Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Reşat Nuri Güntekin (1889—1956), özellikle Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında çok geniş alanda ün kazanmış bir şahsiyettir.

 II. Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarını görmüş ve yaşamış bir Reşat Nuri; bunun yanında Cumhuriyet'in ilanı ve birlikte gelen inkılâpları en yakından görme imkânı bulmuştur. Bu hayat tecrübesi, Doğu ve Batı edebiyatlarını tanıyan bir kişilikle bütünleşince ortaya Türk toplumunun bir dönemini çeşitli yönleriyle gözler önüne seren bir yazar çıkmaktadır. Romanlarında evvelâ el değmemiş bir cevher olarak gördüğü Anadolu'yu ve Anadolu'nun ihmal edilmişliğini işler. Aydınların Anadolu ile ilk temaslarını irdeler; II. Meşrutiyetle birlikte buhran yaşamaya başlayan aydınımızın toplumla arasında oluşan uçurumu ele alır. Daha sonra da aşk ve aile dramı niteliğindeki romanlar yazar.

Çalıkuşu (1922), Feride'nin evlenmek üzereyken nişanlısının ihanetini öğ­renip İstanbul'dan Anadolu'ya gidişini ve orada olgunlaşmasını konu alır. Bu bakımdan, hatıra defteri niteliğinde düzenlenmiş roman, hem Anadolu'nun ihmal edilmişliğini ve Kurtuluş Savaşı öncesi vahim durumu gözler önüne se­ren idealist bir eser hem de bir kıskançlık duygusunun yönlendirdiği aşk serüvenidir. Reşat Nuri Güntekin'in ününü sağlayan bu roman, idealist öğretmen Feride tipi ile bütünleşmiştir. Küçük yaşlarda önce annesini, sonra da babasını kaybeden Feride, teyzesinin himayesi ile büyütülmüştür. Yaramaz, canlı, cıvıl cıvıl bir çocuktur. Fransız Kız Lisesi'nde okurken Kâmran ile nişanlanır. Düğünden üç gün önce Kâmran başka birisiyle ilişkisini öğrenerek köşkü terk eder. Bu ana kadar şımarık bir kız olan Feride, lise diplomasına dayanarak aldığı öğretmenlikten sonra değişir, idealist ve olgun bir insan durumuna gelir. Reşat Nuri, Anadolu'da öğretmenlik yapan bu genç kız tiplemesiyle Cumhuriyeti kuran ideolojiyi de yayma görevini gerçekleştirmiş olur. Zi­ya Gökalp, "Roman" başlıklı yazısında Çalıkuşu romanını sosyal hayata canlı ayna olma özelliğiyle yüceltir (Beysanoğlu 1980: 142)

Çalıkuşu, Reşat Nuri'nin romancılığının da merkezi durumundadır. "Bütün roman ve hikâyeleri, hatta piyesleri toptan incelenince görülür ki, sonraki eserlerinde Çalıkuşu'nda pek çok unsur parça parça devam etmiştir. Bu romanı ya­pan dil, üslup, tahkiye (narration), zaman, mekân, şahıs tipleri, sosyal tabaka ve çevreler, insan ve cemiyet problemleri gibi edebî varlık kategorileri benzer özellikleriyle öteki romanlarında da tekrarlanmıştır." (Emil, 1989:10-11).

Gizli El (1924), savaş yıllarının vurgunculuğunu işler (Emil 1989: 34). Dam­ga (1924), fedakârlık duygusu ile toplumun değer yargılarına yöneliktir. İffet adındaki bir erkeğin sevdiği kadının toplum nazarında kirlenmemesi için kendini suçlu gösterip hapse girişi söz konusudur. Roman kahramanın ismi ile romanın ismi arasındaki ilişki de özenle seçilmiş gibidir (Emil 1989: 20). Dudaktan Kalbe (1925) ve Akşam Güneşi (1926) aşk ilişkilerini konu alan ro­manlardır. Dudaktan Kalbe'de Lamia ile Kenan'ın yaşadıkları çevresinde aşk ve şehvet duygusu arasındaki ince çizgi ele alınmıştır. Mektup tarzında düzenlenmiş olan Bir Kadın Düşmanında (1927), çirkinliğini başka yetenekle­riyle örtmeye çalışan Homongolos lakaplı Ziya ile şımarık ve hoppa bir genç kız olan Sara arasındaki imkânsız aşk ilişkisi vardır. Aşkın imkânsızlığı, fizik­sel görünüş ve yaşama tarzı farklılığından kaynaklanmaktadır.

Reşat Nuri Güntekin'in dikkatini Anadolu'ya yönelttiği romanlarından bir di­ğeri Yeşil Gece'dir (1928). Önce İslâm birliği ideali çevresinde hareket eden Ali Şahinin medresede beklentilerine ulaşamayınca öğretmen okuluna geçişi ve İzmir'in Sarıova ilçesinde öğretmenlik yapması ve düşmana karşı ustaca verdi­ği mücadele anlatılır. Bu arada Anadolu'nun Kurtuluş Savaşı'ndan önceki ve sonraki görünüşü de dikkat çekicidir. Kurtuluş Savaşı öncesi sarıklıları, sonradan şapkalı ve tıraşlı olmuşlardır. Bu bakımdan roman "ilerici bir din adamının Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki yenilgisini anlatır." (İlerii978:120). Ali Şahin, aşk ilişkisi haricinde, mücadele bakımından Feride ile benzer özellikler gösterir.

