranır bir insan hâline geldiniz mi ondan sonra zengin olmanıza pek lüzum da kalmayacaktır. Çünkü insanlardan toplayacağınız sevgi, size en büyük servetlerin sağlayacağı bir huzur ve saadete ulaştırmaya yete­cektir.

Şevket RADO


SENLİ BENLİ

..Daha üç gündür, belki de üç saattir tanıdıkları bir kimse ile senli benli olmağa kalkmanın adını samimilik koymuşlar! Sev­sinler samimîliklerini! Eskiden, ağır olmasın diye saygısızlık dememek için, lâubalilik derdik, çekinirdik öyle şeyden. Şimdi, samimiliğimizden geldiğini ileri sürdük mü, çirkinliği örtülüler­di sanıyoruz. Diyelim ki samimiliktendir, daha yeni tanıştığımız bir kimse ile samimi olmağa ne hakkımız var? Bakalım o isti­yor mu? Bir kimse ile samimî olmak, ona içimizi açmak, onun da bize içini açmasını beklemek demektir, ya ben sizin içinizdekileri öğrenmek, size de benim içimdekileri söylemek istemiyor­sam? Uzak durun biraz benden, size düşüncelerimi, sizi de, beni-de İlgilendirebilecek bazı işleri anlatacağım; dinler, siz de düşün­düğünüzü söylersiniz; ama benden size içimi dökmemi bekleme­yin, onu kendime, bir de yıllardır tanıyıp huyunu suyunu iyice öğ­rendiğim kimselere saklarım. Siz dostluğu öyle çarçabuk kurulur bir şey ml sanıyorsunuz?
...Bilmem ama bana öyle geliyor ki o kimselerin gerçekten bir içleri, bir samimilikleri yok da onun için herkesle senli benli olmağa kalkıyorlar. Boşluğun ne olduğunu iyice bilmiyorlar, dostluklarını duygu üzerine, yaratılış birliği üzerine değil de çıkarları üzerine kuruyorlar, bunun için çıkarları kimin çıkarıyla birleşiyorsa, yahut kimden bir iyilik umuyorlarsa onunla hemen dost oluveriyorlar. Dikkat edin, öylelerinin dostlukları çok sür­mez, çıkarlarında en ufacık bir ayrılık gözüktü mü, onlar da bir­birlerinden ayrılır, birbirlerine düşman kesiliverirler. Gerçekten bir içleri olsa, içlerinde çıkar tasasında, günlerini gün etmek dü­şüncesinden başka bir şey daha bulunsa, o içi herkese açmağa kalkarlar mı? Başkalarının da bir içi olabileceğini düşünüp ona saygı göstermezler ml?
Eski Bâb-ı âli efendisi arıyorum demeyeceğim, onu, eğilip bükülerek, yerlere kapanarak «Bendeniz, zat-ı âliniz, hâk-i payiniz» diye konuşmasında Hacıvadınkini de aşan bir gülünçlük vardı, o kibarlık salt gösterişti, salt gösteriş olduğu için de çok çirkindi.' Ama bugünün her gördüğüne ağzını yaya yaya: «Ne haber ba­kalım üstat, gene neler düşünüyorsun?» diye konuşan okur yazarınki de Bâb-ı âli efendisininkinden daha az çirkin değildir; onun­ki nasıl öğrenilmiş, yapmacıklı bir nezaket ise bunun ki de öğre­nilmiş, gene yalandan bir samimîliktir. Her İkisi de karşılarındakini aldatmak içindir. «Karşısındakini aldatmayı da nereden çı­karıyorsun? Ne Bâb-ı âli efendisinin yapma nezaketine aldanan, ne de bugün o senin dediğin gibi konuşanların samimiliğine inanan var» diyeceksiniz; orası öyle ama nezakete, samimîliğe inanılma­yacak, İnanılmaması gereken şeyler diye bakmak da kişinin gü­cüne gidiyor. Bunların ikisi de bir toplumun büyük erdemlerindendir, büsbütün kalkmaları iyi olmaz. Oysa ki yapma nezaket gerçek nezaketi yıktığı gibi yapma samimîlik, lâubalilik de ger­çek samimîliği ürkütür, yok edebilir.

Nurullah ATAÇ
(Cumhuriyet, 1946)


LAFA "HOŞSOHBET "İN TARİFİNDEN GİRİP, HOŞSOHBET DOST­LARDAN ÇIKMAYA NE DERSİNİZ?

