Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

PARÇADA KONU NASIL BULUNUR?

1. Konu Cümlesi Başta

Bu tür metinlerde yazar metinde işleyeceği konuyu ve/veya konunla ilgili düşüncesini genellikle ilk cümlede açıklar. Konuyu ve onunla ilgili ana düşüncesini, ileri sürdüğü tezini metnin girişinde söyledikten sonra bunu tanımlayan, açıklayan ve örnekleyen ayrıntıları sıralar. Metnin ba­şında yer alan konu/ana fikir cümlesi, anlatılanların ne ile ilgili olduğunu, metnin geri kalan kısmında okuyucuyu ikna etmek için ana fikrini destek­leyici yardımcı fikirlere yer verir. Bu tür metinlerde yazar ana fikri genelden-özele doğru izlediği bir anlatım planı ile okuyucuya aktarır. Bu anlatım biçimi genellikle bilgilendirici/öğretici metin türlerin de görülür.

Örnek: 1

AŞİNASIZ

Bize mekânları da, şehirleri de sevdiren, ortamın insanlarına duyduğumuz bağlılıktır. Sevdiğimiz insanlar çekilip gitsin yaşadığımız yerlerden, yabancı bir gezgin gibi kalıveririz ortalıkta. Bin yerinden bağlı bulunduğumuz sokaklar, semtler ve şehir, merhaba çakmaz olur yüzümüze.

Doğrusu bu ya, bugünün şehirlileri, sokağa çıktığında selam verip ayaküs­tü eğleşecek, hal hatır sorup yârenlik edecek âşinalar bulmakta pek şanslı değil­dir. Hep göçebe ve hep bir şehrin yabancısı olarak yaşamak, ne âşinalar ne de kalıcı dostlar kazandırır onlara. Şehirlilerin çoğu, birer mutsuz yabancıdır...

Ne zamandır, bir kasaba yaşamını özlüyorum biliyor musunuz? Herkesin birbirini tanıdığı; sokaklarında, çarşılarında yürürken adım başı selâmlaşılan, her dükkânın önünde bir sigara içimi durulup laflanan; yürüyüşlerin, alışverişlerin koşuşturmayla değil, âsûde ve hakiki bir zevkle yapıldığı küçük şehir ve kasaba yaşamına hayranlığım ve özlemim her gün biraz daha artıyor.

Aynı şehri, aynı semti, sokağı ve hatta aynı apartmanı paylaştığınız insan­larla büsbütün 'bağlantısız' yaşamak, adamakıllı yoruyor insanı. Bir sokak boyun­ca kimseye selam vermeden yürüdüğünüzü fark ediyor ve ürperiyorsunuz. Bak­kalla, manavla, kasapla, kırtasiyeciyle bütün ilişkiniz, "Hayırlı işler!" ve "İyi gün­lerden öteye gitmiyor. Ne korkunç, bu iyi niyet sözleriniz bile çoğu zaman karşılıksız kalıyor. Aldığınız ekmeğin, sütün, elmanın, domatesin, gazetenin hatırı kadar olsun bir muhabbet kurulmuyor aranızda. İlişkiniz, yalnızca paranın el değiştirmesiyle sınırlı kalıyor.

Sokakta biri selam verip hâlinizi hatırınızı sorsun istiyorsunuz. Biriyle şa­kalaşmak, birinin kapısının önünde çömelmek, birisiyle hayatı paylaşmak... Ol­muyor bütün bunlar. Yalnızlığınızla baş başa geçiyorsunuz sokakları; o kişisel cennetinize, eve atıyorsunuz kendinizi. Orada, uzak ve meçhul bir adada yaşar gibi kendi maceranızı yaşıyorsunuz.

Muzaffer Tayyip Uslunun dizeleri tam da içimin türküsünü söylüyor. Ne zaman okudum bu şiiri, bilmiyorum. Fakat hafızamın kuytusunda tazecik duruyor:

"Ben seviyorum insanları

Bana benziyor hepsi

Meselâ sokakta birisi

Sigarasını yakıyor sigaramdan

Bir başkası meselâ

Durup bakıyor arkamdan

Saatlerce

Kim bilir kime benzetmiş beni

Ve akşam karanlığında

Dönerken evime

Uğurlar olsun diyor bir ses

Eyvallah diyorum hemşerim."