İç içe girmiş iki vak'a zinciri ile Acımak (1928), kişisel değişimleri konu alması bakımından Zehra'nın, hatıra defterindeki maceralar bakımından da Mürşit Efendi'nin romanıdır. Çocukluğundan itibaren babası Mürşit Efendi'yi kötü bir insan olarak tanıyan Zehra, hoşgörüsüz, disiplinli, katı kalpli bir öğretmendir. Zehra'nın babası Mürşit Efendi ise okulunu bitirdikten sonra idealist bir memur olarak Anadolu'ya gitmiş, Anadolu'nun memurları bekle­yen çürümüşlüğü içersinde kaybolmuştur. Kötü bir evlilik yapmış, çok iste­mesine rağmen çocuklarıyla gereği kadar ilgilenememiştir. Yani kendi irade­si dışında yaşayan bir insan durumuna gelmiştir. İşte bu insanın pişmanlık­lar, çaresizliklerle dolu hatıra defteri, ölümünden sonra kızı Zehra'nın eline geçer. Böylece Zehra'nın dış dünya ile ilişkisi de yeniden şekillenir.

Yaprak Dökümü (1980), Ali Rıza Bey'in hayatı boyunca savunduğu katı ahlâk prensiplerinin derece derece nasıl iflas ettiğini ortaya koyacak şekilde düzenlenmiştir. Romanın ismi, işlenen temayı ve ana fikri ortaya koyan bir semboldür. Sosyal bir problemi ortaya koymak ve onun sonuçlarını göstermek ama çındadır. Modern hayat yaşamak arzusunun muhafazakâr bir ailede yarattığı tahribat romanın asıl konusu durumundadır.

Ali Rıza Bey, uzun yıllar çeşitli yerlerde devlet memurluğu görevinde bulunduktan sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a yerleşmiş ve eski öğrencilerinden Muzaffer Bey'in müdürü bulunduğu bir şirkette tercümanlık yapmaktadır. Ali Rıza Bey'in tek derdi ailesini, zamanın getirdiği tehlikelerden korumak ve ah­lâkî prensiplerinden taviz vermemektir. Bir ahlak ve namus problemi dolayı­sıyla Muzaffer Beyin şirketinden ayrıdır. Bu andan itibaren Ali Rıza Bey ve ai­lesi arasındaki ilişki vardır: Karısı Hayriye Hanım, kızları Fikret, Necla, Leyla ve Ayşe, oğlu Şevket. Şevket haricindekiler, Ali Rıza Beyin istifasını benimsemezler, onu haksız bulurlar. Şevket'in aldığı maaş, özellikle modern yaşamak arzusunda olan Leyla ile Necla'nın masraflarım karşılayamaz. Leyla ile Necla, kızlarının böyle bir hayatla koca bulabileceklerine inanan anneleri Hayriye Hanım'ın da desteğiyle sık sık evde parti düzenlerler. Şevket'in evlendiği Ferhunde de modern yaşama tarzına düşkündür. Bu durumda parasını kaybetmiş Ali Rıza Beyin aile üzerindeki otoritesi biter. Sarsılmaya başlayan ailede yaprak dökümü başlar. Büyük kız Fikret, kendisini kurtarmak için yaşlı ve çocuklu bir adamla evlenerek Adapazarı'na gider. Eve para yetiştiremediği için, çalıştığı bankadan zimmetine para geçiren Şevket yakalanarak hapse düşer. Gelin Ferhunde, Şevket'ten sonra evi terk eder. Necla, kendini Mısırlı bir zengin diye tanıtan Abdülvahhab Efendi ile Mısır'a gider, intiharı düşünecek kadar mutsuz olur. Leyla, evli bir avukatla metres hayatı yaşar. Ali Rıza Bey'in bütün ahlâk prensipleri iflâs eder. Karısı Hayriye Hanım ve küçük kızı Ayşe ile birlikte Ley­la'nın metres hayatı yaşadığı avukatın tuttuğu eve yerleşir.

Birol Emil, romandaki şahısların bir düşüncenin temsilcisi olarak değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir: "

'Yaprak Dökümü romanı muayyen bir ana fikre göre kaleme alındığından şahıslar bu fikrin kadrosu içinde, onun müspet ve menfi değerlerini temsil eden tipler olarak görünürler. Para ile namus arasındaki tezat, roman şahıslarını kendiliğin­den ikiye ayırır. Eski ahlakın ve ona dayanan değer hükümlerinin temsilcileri olan Ali Rıza Bey ve kızı Fikret'in karşısında öteki aile fertleri ve belirli çevrelerin şa­hısları vardır ki, bu sonuncular, daha başta iflas etmiş olarak sahneye girerler. Fikret ancak bir kaçışla kendini kurtarır. Ali Rıza Bey ise mukavemet ve yekpare-ligini sonuna kadar muhafazaya çalışan bir heykel gibi ağır ağır, parça parça dağı­lır." (1984, s.413).

Birol Emil'in de belirttiği gibi Yaprak Dökümü romanı namus ve para çatış­ması ekseninde döner. Bu çatışmanın bir ailenin bireyleri arasında meyda­na gelmesi, olayı ilgi çekici kılmaktadır. Roman, Cumhuriyet inkılâplarının halk tarafından yanlış algılanarak yanlış modernleşmeye gidişini de arka planında sezdirmektedir.

Kızılcık Dalları (1983), bir sınıf farklılığını ve bundan doğan çatışmaları ko­nu alır. Bu çatışma Sekip Bey ailesinin temsil ettiği yüksek tabaka ile kalfa, dadı, evlatlık, hizmetçi gibi unsurlardan meydana gelen alt tabakadır. Birinci grup ezenleri, ikinci grup da ezilenleri temsil etmektedir. Kızılcık dalları ismi de bu doğrultuda zulüm ve tahakkümü temsil eden bir sembol niteliğindedir.