Sözünüzü kesip, size iltifat etmek isteyenler olur. Ne diyeceğini­zi, nasıl bir tavır takınacağınızı bilemezsiniz. Huzursuzluğunuzun bir sebebi de, sık sık yapılan bir Türkçe yanlışıdır. Bir sıfatı isim zannet­me hatasıdır bu. Sohbet ile hoşsohbet'i birbirine karıştırmak diye de ifade edilebilir.

Hoşsohbetinize doyum olmuyor, derler.

İnsanın sizin gibi hoşsohbet sahibi dostları olmalı!

Hoşsohbetinizden biz de faydalanalım.

- Hoşsohbetli deyince aklımıza ilk gelen siz olursunuz.

Hoşsohbet ne diyeceğini, bu bol keseden iltifatlara ne cevap ve­receğini bilemez. Teşekkür etse, adam iltifatı sahiplendi anlamında saygısızlık olur; sohbetin tatlı yerinde Türkçe dersi verip yanlış dü­zeltmeye kalksa, kabalık...

Bu pazar sohbetinden nasibimiz de, İri boy Dil Yâresi oldu deme­niz ihtimalini göze alarak, önce bu sevimsiz yanlışı düzeltmek, son­rada size hoşsohbet dostlarımdan söz etmek istiyorum.

Farsça (hoş) Arapça (sohbet) karışımı bir kelimedir bu. "Sohbeti hoş olan, güzel ve sıkmadan konuşan (insan)" demektir hoşsohbet. Yani bir sıfattır; hoşsohbet olunur ve sohbet edilir. Ama hoşsohbet edilmez ve sohbet olunmaz. Sohbet isim, hoşsohbet sıfattır.

Yukarıdaki iltifatların yanlışını düzelterek söylemek gerekirse ne deriz?

Sohbetinize doyum olmuyor.

İnsanın sizin gibi hoşsohbet dostları olmalı!

Sohbetinizden biz de faydalanalım.
Hoşsohbet denince aklımıza İlk gelen siz olursunuz.

Sohbet "Dostça, arkadaşça konuşarak hoşça vakit geçirme, ya­renlik, hasbihal, söyleşi"dir.

Beni hoşsohbet bulduğunu söyleyenlere, önce teşekkür, hemen ardından itiraz ederim.

-Bu sıfatı sahiden hak eden birçok büyük dostum oldu. Bana hoşsohbet demekle, farkında olmadan onlara haksızlık etmiş oluyor­sunuz. Tadına doyulmaz, unutulmaz nice sohbette dinleyici olarak bulunmamış olsaydım şayet, iltifatınızı seve seve kabul eder, demek bu sıfatı ben de hak ediyorum diye bir güzel kıvanırdım. Buna hak­kım yok.

Çocukluğumuzda halamın, amcamın, babamın anlattığı hikâyeleri dinlemeye doyamazdım. Ama ilk masalcı-babamız Hayrı (Dön­mez) Ağabeydi. Ankara'daki evimizde biz üç çocuğu halının üstünde karşısına alır, sırtı mindere dayalı, başlardı anlatmaya... Ağzından bal akıyor deyiminin ne demek olduğunu biz ondan öğrendik. Adapazarlı bir aile dostuydu, bekârdı o zaman; Ankara Belediyesi otobüs işletmesinde marangoz olarak çalışıyordu.

Daha sonra rastlayacağım büyük hoşsohbetlerden biri, Kabataş Lisesi'ndeki tarih öğretmenimiz Galip (Vardar) Hoca'ydı. Erken yaş­ta kaybettiğimiz Berke Vardar ile opera sanatçısı ve yönetmen Yek­ta Kara'nın babaları. Ortaköy'deki lisenin girişinde bir heykeli bulu­nan efsane öğretmen. Biz Hz. Muhammed'i, Fatih Sultan Mehmed'i onun tatlı dilinden öğrendik; Kurtuluş Savaşı'nı, hikâyelerin en heye­canlısı olarak dinledik. Bugün de, mezuniyetimizden tam 60 yıl son­ra, biz Kabataşlılar, Galip Hoca'nın adını anmadan edemeyiz. Nur içinde yatsın!

Mesleğim sayesinde hoşsohbet hocalar, edebiyatçılar, oyuncu­lar, gazeteciler, siyasetçiler tanıdım.

Onları da anacağım bugün. Sonradan aklıma başkaları da gele­cek ve bak onları unuttum, diye dertleneceğim. Paslanmış bir hafı­zanın el verdiğinden çoğunu yapamam ki...