 

Küçük bir şehir, bir kasaba özlemi git gide büyüyor içimde. Oralarda in­sanların, sokakta dertleşerek - bu ‘dertleşmek’ kelimesine bayılıyorum- içlerini dökerek daha mutlu yaşadıklarına inanıyorum. Aşinaların, dertleri yarı yarıya unutturduğuna inanıyorum. Konuşan ve dertleşen insan, sokaklar boyu yalnızlı­ğını sürükleyen insandan daha huzurlu olmalıdır. Orada, sokaktan gelen sesler de gürültüler de yabancı değildir insana. Onlar da yumuşar ve sevdirir kendini. Ve yaşama sevincinin bir parçası olur ne varsa.

 

Edip Cansever’in şiiri, âşinâlar içinde yaşayan ‘adam’ı anlatıyor olmalıdır:

"Adam yaşama sevinci içinde

Masaya anahtarlarını koydu

Bakır kâseye çiçekleri koydu

Sütünü yumurtasını koydu

Pencereden gelen ışığı koydu

Bisiklet sesini, çıkrık sesini

Ekmeğin havınım yumuşaklığını koydu."

Bahar geldi ya, insanın her zaman, her yerde, herkesle konuşup yârenlik edesi geliyor. Sevincini de, üzüntüsünü de, memleketin gidişatını da konuşmak, paylaşmak istiyor biriyle. Hele sokakta, dükkânda, çarşı ortasında... Sokaktaki adamla, ayaküstü girişilen sohbetlerin tadına doyum yoktur.

Hey de hey! Onlar âsûde zamanlardı ki çokça muhabbet vardı...

(Ali Çolak, 2000, s.33-35)


2. Konu Cümlesi Sonda

Yazar bazen de metnin başında konuyu/ana fikri açıklamaz. Okuyu­cuya işlediği konuyu/ana düşünceyi tanımlayan, açıklayan, örnekleyen düşünceleri sıralar, onu ikna etmek için düşüncesi ile ilgili önemli bilgileri ve ayrıntıları sıraladıktan sonra kendi düşüncesini açıklar. Bu tür metinler­de konu/ana fikir cümlesi paragrafın sonunda yer alır. Özelden-genele doğ­ru bir anlatım planı izleme yazarların tercihleri arasında ikinci sırayı alır. Konu cümlesi paragrafın sonunda yazıldığında yazar sözü ana fikre götürür. Bu tür metinlerde paragrafların birbirine eklemlenmesi durumunda, met­nin tamamında bağdaşıklığı sağlama işlevi de yapar. Tartışmacı ve ikna edici metinlerde okuyucuya eleştirel bakış açısı sağlamak için sıklıkla konu cümlesi sonda verilir. Bu tür metinlerde ana fikir, özellikle metnin sonunda kullanıldığında karşıt etkileri önlemek için oldukça etkilidir (Beishuizen, Asscher, Prinsen ve Elshout-Mohr, 2003:292; Wang, 2009)

 

Örnek: 2

İHTİYAR ÇİLİNGİR

Koyunpazarı’nda bir ufacık dükkân; bir küçük ocak yanıyor, bir ufak ço­cuk körük çekiyor. İhtiyarlamış, küçülmüş, aksakallı, küçük yüzlü bir adam, gözünde çifte gözlük, mini mini halkaları ateşte ısıtıp zincir bağlıyordu.

Ne hoş manzara, gözüm ilişti. Dükkânın önünde kaldım. Bir çilingir dükkânı. Ufak kilitler, eski zaman kapı halkaları, rezeler, menteşeler, hayvan zincir­leri. Böyle ufak tefek şeyler yapıyor. Bunlardan pek çok da yapmış, dükkânın ötesine berisine asmış.

- Kolay gelsin, usta.

- Kolayı başına gelsin!