Roman, bir konağın kendi iç düzenini konu almaktadır. Saraçhanebaşı'ndaki konakta Sekip Paşa'nın ölümünden sonra Nadide Hanım yönetimi ele alır. Burada yaşayan iki grup vardır. Birinci grupta konağın sahipleri Nadide Ha­nım, oğulları Vasfi ve Hikmet, kızları Dürdane, Naciye ve Seniye, damatları Şa­kır ve Binbaşı Feridun, torunları Selim, Fahir, Fahriye, Nimet, Bülent bulun­maktadır. İkinci grup evin çalışanları Lala Tahir Ağa, Dadı Nevnihal Kalfa, Karamusallı Sütnine ve evin içerisindeki diğer hizmetçilerdir. Bir gün, konağın yönetimini elinde bulunduran Nadide Hanım, Pendik istasyonunda rastladığı Gülsüm'ü, Bülent'e iyi dadı olur düşüncesiyle evlatlık alır. Romanın asıl kahra­manı Gülsüm un konakta başına gelmedik eziyet ve sıkıntı kalmaz. Romanda işlenen konu Gülsüm ve yanındakilerin çektiği bu acılar ile ev halkının yaptığı zulüm çevresindedir. Gülsüm acılara dayanamayarak konaktan kaçar. Aradan geçen yıllar içerisinde Nadide Hanım ve yanındakiler darmadağın olurlar.

Kızılcık Dalları'nın son kısmında, kötüler ceza, iyiler mükâfat görmüştür: Nadide Hanım bir gün son zamanların en şöhretli artisti, Şark Greta Garbo'su Mücella Suzan'ı seyretmek üzere tiyatroya gider. Sahnede kanto söyleyen Şark Greta Garbo'su Gülsüm'dür. Gülsüm, Nadide Hanımı görünce hemen yanına koşar, es­ki evlatlık ve hanımefendi birbirine sarılarak ağlaşırlar. Bu sahne, bir anlamda Gülsüm'ün vefasını, Nadide Hanımın da günah çıkarmasını temsil etmektedir.

Türk toplumunun geçmiş bir dönemini konu olan Kızılcık Dalları'nda Os­manlı yüksek aile yapısı kendi iç çatışmalarıyla birlikte, roman kurgusu içeri­sinde dikkatlere sunulmaktadır.

1935'de yayımlanan Gökyüzü romanında, aydınlarımızın inanma problemi irdelenir. Romanın başkişisi Kahraman, II. Meşrutiyet öncesi Jön Türklerdendir. Abdülhamit istibdatına ve dinin insanlar üzerindeki baskısına karşıdır. Paris'te Jön Türklerle birlikte kurulacak Meşrutiyet'in temellerini atan Kahraman, sis­temi İslami esaslara dayandırmak isteyenlere karşıdır. Bu bakımdan kendini Abdullah Cevdet'e yakın bulur. Meşrutiyet'in ilanından sonra yurda dönen Kah­raman, ittihatçılar arasında tutunamadığı gibi, el attığı hiçbir işi de başaramaz.

Sevmemiş ve evlenmemiş bu eski Jön Türk, Amerikan Koleji'ni bitirmiş ye­ğeni Sevim'i yanına evlatlık alır. Kültürlü bir kız olan Sevim, inanma konu­sunda dayısından daha ileridedir. Bütün dinlere düşmandır. Bu bakımdan kendisiyle evlenmek isteyen Turgut'un teklifini bile reddeder. Bir gün Sevim'in de içinde bulunduğu bir grup Bursa'ya ruh çağırmaya giderler. Ruh ça­ğırma sonrasında Sevim, teşhisi konulamayan bir hastalığa yakalanır. Dok­torların çare bulamadığı bu hastalığı tütsücü kadınlar iyileştirir. Bu olaydan sonra hem Sevim, hem de dayısı Kahraman "Gökyüzü”ne sığınmaya başlarlar.

Reşat Nuri'nin roman kişisine Kahraman ismini koymasını, inanmanın Cumhuriyet dönemi aydınının ortak problemi olmasıyla yorumlayan Birol Emil, memleketimizdeki inkılâp sarsıntısının bir inanç buhranı doğurduğu­nu söylemektedir: "Cumhuriyet bütün inkılâplarına, ileri ve laik prensipleri­ne rağmen Türk aydınlarında inanmak ihtiyacını yok edememiştir. Devrin aydınları, hastalık veya yaşlılık arızalarıyla da olsa sonunda yine 'Gökyüzü'ne dönmüşlerdir, içlerindeki inanmak ihtiyacını, hâlis dine değilse bile, ispirtizma tecrübeleri gibi bir başka çeşit mistisizme yönelerek veya hurafenin en bâtılı olan efsuna başvurarak gidermeye çalışmışlardır." (1984, s.511).

Reşat Nuri Güntekin'in 1935'ten sonra yayınladığı romanlar şunlardır: Eski Hastalık (i()38),Ateş Gecesi (1942), Değirmen (1944), Miskinler Tekkesi (1946), Kan Davası (1960), Kavak Yelleri (1961), Son Sığınak (1961). Kavak Yelleri ve Kan Davası romanlarında Anadolu konu alınır. Kan Davasında yedek subaylığını yaptıktan sonra köy öğretmeni olan Ömer, çevresini aydınlatır ve eğitir. Tıpkı Çalıkuşu'ndaki Feride gibi kırsal kesim insanını eğitmeyi birinci görev addeder. Değirmende bir Anadolu kasabasının kendi hâline terk edilmişliği, idarecilerin vurdumduymazlığı komik bir olay çevresinde işlenir. Miskinler Tekkesi'nde, toplumsal bir eleştiri yapılır. Günümüze kadar taşınmış olan dilencilik konusu ele alınarak para dilenciliğinden, devlet dairelerindeki manevi dilenciliğe kadar gidilir. Son Sığınakla ise amatör bir tiyatro topluluğunun çektiği sıkıntılar dile getirilir.