Lisede edebiyat hocamız olan şair Faruk Nafiz Çamlıbel'den başlayalım. Benden nihayet 31 yaş büyük olduğunu sonradan dü­şündüm. Ev dışında beni ciddiye alan, Arnavutköy'de Akıntıburnu'na tepeden bakan evinin balkonunda çay içmeye çağıran, tanıdığım ilk "çok ünlü" adamdı. Onu dinlemeye can atardım. Bazen Emirgan Çınaraltı'nda beni yanındaki bir sandalyeye oturttuğu olurdu.

Hukuk Fakültesi'nde (sonradan aynı gazetede yazma şerefine erdiğim) büyük dostum Prof. Şükrü Baban; İdare Hukuk hocamız Prof. Ragıp Sarıca, belki tatsız hukuk bahisleri arasına sıkıştırdığı sevimli fıkralar yüzünden hafızamızda yer eden biridir.

Kimi babam yaşında olsa da hepsine ağabey dediğimiz meslek büyüklerinden, düşünüyorum da çok sevdiklerim hep hoşsohbet ga­zetecilerdi.

Başta iki isim var, üzerinde ısrar etmek isteyeceğim. Fıkra mu­harriri (ve Gazeteciler Cemiyeti'nin değişmez başkanı) Burhan Felek usta ile spor yazarlığının ve spikerliğinin büyük ustası Eşref Şefik. Örnekler vermekle başlayacak ve bitecek şey değildir, onlarla soh­betin çeşidi ve tadı. Beni de bazen yanlarına aldıkları, masalarında bulundurdukları için onlara şükran borçluyum.

Gene gazeteci (ve edip) büyüklerimizden Falih Rıfkı Atay, Ercü­ment Ekrem Talu, Vâlâ Nurettin Vâ-Nû, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu (nam-ı diğer Deli Nizam), Ahmet Hamdi Tanpınar, Cihat Ba­ban, Bedii Faik; oyunculardan Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muvahhit; si­yasetçi yazar Samet Ağaoğlu... vd...

Hoşsohbet bildiğim yaşıtlarımı da bir bir sayacak yerim yok, ya­zık ki... Çocuklarım, torunlarım yaşında hoşsohbet dostlarım olduğu­nu da söylemek durumundayım, inanın sohbetin tarzı değişse de ondan aldığınız zevk hiç eksilmiyor.

Size, hoşsohbet dostlar bereketi dilerim. Onlar olmazsa çok şey eksilir hayatımızda.

Hakkı DEVRİM, Radikal Gazetesi, 27.05.2007
 


 Sohbet Örneği

Oldum olasıya yok, bilmiyorum, olmaz gibi sözcükleri sevmem, belki de şimdi nereden çıkardınız diye soracaksınız bunları bana durup dururken nereden aklınıza geldi bu sözcükler. Türkçede yok mu? "Sözlüklerde yer almamışlar mı?" diyeceksiniz. Bana kalsa, bu sözcükleri sözlüklerden çıkardığım gibi yasaklarım da! Var dururken biliyorum dururken, olur dururken niye hep birtakım olumsuzluklar belirten sözcüklere sarılırız bilmem. Hatta bana kalsa olumsuzluk eklerini de atarım kitaplardan. Bu iş de burada biter.

ŞEHİR MEKTUPLARI

Lüfer hakkında duyduğum acıyı size naklettiğim gün arkadaşlar­dan ve acemi balık avcılarından biri, eli sarılı olduğu hâlde, ziyareti­me geldi. Biçare sararmış, morarmış, pek çok acı çekmiş olmalı ki merdiveni zorla çıkarak odama gelebildi.

-Geçmiş olsun, birader, ne oldun? diye sorunca:

-Senin lüferin derdine uğradım, dedi. Aramızda şu yolda bir ko­nuşma açıldı:

-O nasıl dert?

-Canım! Bu sene Boğaziçi'ne gitmedik mi?

-Evet.