Bir tarafa dayanıp durdum. Adamcık, benimle hiç meşgul olmuyor görün­dü. Birer tarafı açık, ufak halkalar hazırlamış, bir halka takıp açık tarafını ateşe tutuyor, o hazır oluncaya kadar bir başkasını ateşten çekip ucunu, kemali dikkat­le kapıyor, bir parça büküyor, onu tekrar ateşe verinceye kadar, evvelki hazır oluyor, böylece muntazam çalışıyordu. Emin olunuz ki, gayet dürüst ve munta­zam bir zincir vücuda geliyor, bir cilası noksan kalıyordu.

Şüphesiz, eski binalarda gördüğümüz o müzeyyen (süslü) edevat, böyle dükkânlarda, bu nezaketle, bu ihtimamla, bu kanaat ve feragatla işlenir, yapılırdı. Sanata böyle bir merbutiyyet-i dindârâne (dindarca bir bağlılık) vardı. Her şeyi inkâr eden küfür devresi gelmemiş olsaydı, şüphesiz bu güzel şeyler sönüp git­meyecekti. - Lanet olsun o zamana ki, bütün mukaddesatı inkâr ettirmiş, kanaat­leri öldürmüş, huzur ve rahatı söndürmüş, demiri kaldırmış, yerine tenekeyi doldurmuştur.-

Ben oradayken, gençten bir adam geldi. Elinde bir değnek vardı. Demirci­ye uzattı. Bu değneğin ucuna beş on halka geçirilecek. Bu genç adam, onunla, her sabah akşam bağa giderken, eşeği dürtecek.

Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç beş halka aldı, sanatına vakıf bir adam sükûnetiyle değneğe taktı. Lâkin genç adam, usûl hilafına değneğin yan tarafına bir halka daha taktırmak istiyordu. Çilingirle aralarında mubahase (karşılıklı konuşma) başladı. Çilingir, “Olmaz, dedi, bunun usûlü böyledir.”

Delikanlı usûlü bozmakta ısrar ediyordu:

- Canım sen tak. Nene lazım…

- Takılmaz evladım… Ben kırk yıldır bu sanatı işlerim

- Canım, parasıyla değil mi? Sen takıver, ötesine karı

İhtiyar, belki ısrar etmeyip takacaktı; ancak "parasıyla içerledi,

İhtiyar, belki ısrar etmeyip takacaktı; ancak "parasıyla" sözüne fena halde içerledi, daha ziyade bir şey demeyerek değneği genç adamın elinden aldı, eski taktıklarını da sökerek iade ettikten sonra,

- Biz para âşıklısı değiliz, var başka yerde yaptır, dedi.

Düşündüm kaldım. Para için işlemediğini iddia eden bu fakir ihtiyar, şüp­hesiz, sanatının âşığıydı. "Filan usta gitti, bu sanatı da götürdü" diyecekler diye, bu dükkânı bekliyordu. Onun nazarında filan şey filan şekilde yapılır, başka türlüsü sanata saygısızlık olurdu. Bunu yıllarca, belki asırlarca ustalar böyle yap­mışlar; öyle ya, onun arkasında bu yolda, bu erkânda gelmiş geçmiş ustalar, pirler (bir sanatın öncüsü, kurucusu) vardı. Dükkânlarını Halık’a ibadet eder gibi açıp kapamışlardı. Sanat, onlara bahşolunmuş bir kerametti.

Evet, bu adam para âşıklısı değildi. O, ustalarının postunda oturur bir sanat halifesiydi. O nasıl derse desin, işlediği sanatta, teraküm etmiş (birikmiş) bir vedaat (emaneder) mevcut olduğunun kaili bulunuyordu. Selahiyattar (selahiyetli) olmayan bir adamın, parayla, onu tebdile (değiştirme) ne hakkı vardı!

(Memduh Şevket Esendal, 1953, s. 165-167)


3. Konu Cümlesi Ortada

Metinde konu/ana fikir cüm­lesinin başta veya sonda bulunmadı­ğı durumlarda, metnin ortalarına bakmak gerekir. Bu durumlarda konu/ana fikir cümlesi metnin orta­sında olup onu iki iki bölüme ayırır.