 Kaynak: Yakup Çelik, Cumhuriyet Dönemi Roman, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Türk Edebiyat Tarihi, sayfa:215-275, cilt:4


 

Reşat Nuri GÜNTEKİN

(ö. 1889-1956)

Cumhuriyet döneminin önde gelen roman, hikâye ve tiyatro yazarlarından.

26 Kasım 1889’da İstanbul Üsküdar’da doğdu. Babası askerî doktor Nuri Bey, annesi Lütfiye Hanım’dır. Üsküdar Selimiye’de başladığı ilk öğrenimini Çanakkale mahalle mektebinde tamamladı. Bir buçuk yıl kadar Çanakkale İdâdîsi’ne devam ettikten sonra İzmir’de Frerler Mektebi’ne kaydoldu. Bu okulu bitirmeden tasdikname alıp o sırada açılan bir müsabaka imtihanını kazanarak İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Şubesi’ne girdi. 1912’de buradan mezun oldu. Bursa İdâdîsi’nde Fransızca öğretmenliğiyle ilk resmî görevine başladı (1913-1915). Daha sonra İstanbul’a gelerek sırasıyla Beşiktaş İttihat ve Terakkî (1915-1917), Fatih Vakfıkebir (1917-1919), Feneryolu Murâd-ı Hâmis (1919), Osman Gazi Paşa mekteplerinde, Vefa Sultânîsi (1919-1924), İstanbul Erkek, Çamlıca Kız, Kabataş, Galatasaray, Erenköy Kız liselerinde Fransızca, Türkçe, felsefe, pedagoji öğretmenliği ve idarecilik yaptı.

1927 yılında Millî Eğitim Bakanlığı müfettişliğine tayin edilen Reşat Nuri, bu görevini Çanakkale’den milletvekili seçilinceye kadar aralıksız sürdürdü. 1939-1946 yılları arasında iki dönem süren milletvekilliğinden sonra tekrar müfettişliğe döndü ve 1947’de başmüfettiş oldu. 1950 yılında UNESCO’nun Türkiye temsilcisi ve talebe müfettişi olarak Paris’e gitti. 1954’te emekliye ayrıldıktan sonra İstanbul Şehir Tiyatroları Edebî Heyet üyeliğine seçildi. Yakalandığı akciğer kanserinden tedavi olmak üzere gönderildiği Londra’da 7 Aralık 1956’da öldü. Kabri Karacaahmet Mezarlığı’ndadır.

Reşat Nuri edebiyatla ilgisinin, çocuk yaşlarda teyzesinin oğlu Ruşen Eşrefle (Ünaydın) beraber dinledikleri lalası Şakir Ağa’nın masallarıyla başladığını, daha sonra Çanakkale’de otururlarken ev hanımlarının kendi aralarında okudukları hissî romanlara kulak misafiri olduğunu, bunlar arasında özellikle Fatma Aliye Hanım’ın Udî adlı romanını unutamadığını söyler. Fakat asıl bir süre sonra Halit Ziya’dan (Uşaklıgil) okuduklarıyla hevesinin arttığını ifade eder. Ayrıca evde babasının Türkçe ve Fransızca edebiyat ve felsefe kitaplarını ihtiva eden oldukça zengin bir kitaplığı vardır. İzmir’de Fransız misyonerlerinin çalıştırdığı Frerler Mektebi’ne devam ederken öğrendiği Fransızca’sı ile Batı klasiklerini tanıdı. Babasının memuriyeti dolayısıyla çocukken, daha sonra öğretmenlik ve müfettişlik yıllarında yakından tanıdığı ve müşahede ettiği Anadolu şehir ve kasabaları, insanları, karşılaştığı olaylar roman ve hikâyelerinin zengin malzemesini oluşturmuştur. Yine çocukluğunda çadır tiyatrolarına düşkünlüğü, ilk öğretmenlik yıllarında Bursa’da Ahmed Vefik Paşa’nın yaptırmış olduğu tiyatroda seyrettiği oyunlar da bu edebî türle ciddi olarak ilgilenmesine yol açmıştır.

İlk gençlik yıllarında yazdığı ve imzasız yayımladığı birkaç şiir denemesinden sonra Reşat Nuri Genç Kalemler’deki ilk makalesiyle edebiyat dünyasına girer (1911). La pensée turque dergisiyle (1917) Zaman gazetesine (1918) edebiyata, özellikle tiyatroya dair makaleler yazar. İlk hikâyesi “Eski Ahbap” Diken mecmuasında neşredildikten sonra (1917) kitap halinde de çıkar. İlk romanı Harabelerin Çiçeği 1919’da Zaman gazetesinde tefrika edilir. Yine bu yıllarda Tristane Bernard’dan Hakiki Kahramanlık (1918) adıyla adapte ettiği ilk piyesi Hayreddin Rüşdü takma adıyla yayımlanmıştır.