Herkes balığa çıkalım, diye teşvik etti. Ben de, meşguliyet, bir eğlence olmak üzere işe giriştim. Üç yüz kuruşa bir sandal aldım. Ol­taları tedarik ettim. Zokaları yaptırdım. Alet edevat, dediler; kanca, kakıç, sünger, çamçak, süzgeç falan bulduk. Bize bin kuruş masraf ettirdiler. Arada sırada, izmarite falan çıktım. Velhasıl, lüfer söktü. Geçenlerde, Umur Yeri önünde oltaları indirdik. Yirmi üç kulaçta du­ruyoruz. Lüfer de ısırır, ısırmaz. Akşam balığını tamamlayalım, der­ken bir tanesi takıldı. Acele ile çektim. Şöyle bir lüfer. Ortalık da ka­rardı, kararacak. Hemen sarıldım. Birdenbire, canım çekiliyor zan­nettim. Meğer, tuttuğum trakonya imiş. Sarılır sarılmaz vurdu. Az kal­dı ölüyordum.

-Vah, vah! Sonra?

-Sonrası, hâlâ çekiyoruz.

-Demek, avdan vazgeçtin.

-Ertesi gün, hepsini sattım.

Trakonya denilen o küçültülmüş ejder müthiştir. Onun "Barsam" denilen başka bir korkuncu daha vardır ki, sahillerimizdeki deniz âfetlerinden sayılır. Dikkat lazımdır. Lüfer bir kere dişlerse, o da acı­tır. Fakat köftehor ne kadar ısırırsa ısırsın, sonra biz de onu dişleyip ısırıp, ezip yutarız.
Meşhur olduğu üzere, bizim aşçıbaşı gibi balıktan anlayan uşaklardan birine, yine benim gibi safdil bir zat lüfer ısmarlar. Herif gider, iki palamut alıp getirir. Efendi bunu görünce:

-Ayol, bu nedir?

-Balık.

-Balık ama bu palamut, lüfer değil! der.

Fakat uşak bizim aşçıbaşı gibi değil, biraz söz anlar olduğun derhâl, tam bir hayretle efendisinin yüzüne bakarak:

-Amma yaptın, efendi ha! Sanki, biri denizin dibine inmiş de, balıklara isim koymuş gibi söylüyorsun! diye eblehçe bir cevap verir.

Merak bu, ya! Balık Pazarı'ndaki balıkçıya giderek, bizim lüferin hikâyesini anlatmak ve balıkçının ne diyeceğini öğrenmek istedim. Gittim. O maydanoz perçemlisi orada duruyor. Beni görünce gülümsedikten sonra, fiyakacıya dedi ki:

- Beyefendi balığı tanıyor ama parayı az veriyor .

Maksat şaka değil mi ? Ben de çeneleri açtım:

- O balıkta zaten senin gözün kaldı.

-Estağfurullah, beyim! Ne oldu? Köpek mi kaptı?

-Hayır, aşçı kaptı.

-Bazıları öyledir. Bizim bir efendi var. O iyi bir balık gönderdi mi akşam aşçısı pişirir, yer, sonra "Kedi kaptı!" dermiş. Sakın, o aşçı size gelmesin?

-Öyle değil. Bizim aşçı o lüferleri ne yapsa beğenirsin?

-Kokutmuş mu?

-Hayır palamut...

-Anladım, anladım. O herife, sen armut da versen yine tava eder.

Bizim balıkçıdaki, "leb" demeden anlayış nasıl? Fakat biz, bir yirmi beş daha sulayarak, yine bir miktar lüfer almaya mecbur oldul

Balıkçı "Köpek mi kaptı?" diye sorunca, hatırıma Cerrah Paşa'daki kurnaz bir sokak köpeği geldi. Bu hayvan, o kendine vergi zekâyı sarhoşların ellerindeki balıkları kapmakta pek güzel kullanırdı. Akşam saat yarım raddelerinde, caminin önlerinde uyuma pozunda büzülür. Gözü mey içen dünyalıları ta uzaktan tanıdığı için, eğer neşeden başı hoş adam yarım okka ile kafayı tütsüledikten sonra eline bir okka da uskumru, iki üç palamut almış ise, ta yanından ve­ya hizasından geçinceye kadar yerinden kımıldamaz. İki üç adım ilerler ilerlemez kalkar, yavaş yavaş balığın kuyruğuna dişlerini geçi­rir. Beraberce yürür. Sarhoşumuz farkına varıp da:

- Hoşt! diye hızla çekince o da aşağıdan asılır. Bir hâlde ki sap­lar kopunca balık yere düşer. Artık, kapışan kapışana! Fakat bu ba­lık avcısı dayağa dahi sırt verdiğinden, balığı bitirinceye kadar bas­ton, taş, sopa gürültüsüne aldırmaz.

Şehir Mektupları, Ahmet Rasim