Konu cümlesinden önce gelen cüm­leler genellikle ana fikre hazırlık yapan giriş özelliği gösterir. Bu yar­gılar konuya/ana fikre hazırlık ya­par, ana fikir sunulduktan sonra da onu destekleyici başka yargılarla devam edilir. Eğer bu cümleler metnin genelinde ifade edilen fikirleri birbirine bağlamaktadır. Konu cümle­sini takip eden paragraf ve/veya cümleler ise genellikle ana fikri açıklar, örnekler, onunla ile ilgili daha fazla ayrıntılara yer verir. Bu tür metinler­de yazarın anlatım planı, özelden genele ve genelden özele anlatım tek­niklerinin ikisini bir arada kullanmaya dayanır.

 

Örnek: 3

BİLGİSAYAR YALNIZLIĞI

Bilgisayar meraklılarının konuşmalarına hiç tanık oldunuz mu bilmem. Programlardan, oynadıkları oyunlardan, bilgisayar dünyasındaki yeni gelişme­lerden öyle heyecanla söz ederler; bunları öyle ballandıra ballandıra anlatırlar ki siz, bilgisayar denen nesnenin harikulade, efsanevî bir yaratık olduğuna inanma­ya başlarsınız. Çok geçmeden, karşınızdaki adamın, elindeki makinenin âşığı, mahkûmu ve mecburu olduğunu anlarsınız. Övgüleri ve tasvirlerinin parlaklığı, sevgilisinin meziyetlerini nazmeden Divan şairinin marifetlerinden pek aşağı kalası değildir. Anlayacağınız, bilgisayar onlar için mağrur bir sevgili, her nazma katlanılır bir 'Galaca Dilberi'dir.

Meraklılarının meftunu oldukları bu ‘medeniyet harikası’nı hafife aldığımız sanılmasın. O, insanoğlunun işini kolaylaştıran, zamanını bereketlendiren ve hafızasının yükünü hafifleten hatırı sayılır bir ’yardımcı'dır. Artık 'modern' insa­nın ikinci eli, gözü kulağı olmuştur bilgisayar. Ama bütün marifetlerine rağmen bir makinedir o. Makine ise, olsa olsa kölesi olur insanın. Ahmet Haşim, bir yazısında "Zamanımızın kölesi makinedir" der. "İnsan, daha az çalışmak, daha az yorulmak ve manevi zevklere de hasretmek üzere ilaha çok boş zaman kazanmak için makineyi icat etmiştir."

Bilgisayar âşıkları, ellerinin altındaki aleti, işlerini kolaylaştıran bir 'köle' olarak görmüyorlar gibi geliyor bana. Marifetlerinin çokluğu, bu 'alet'i bir tekno­loji ürünü olmaktan çıkarıp, meraklılarının gözünde 'olağanüstü güçlerle do­nanmış harikulade yaratık' mevkiine yükseltmiş adeta. Denilebilir ki, makine "efsanevî"leştikten sonra insan, yavaş yavaş onun kölesi olmaya durur. Hayranlık bir çeşit 'kutsamaya dönüşür. "Manevî zevklere hasretmek için boş zaman ka­zandıracak olan araç", zamanı bütün bütün tüketen bir canavar olur. Gönlünü, hayallerini ve zamanını makinesine hasreden bilgisayar meftunu, sınırsız işlem kabiliyetleri karşısında şaşkına döner. Bu şaşkınlık ona, "bütün işlerini tuşlara dokunarak halledebilme" gücüne sahip olduğu havasını verir, işte burası, onun insanlar arasından el ayak çekip kendi dünyasının duvarları arasına kapandığı yerdir. Bilgisayarı ve o... Haşim'in 'O Belde' şiirindeki meşhur dize ne güzel gider buraya: "Bir sen, bir ben, bir de o mâi deniz..."