Reşat Nuri’ye asıl şöhretini kazandıran Çalıkuşu adlı romanıdır. Vakit gazetesinde tefrika edildikten sonra aynı yıl (1922) kitap halinde yayımlanan Çalıkuşu, bu tarihten günümüze kadar sürekli olarak okuyucuların ilgisini çeken ve en çok basılan romanlar arasına girmiştir. 1923-1924’te Mahmud Yesâri, Münif Fehim ve İbnürrefik Ahmed Nuri ile beraber Kelebek adlı haftalık mizah dergisini çıkarır. Bundan sonra tiyatro, hikâye, roman, mizah, tenkit, tercüme, uyarlama, antoloji, sözlük alanlarında pek çok kitap yayımlamış ve dergilerde yazıları çıkmıştır. 1947’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin çıkardığı Memleket adlı gazetenin bir süre başında bulunmuştur. Bazı yayınlarında Hayreddin Rüşdü, Cemil Nimet, Sermed Ferid, özellikle mizahî yazılarında Yıldız Böceği, Ağustos Böceği, Ateş Böceği takma adlarını kullanmıştır. Yazılarını yayımladığı gazete ve dergilerin başlıcaları şunlardır: Zaman, Vakit, Kelebek, Diken, Şâir, Nedim, Temâşâ, Büyük Mecmua, Edebî Mecmua, İnci, Dersaadet, Tercümân-ı Hakîkat, Fikirler, Hayat, Yeni Türk, Varlık, Aydabir, Çınaraltı, Cumhuriyet, Milliyet, Resimli Şark, Ulus, Tan, Memleket, Türk Yurdu, Yeni Mecmua, Güneş, Muhit, Ana Yurt, Akbaba, Yedi Gün.

Reşat Nuri’nin ilk bakışta aşk konusu üzerine kurulmuş gibi görünen romanları, gerçekte verilmek istenen mesajların şahıs ve olaylarla örülmüş edebî metinleridir. Bu bakımdan genel anlamıyla tezli roman kategorisine girerler. Başta Çalıkuşu olmak üzere romanlarının çoğunun Türk okuyucusu tarafından hemen her dönemde okunması ve sevilmesi bunların sevgi, merhamet ve şefkat duygularıyla işlenmiş olmasındandır. Roman kahramanları arasında bulunan düşmüş kadınlar, dilenciler, toplumun çeşitli şekillerde damgaladığı suçlular bile okuyucuya fazla itici gelmez. Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Bir Kadın Düşmanı gibi ilk romanlarında şahıslar, olaylar, hatta anlatım tarzında duygu ağırlık kazanır. Daha sonrakilerde duygu yönü ihmal edilmemekle beraber toplum meseleleri ön plana çıkar. Bu açıdan bakıldığında Reşat Nuri’nin eserlerini birer içtimaî tenkit romanı olarak değerlendirmek mümkündür. Yer yer ironik bir ifade bu tenkidi destekler. Genellikle klasik roman yapısı içinde kalan Reşat Nuri, romanlarının hemen tamamını kahramanlardan birinin ağzından nakletmiştir. Merhamet duygusunu uyandırmak için sık sık melodramatik unsurlar kullanmış, olağan üstü tesadüflere de önemli ölçüde yer vermiştir.

Romanlarındaki zaman, istibdat dönemiyle Cumhuriyet dönemini içine alan bir kesittir. Hemen her romanında şu veya bu vesile ile II. Abdülhamid dönemine eleştiriler yönelten romancı. Yeşil Gece romanı ile Hülleci piyesi dışında ideolojik edebiyata iltifat etmemiştir. Roman kahramanları arasında öğretmenler, memurlar, doktorlar ve subayların ayrı bir yeri vardır. Özellikle cehalete karşı öğretmenlerin, bedenî hastalıklara karşı da doktorların verdiği mücadele Reşat Nuri’nin romanlarında yüceltilmiştir.

Hiçbir romancıda görülmediği kadar Anadolu’nun hemen her bölgesine eserlerinde geniş yer veren Reşat Nuri romanlarının konuları bakımından da zenginlik gösterir. Çalıkuşu’nda Feride’nin şahsî macerası etrafında XX. yüzyılın başlarında Osmanlı bürokrasisinin, eğitim sisteminin, kadının toplumdaki yerinin, bâtıl inançların tenkidi vardır. Gizli El ve Değirmen’de bozulan devlet mekanizması, bürokrasi, rüşvet ele alınır. Damga’da toplum içinde haksız yere suçlanmış, Harabelerin Çiçeği’nde sakat kalmış insanlar adına merhamet ve hoşgörü istenir. Yaprak Dökümü ve Gökyüzü Cumhuriyet döneminde yanlış Batılılaşma’nın getirdiği zihnî ve ailevî krizlerin romanıdır. Romanları arasında yalnız Yeşil Gece katı bir ideolojik temel üzerine kurulmuştur. Hemen bütün eserlerinde belli bir ölçüde içtimaî tenkide yer veren Reşat Nuri, diğer romanlarında birbirine zıt görüşleri, ahlâkî değer yargılarını ve bu değerlere sahip roman kahramanlarını dengeli bir yapı içinde verdiği, zıtlıkları sevgi ve merhamet duygusuyla yumuşatmaya çalıştığı halde Yeşil Gece’de baştan sona kadar softalıkla inkılâpçılığın, en küçük hoşgörü duygusuna imkân tanımayan çatışmasını ortaya koyar. II. Meşrutiyet’le Cumhuriyet’in ilk yılları arasında geçen roman vak‘ası, başlangıçta İslâm birliği idealine sahip bir medrese mollası olan Şahin’in, daima menfi örnekler görerek gittikçe dinî inançlarını kaybetmesinin ve “cumhuriyetperver bir inkılâpçı” öğretmen olarak bir Batı Anadolu kasabasında dinî inançlar, kişiler ve kurumlarla mücadelesinin hikâyesidir. Yeşil Gece’de dindar tiplerin hepsi cahil, riyakâr, menfaatçi, hatta düşman karşısında iş birlikçi veya kaçaktır. Bir bakıma Millî Mücadele yıllarının sonuna doğru yazılan Çalıkuşu romanına inkılâp yıllarında verilmiş bir karşılık gibidir. Çalıkuşu’ndaki temel vak‘a ve bazı tiplerin Yeşil Gece’ye insanî duygularını kaybetmiş şekilde yansıdığı dikkat çeker. Şahin de Feride gibi Anadolu’ya giden, cehaletle, geri kalmışlıkla, menfaatçilerle mücadele eden bir öğretmendir. Aradaki fark yalnız Çalıkuşu’nun bir aşk romanı olmasından ibaret değildir. Hemen bütün yapıyı değiştiren unsur Yeşil Gece’de iyi niyete, sevgiye, merhamete yer verilmemiş olmasıdır. Şahin Bey, daha romanın ilk sayfalarında gittiği kasabanın insanlarıyla özellikle dindarlıklarından dolayı kavga etmeye kararlıdır. İnandırıcı olmaktan çok propagandanın hâkim olduğu romanın, Atatürk’ün “yobazlığı tenkit eden bir roman yazması” direktifi üzerine kaleme alındığı yaygın bir kanaat olarak kabul edilmiştir. Nitekim Yeşil Gece’nin 1926’da yayımlanmasından çok sonra Reşat Nuri bir mülâkatında romanının devamını yazmayı düşündüğünü, bunda Şahin Bey’in çok yaşlanmış olarak roman yazarıyla karşılaşacağını ve, “İkimiz de o zaman gençtik, toyduk, birçok şeyleri yanlış gördük” diyeceğini ifade etmiştir (Baydar, s. 90). Yeşil Gece, Nazım Hikmet’in Reşat Nuri’nin en derin eseri olduğunu ve ateist propaganda yürütülmesinde pek faydalı olacağını belirten bir takdim yazısıyla Rusça’ya (1963) ve Bulgarca’ya (1965) çevrilmiş, ayrıca Bulgaristan’da Türkçe olarak da yayımlanmıştır (1966).

Hikâye yazarlığı 1930’a kadar devam eden Reşat Nuri’nin hikâyelerinin konuları ile roman ve tiyatroları arasında belirli ilişkiler vardır. Bunlarda da ferdî ve sosyal konuları işleyen yazar daha çok kadın, çocuk, aile ve ahlâk meseleleri üzerinde durmuştur.

Oyunlarının bir kısmı sıradan okul piyesleri iken ekserisi profesyonel sahneler için yazılmış olan eserlerdir. Konularının çoğu romanlarıyla paralellik gösterir. Hatta Eski Şarkı’nın Eski Hastalık adıyla, Yaprak Dökümü’nün aynı adla roman olarak karşımıza çıkması, Çalıkuşu’nun başlangıçta “İstanbul Kızı” adıyla tiyatro eseri olarak yazılmış olması, ayrıca her romanının bir de senaryosunu kaleme alması, Reşat Nuri’nin tiyatro eserleriyle romanlarının genellikle aynı temaları ihtiva ettiğinin delilleridir.

Yeşil Gece gibi Hülleci de özel bir maksatla yazılmış izlenimi vermektedir. Oyun saf, biraz da alıkça bir hâfız olan Halil’i, annesi ve ağabeyinin bir olup genç karısı Melek’ten ayırarak parası için çirkin ve aptal bir kızla evlendirmek istemeleri, bunun için de bir düzenle boş düştüğünü iddia ettikleri gelinlerinin bir süre sonra iyi bir mirasa konduğunu öğrenince niyetlerinden vazgeçip eve giren bir hırsızla hülle yaptırmaları olayına dayanır. Hülleci ve Melek bu ilk gecelik beraberliklerinden hoşnut kaldıkları için evliliklerini devam ettirmeye  karar verirler. Bütün bu düzene yalancı şahitler ve şer‘î çıkış yolları bulmaya çalışan, rüşvet alan tipiyle mahalle imamı da karıştırılmıştır. Bir halk komedisi gibi gösterilen oyunda hülle ile beraber şeriat, dinî nikâh, tesettür, nâmahremlik, cerre çıkma gibi dinî meseleler ve âdetler hep olumsuz örnekleriyle bazan cehalet, bazan menfaat sebebiyle gülünç gösterilmiştir. Hülleci’yi yayımlayan Basın Genel Direktörlüğü’nün kitabın baş tarafında “halka yeni davalarını anlatacak piyeslerin azlığı, bunu telâfi için ulusal tezlerimizi yığına anlatacak eserlerin tanınmış yazarlara ısmarlandığı, Hülleci’nin bu serinin ilk kitabı olduğu” şeklinde bir notu vardır.

Kendi tarzında orijinal ve dikkat çekici bir eser olan Anadolu Notları Reşat Nuri’nin müfettişlik yıllarına ait gözlemlerini yansıtır. 1928-1939 yıllarını içine aldığı anlaşılan bu notlar, yurdun hemen her köşesini gezen ve ince bir gözlem kabiliyeti olan romancının seyahat intihalarıdır. Karşılaştığı kişilere benzer tiplerin az çok değişerek romanlarında yer alması, yazarın gerçekçiliğini ve hayat tecrübelerinin eserlerine yansıdığını gösterir. Düzenli ve kronolojik bir seyahatnâme olmayan Anadolu Notları’nın orijinalliği, zamanında tutulmuş küçük notlara hâtıra ve çağrışımların da eklenmesiyle bir çeşit deneme karakteri kazanmış olmalarıdır. Bu notlarda dönemin Anadolu kasaba ve şehirleri, bunları birbirine bağlayan yollar, otel, han, lokanta gibi mahaller, at arabası, kamyon, otomobil, tren gibi yolculuk araçlarının yanı sıra Anadolu insanının özellikleri, yoksulluğu, mahrumiyeti, aydının sorumluluğu, eski yaşama alışkanlıklarından modern hayata geçişin intibaksızlıkları ve gülünçlükleri, tulûat tiyatroları, kahve ve cambazhâne gibi eğlence yerleri, bütün meşakkatlere rağmen şikâyetsiz bir yazarın kaleminden anlatılır. Böylece bir tarafta gelişen dünya karşısında Anadolu’nun yoklukları dile getirilirken faziletleriyle bu açıklarını kapatmaya çalışan insanlar anlatılır. Bu insanların yoksulluğa rağmen yabancıyı rahat ettirmek, ele güne karşı küçük düşmemek için çırpınmaları, dünya nimetlerinin en azıyla yetinip mutlu olmaları, bu kadarını bile elde etmek için tek varlıkları olan toprakla didişmelerinin anlatılması eserin dikkat çeken özeliiklerindendir. Reşat Nuri, romanlarının çoğunda sergilediği özelliğiyle Anadolu insanının cehaletini, buna karşılık gelenekten ve hayat tecrübesinden gelen irfanını yer yer vurgular. Kitabın II. cildinin son bölümündeki not, bu yazıları dönemindeki emsallerinden ayıran özelliğe işaret eder. Notların ilk cildini okuyan bir dostunun kendisine, süratle ilerleyen inkılâbın Anadolu’ya yansımasını gösterecek yerde eskiyi, kötüyü, sakatı ve geriyi göstermekten hoşlandığı şeklinde ithamda bulunması üzerine Reşat Nuri insanları ve memleketi sevme yolunun tek olmadığını, bunun ise kendi tarzı olduğunu söyler.