Teknolojinin ürünü olan araçlar, insanı insandan uzaklaştırmaya başladığı anda efendiliğini ilan etmiş olur. Ne yazık ki onların insana dokunan elleri, gü­lümseyen yüzleri ve sıcak kalp atışları yoktur.

Aklı başında bilgisayar kullanıcılarına, hatta bu makineye ’ölçülü' bir aşkla bağlı olanlara sözümüz olamaz. Fakat bilgisayarı 'insanüstü' bir nesne konumuna çıkarıp bütün zamanını onun başında geçirenlerin, eşyanın soğuk ve derin yal­nızlığına düştüklerini; hayallerini işletmek yerine, çağdaş bir köleliği benimse­diklerini söyleyebiliriz.

Hele çocuklar! Bir yaşa kadar çocuklar bilgisayardan uzak tutulmalıdır ka­naatimce... Daha sokak oyunlarının o baştan çıkarıcı zevkini tatmadan, tabiatın harikulade dilini çözüp kuşların, balıkların ve çiçeklerin adını bile bellemeden; arkadaş edinmeyi, sevmeyi, paylaşmayı, şarkı söylemeyi öğrenmeden günlerini loş odalarda, sözde zekâ geliştirici bilgisayar oyunlarıyla geçirmemeli çocuklar. Hayalleri gelişmeli önce, tabiatı ve insanı tanımalılar. Koşup oynamayı, acı çek­meyi, mutlu olmayı öğrenmeli; sınırsız gökyüzü mavisini görmeli, çiçek kokularını, suyun ve rüzgârın sesini hissetmeliler...

Çocuklarına iyilik yaptığını sanarak, dünyayı henüz tanımaya başladıkla­rında, onları bilgisayar karşısına oturtan anne babalar ne büyük bir günah işlemiş olurlar! Şüphe yok ki bir zaman sonra sevgisiz, geçimsiz; paylaşmayı, affetmeyi, gülüp mutlu olmayı bilmeyen çocuklar bulurlar evlerinde. Yalnız, yapayalnız çocuklar...

Jean J. Rousseau ne güzel söyler: "Salıverin çocuğu tabiata!” Bilgisayarların örtüsünü örtün siz de. Salıverin çocukları gün ışıklarına, salıverin oyunlara, şar­kılara ve kalabalıklara. Bilgisayar? Tanrılaştırmayın onu, zamanı gelince bir 'köle' olarak kullansın çocuklar. Şimdilik tabiatla, kitaplarla, insanlarla doldursunlar dünyalarını...

(Ali Çolak, 1999, s. 47-49)


4.Konu Cümlesi Başta ve Sonda

Yazar metinde kimi zaman konu/ana fikir cümlesini hem başta hem de sonda vurgulamak için tekrar kullanabilir. Bir dü­şüncenin okuyucu tarafından anlaşılmasını artırmak için başka şekillerde de söylenmesi gerekti­ğini düşünen yazar, metnin so­nunda tekrarlama düşüncesini tekrarlama ihtiyacı duyabilir. Yazar bu yapıyı genellikle vurgu yapmak, konuyu açıklığa kavuş­turmak amacıyla kullanır. Bu tür metinlerde yazarın anlatım planı, genelden özele ve özelden genele anlatım tekniklerinin ikisini bir arada kullanmaya dayanır.

Örnek: 1

VERİLEN SÖZÜ TUTMAK VE VAKTİNDE İŞ YAPMAK

Çocuklar,

Bilmem dikkat ettiniz mi? Birçok kimseler tam vaktinde iş görmenin veya verilen sözü tutmanın insan için bir onur işi olduğunu düşünmezler. Çağrıldıkları bir yere yarım saat, bir saat geç giderler, her nedense bir toplantıya tam vaktinde gitmek öteden beri savsaklanan bir meseledir. Bu fena alışkanlıktan kendinizi koruyunuz, her işi vaktinde görmeye alışınız. Hele birisine verdiğiniz sözü mut­laka tutunuz. Sözün namus kadar değerli olduğunu hatırınızdan çıkarmayınız.