Eserleri. 

Romanları. Çalıkuşu (1338), Dudaktan Kalbe (1341/1923), Gizli El (1343/1924), Damga (1342/1924), Akşam Güneşi (1926), Bir Kadın Düşmanı (1927), Yeşil Gece (1928), Acımak (1928), Yaprak Dökümü (1930), Kızılcık Dalları (1932), Gökyüzü (1935), Eski Hastalık (1938), Ateş Gecesi (1942), Değirmen (1944), Miskinler Tekkesi (1946), Harabelerin Çiçeği (1953), Kavak Yelleri (1961), Son Sığınak (1961), Kan Davası (1962), Ripka İfşa Ediyor (1949 yılında Ulus gazetesinde tefrika edilmiş, ancak basılmamıştır; diğer romanların hepsi İstanbul’da yayımlanmıştır).

Hikâye Kitapları. Recm, Gençlik ve Güzellik (İstanbul 1335), Roçild Bey (İstanbul 1335), Eski Ahbap (İstanbul, ts.). Sönmüş Yıldızlar (İstanbul 1339), Tanrı Misafiri (İstanbul 1927), Leylâ ile Mecnun (İstanbul 1928), Olağan İşler (İstanbul 1930).

Tiyatroları. Reşat Nuri’nin yirmi dokuzu telif, yirmi biri tercüme veya adapte olmak üzere tesbit edilebilen elli oyunu vardır. Telif oyunları şunlardır: Gönül (İnhidam, telifi 1918, yayımlanmamış), Bâbür Şah’ın Seccadesi (1919), Hançer (İstanbul 1336), Asker Dönüşü (temsil tarihi 1921), Eski Rüya (İstanbul 1338), Kırçiçeği (1923), Ümidin Güneşi (İstanbul 1342/1924), Gazeteci Düşmanı, Şemsiye Hırsızı, İhtiyar Serseri (üçü bir arada İstanbul 1342/1924), Kızıl Şenlik (temsil tarihi 1925), Taş Parçası (İstanbul 1926), Bir Köy Hocası (İstanbul 1928), Bir Kır Eğlencesi (İstanbul 1931), Felâket Karşısında, Gözdağı, Eski Borç (üç temsil bir arada, İstanbul 1931), Ümit Mektebinde (İstanbul 1931), İstiklâl (Ankara 1933), Vergi Hırsızı (İstanbul 1933), Hülleci (İstanbul 1933), Bir Yağmur Gecesi (Ankara 1943), Yol Geçen Hanı (temsil tarihi 1944), Ağlayan Kız (temsil tarihi 1946), Bir Başka Gece (temsil tarihi 1956), Eski Şarkı (İstanbul 1971), Yaprak Dökümü (İstanbul 1971), Tanrıdağı Ziyafeti (İstanbul 1971), Balıkesir Muhasebecisi (İstanbul 1971), Daktilo Makinası (radyo oyunu). Tiyatro üzerine yazdığı yazılarının büyük bir kısmı Kemal Yavuz tarafından Reşat Nuri Güntekin’in Tiyatro ile İlgili Makaleleri adıyla bir araya getirilmiştir (İstanbul 1976).

Diğer eserleri de şunlardır: Türk Kıraati (İstanbul 1930), Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu (İstanbul 1935), Anadolu Notları (I-II, İstanbul 1936, 1966), Dil ve Edebiyat (Ankara, ts.).