Bir operada, bir konserde hatta bir konferansta tam saati gelince kapılar kapa­nır, geç kalanlar dışarıda kalırlar. Çünkü düşünün bin kişi gözlerini sahneye dikmiş hepsi kulak kesilmiş, hepsi can ve yürekten bir orkestrayı veya bir hatibi dinlerken gibi güle­rek, şakalaşarak koltuğunuza kuruluyorsunuz, bundan aykırı bir hakaret, bundan büyük bir saygısızlık olamaz. Onun için her nerede olursa olsun kendinizi vaktinde iş görmeğe, verdiğiniz sözü tutmaya alıştırınız. Bir kitapta tuhaf bir olay okumuştum:

Londra'nın George Graham adında meşhur bir saatçisi varmış. Bir gün müşteri kendisinden bir saat alırken, «doğru işleyeceğine, geri kalmayacağına, inanabilir miyim?» demiş. Graham da şöyle cevap vermiş: «Yedi sene kullanınız, bu müddet zarfında beş dakika geri kalırsa bana getirin ve paranızı geri alınız.» Müşteri saati alır Hindistan'a gider ve yedi yıl sonra İngiltere'ye döner, Graham'ı bulur ve der ki:

Saatimi alırken yedi yıl içinde beş dakika geri kalırsa paramı geri vere­ceğinizi söylemiştiniz, bu müddet içinde saatiniz beş değil yedi dakika geri kaldı.

Graham, «Evet öyle bir söz verdiğimi hatırlıyorum, bırakınız saat bende birkaç gün kalsın.» Aradan bir hafta geçer, müşteri tekrar gelir. Graham, «hakkı­nız var, alınız paranızı» deyince, müşteri: «Fakat ben saatimden memnunum. Siz yedi yılda beş dakika geri kalmaz demiştiniz. Size o sözünüzün doğru olmadığım söylemek istedim.» Graham da: «Pekâlâ işte paranız! Benim için de verdiğim sözü tutmak bir namus borcudur» diyerek saati geri almış ve onu bir kronometre ola­rak kullanmıştır.

Büyük kumandanlar bir emri yalnız vermekle kalmazlar, onu yapanların işle­rini adım adım izlerler. Vaktinde verilmeyen ve vaktinde yapılmayan bir emir mu­hakkak olan bir zaferi mağlûbiyete çevirebilir. Ne zeki ve ne dirayetli gençler vardır ki, vaktinde işlerinin başında bulunmadıklarından çok zarar görmüşlerdir. Devamsız­lıkları onların bütün meziyetlerini sıfıra indirmiştir. Sizlere en büyük öğüdüm, üze­rinize aldığınız bir işi tam vaktinde yapınız. Bugünün işini yarına değil, biraz sonraya bile bırakmayınız. İhmalcilikten; vebadan, koleradan kaçar gibi kaçınız. Biliniz ki vaktinde işini görmeyen bir insan iflâs yolunu tutmuş demektir.

İşlerinde başarı kazanmış olanlara bakınız. Bu adamların kronometre gibi hareket ettiklerini görürsünüz. Her şeyi zamanında yapacağınıza dair kendi ken­dinize söz veriniz. Sonra da verilen sözü tutmanın bir namus borcu olduğunu hatırınızdan çıkarmayın. Sözünü tutanlara karakterli insan derler. Göreyim sizi karakter sahibi olunuz.

(Selim Sırrı Tarcan, aktaran Karaalioğlu, 2000, s.89-90)


5.Konu Cümlesi Belirtilmeyen Metinler

Yazar kimi zaman metninde, konuyu/ana fikri açıkça ifade eden bir cümleye yer vermeyebilir. Bu tür metinlerde okuyucu konuyu/ana fikri kendi izlenimlerinden, sezgisiy­le keşfeder. Okuyucu içerisinde fazlaca ipucunu barındıran metinden genel bir ifade oluşturmak için bilgi­leri bir araya getirmelidir. Bu tür anlatım tekniği betimleyici yazılar­da, mecazlı, metaforik anlatımın yaygın olarak kullanıldığı öyküleyici metinlerde ve şiir metinlerinde sık­lıkla görülür.

Bu tür metinlerde bir konu/ana fikir cümlesi bulunmadığı içi için okuyucu metin yazarının amacını belirlemekte zorlanabilir. Ana fikrin ifade edilmediği ve anında belirgin olmadığı bir tür metinlerle karşılaşan okuyucu, önce metnin genelinde işlenen, vurgulanan özel yargıları bulmalı kenar notu olarak özetlemeli, ardından kendisine şu soruyu sormalıdır: “Yazar bu yargılardan hareketle benim ne bilmemi istiyor?”. Çoğu zaman okuyucunun verdiği cevap metnin konusu/ana fikir ifadesi olacaktır

 

Örnek: 1

İKİ İYİ İNSAN

Ev sahibi kadın yukarıda kıyametler koparmaya başlayınca alttaki kiracıya evden çıkmak düştü. Kadının maksadı kirayı arttırmaktı. «Kızımı oturtacağım!» bahanesiyle edepsizliğin temposunu gün geçtikçe arttırdı. Kiracı «efendi» bir adamdı. Kirayı bir miktar attırması mümkün olsa bile bu kadar üzüntü ve eziyet­ten sonra bu evde oturamazdı.

Kış ile baharın birleştiği günlerdeydi. Takvim, bahar günlerini yaşıyorsa da kiracı ve hemşehrileri paltoları ve sobalarıyla mis gibi, kış günlerinin çilesini çekiyorlardı. Bu mevsim, ilk göç mevsimidir şehirlerde... Ev değiştirmek mecburiyetinde olan kiracılar yazlı - kışlı ikamet için «nakli - hane» ederler. Bundan bir iki ay sonra da ikinci göç, sayfiye göçleri başlar.

İşte kiracı da bu ilk göç mevsiminde ev arıyordu. Bir taraftan tomurcukla­nan ağaçlar gözü, gönlü aldatırken, bir taraftan da sinsi soğukların, deli rüzgârla­rın, sırnaşık yağmurların insanların yakasını bir türlü bırakmadığı bu mevsimde kiracı, daire dönüşlerinde durmadan ev aradı. Yetişmiş kızıyla karısı, rızıklarını bekler gibi, ortalık kararana kadar her akşam onun yolunu beklediler.

Kiracı : «Allah insanı dünyada mekânsız, ahrette imansız bırakmasın» sö­zünün ifade ettiği mânayı, hiç bir zaman bu günlerdeki kadar geniş ve derin hissetmemişti. Meskenlerini sırtlarında taşıyan kaplumbağalarla salyangozlara gıpta ettiği de az değildi. Kesesine, gönlüne göre bir şey bulmadan eve döndüğü akşamlar bütün ailenin neş'e ve iştihası kaçıyordu. Ertesi güne bağlı bir vaad veya ufak bir ümitle döndüğü zaman tepelerinden gelen curcunayı duymayacak kadar iyimserleşiyorlardı.

Nihayet bir taraftan kendisi, bir taraftan da karısıyla kızı araya araya bir ev bulabildiler. Peşini, hava parası filân da yoktu. Müstakildi de! Ailenin dizlerine inen karasular ter damlaları gibi dökülüp gitmişti; memnundular. Lâkin ev sahibi olan adamcağızla fiyatta anlaşamıyorlardı. Bütün bu anlaşmazlık on liraya daya­nıyordu. Kiracı bu evi kaçırmak niyetinde değildi. Terk edeceği evde çektikleri­ni, sokak sokak dolaşırken beyninin ve ayaklarının geçirdiği buhranları bu çatı altında bir - iki günde unutuvereceğine emindi. Bütün evin yükünü tek başına sırtında taşıyacak kadar hafif hissediyordu kendini.

Ev sahibinin de gözü onu tutmuştu. Belki bir-iki gün nazlandıktan sonra «peki!» deyiverecekti. Zira adamcağız, kızını verecekmiş gibi, hakkında ince ve derin bir soruşturma yapmıştı.

Bu evi bulduğu günden beri kiracı'nın geceleri uykusu kaçtı. Her sabah evin önünden geçerken pencerelerine hasretle bakıyor, perde göremeyince sevi­niyor, ümitleniyordu. Gençliğinde hiçbir kadın ve aşk mes’elesinin kendisini bu derece meşgul etmediğini ve yormadığını düşündükçe on lira için direnen ev sahibine için için kızıyor, kiraya verecek ikinci bir eve sahip olan bir insanın bu derece hassas, oluşunu bir türlü anlayamıyordu. İçindekilerin çıktığı fiyattan beş para aşağı veremezmiş!.. Tabiî, sermayeden zarar eder sonra!..

Bir gece, kiracı dâhiyane bir fikir buldu. Sabah olur olmaz kızma ve karışma anlattı; kahkahalarla gülüştüler. Yukarıda hantal vücudunun bütün ağırlığım ta­banlarına vererek löpür löpür gezinen, tavandan gök gürültüsü gibi gümbürtüler yağdıran ev sahibesi bu kahkahaları kendine sanarak hizmetçisine bir şeyler söyle­yip bastı kahkahayı. Hiç altta kalır mı?

Adamcağız evini pek âlâ on lira fazlasına verebilirdi. Hele evlerin gittikçe pahalılaştığı şu son günlerde!

Bu düşünce ve eza, vicdan azabı halini almaya başladı kiracıda. Günahını, suçunu kendine affettirmek için evin ufak tefek tamirini kesesinden yaptırmak­tan başka çare bulamamıştı. Keser, testere elinden düşmediği gibi, her ay da beş - on liralık masraf ediyordu. Eski ve ahşap evin sık sık bozulan musluklarını, elekt­rik düğmelerini baştan aşağı değiştirdi; boyattığı sokak kapısı pırıl pırıl oldu. Damı aktardı, sakat kiremitleri yeniledi. Sözün kısası o akan ve kokan evi, otur­duğu iki yıl içinde adam etti. Ev sahibi bu değişikliği, bu gayreti gördükçe kiracı­sına dualar ediyor:

—İnşallah buradan ev alır da çıkarsınız, diyordu, benim evim uğurludur, bütün kiracılar ev alarak çıktılar...

Kiracı bu iltifata inanmış görünerek tatlı bir rüyada gülümser gibi gülüyor, başını sallayarak:

—İnşallah, inşallah... diye mukabele ediyordu. Ev sahibine, yaşama cilve­sinin zoruyla, oynadığı oyunun içini tırmalayan pişmanlık ve vebalinden kur­tulmak için oturduğu evin asık suratını çiçekler gibi güldüren kiracı, yirmi dör­düncü kirayı verirken ay sonuna kadar çıkacaklarını söylediği zaman neredeyse ev sahibinin yüreğine inecekti.

Kiracı, kızım evlendiriyordu. Kimsesi olmayan damat, sahibi bulunduğu evde karısının anası ve babasıyla beraber oturmak istiyordu.

Kiracı bu evden çıkacağına kızının evlenmesi kadar seviniyordu, içinde tüy gibi bir hafiflik vardı. Öyle ya, ev sahibine evinden daha fazla kira alabilmek için fırsat çıkmıştı. Kendisi oturduğu müddetçe onun her ay on liralık rızkına mâni olmuştu ama evi de bir başkasına aşağı yukarı yirmi lira farkla kiralanabile­cek bir hale getirmişti. Bu, geniş vâdeli bir ödeşme olmuştu.

Kiracı artık müsterihti.

Ev sahibi, kiracısının arkasından çok yakın birisini; arkadaştan, evlâttan, sevgiliden, ana babadan daha yakın bir insanı kaybetmiş gibi ağlıyordu:

Ben demedim mi azizim, benim evim uğurludur diye... Siz iki ev almış sayılırsınız. Allah selâmet versin!..

(Naci Enver Gökşen, 1951, s.32-37)

Okuma Eğitimi, Yrd. Doç. Dr. Halit KARATAY, Berikan yayınevi, Ank., 2011