Reşat Nuri’nin Fransızca’dan yaptığı çoğu edebiyat dışı dokuz tercüme eseri vardır. Tesbit edilebildiği kadarıyla Çalıkuşu ile Akşam Güneşi İngilizce’ye; Damga, Yaprak Dökümü, Değirmen, Çalıkuşu ve Yeşil Gece romanları ile sekiz hikâyesi Rusça’ya; Çalıkuşu ve Yeşil Gece ile bir hikâyesi (“Rü’yâ-yı Sâdık”) Bulgarca’ya; Çalıkuşu, Kızılcık Dalları, Dudaktan Kalbe adlı romanları, altı hikâyesiyle Bâbür Şah’ın Seccadesi adlı piyesi Sırpça’ya çevrilmiştir. Ayrıca bu dillerde ve diğer Batı dillerinde Reşat Nuri ile ilgili olarak yapılmış bir hayli tercüme, araştırma ve inceleme yayımlanmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Reşat Nuri, İstanbul 1957; Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar? İstanbul 1960, s. 90; Muzaffer Uyguner, Reşat Nuri Güntekin, İstanbul 1967; İbrahim Tatarli - Rıza Mollof, Hüseyin Rahmi’den Fakir Baykurt’a Kadar Türk Romanı, Sofya 1968, s. 35-53; Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (İstanbul 1969, haz. Zeynep Kerman), İstanbul 1992, s. 439-443; Kemal Yavuz, Reşat Nuri Güntekin’in Tiyatro ile İlgili Makaleleri, İstanbul 1976; İbrahim Zeki Burdurlu, Reşat Nuri Güntekin, İstanbul 1977; Fethi Naci, Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul 1981, s. 185-202; a.mlf., Reşat Nuri’nin Romancılığı, İstanbul 1995; İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları (İstanbul 1983), İstanbul 1991, s. 217-229; Ramazan Kaplan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Ankara 1988, s. 33-35, 269-271; Birol Emil, Reşat Nuri Güntekin’in Romanlarında Şahıslar Dünyası I, İstanbul 1989; a.mlf., Reşat Nuri Güntekin, Ankara 1989; a.mlf., “Öğretmenler Romancısı Reşat Nuri Güntekin”, MÜ Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, sy. 2, İstanbul 1990, s. 73-83; Olcay Önertoy, Reşat Nuri Güntekin, İstanbul 1991; Hüseyin Çelik, Reşat Nuri Güntekin’in Romanlarında Sosyal Tenkit, Van 1995; a.mlf., Genç Kalemler Mecmuası Üzerinde Bir Araştırma, Van 1995, s. 159-160; İsmail Eren, “Reşat Nuri Güntekin’in Rusça, Sırpça ve Bulgarca’ya Çevrilen Eserlerinin Bibliyografyası”, TDED, XX (1973), s. 185-192; Oktay Akbal, “Yeşil Gece’den Kubilay’a”, Cumhuriyet, İstanbul 25 Ocak 1973.

Hüseyin Çelik, TDV, cilt: 14; sayfa: 309


 

 REŞAT NURİ

Beşiktaş Vakıf Sultanisi’nin deniz şıpırtıları ile dolup boşalan muallim odası. Duvarlarda sudan akseden titrek güneş menevişleri. Muhteşem yalının, eski sahiplerinden kalma ağır perdeler, altınlı kornişler, pencereleri ince bir tezhip gibi kuşatan sırmalı, zengin farbelalar.

Ortada bilardo kadar kocaman bir masa.

Ben Reşat Nuri’yi işte bu dekorun içinde tanıdım.

Parlak gözleri, alnına doğru taranmış kısa saçları, göz kenarlarını silinmez kırışıklıklar içinde bırakan daimî gülüşü, onun etrafında sıcak, alımlı bir hava dalgalandırır. Ufak tefek, etsiz, yağsız bir vücut, buğdaydan ziyade esmere yakın bir ten. Sımsıkı dudaklarından hiç düşmeyen bir sigara. Bebek hareketlerini andıran kımıldanışlar. Nâzik, tatlı bir ses. Öyle bir ses ki dinlerken, inanmak ihtiyacını duyarsınız.

İlk tanışmayı, kapı yoldaşlığı, dert ortaklığı besledi. Dost olduk. 0 zaman hocalık, bugünkü gibi değildi. Mektep, yedi kırk beşte başlar. Günde altı saat ders verilir, her gün nöbet tutulur, bazen bir sigara içmeye bile vakit bulamadan akşamı ettiğimiz olurdu.

Böyle hıncahınç, tıklım tıklım dolu bir çalışma içinde birbirimizi daha yakından tanıyorduk.

Bir gün mektebin bir müsamere vermesi düşünüldü. Reşat Nuri, o zamanlar tiyatroya sarılmıştı. Hanri Lavdan’ı, Brenş-tayn’ı ve bütün çağdaş piyes muharrirlerini okuyor, tenkitleri takip ediyor ve bunları kendi hükümleriyle karşılaştırarak inceliyordu.

Kararımızdan beş on gün sonra, bir sabah, Reşat, elinde bir defterle geldi. Fen Kurbanları adlı bir piyes yazmıştı. Daha ilk sayfalarda ben, bambaşka bir üslûp havası içine girdiğimi duydum.

O zamana kadar hiç kimse bu kadar temiz, bu kadar cana yakın bir İstanbul Türkçesiyle eser vermemişti.

Ona:

- Durma, roman yaz! Başarmak için lâzım olan her şey sende var, dediğimi hatırlarım.

Fakat o, bütün gerçek kabiliyetler gibi, kendini dinledi ve içine bakarak zamanın henüz gelmediğine hükmetti. Çalıkuşu bu muhavereden tam dört sene sonra Vakit'te tefrika edilmiştir.

Piyes, talebe velilerinin, maarif muhitine mensup kişilerin önünde oynandı ve dehşetli bir muvaffakiyet kazandı.

Ne yazık ki bu şöhret, onu aramızdan alarak Mahmudiye Mektebi’ne müdür yaptırdı. Ayrıldık.

Tekrar beraber çalışmamız Vakitte başlar.

Büyük bir tereddüt, değerli bir tevazuyla eserini gazeteye vermişti. Fakat Çalıkuşu birdenbire hiç ummadığı bir sevgi uyandırdı. Aynı eseri, bugünkü idrâk ve seviyemiz ile okursak, belki ilk tesiri duymayız. Fakat Çalıkuşu, memleketin Feridelere gebe kaldığı, Feride’lerin hasretini çektiği bir devirde yazılmıştı. Onu yaratan adam, millî vicdanda yaşayan bir özleyişi duymuş, ona şekil, çizgi, renk ve can vermişti.

Çalıkuşu, Vakit'te çıkarken, birçok sabırsız okuyucuların ertesi günkü tefrikayı dinlemek için telefona sarıldıklarını bilirim.

Roman, uzadıkça kıymeti eksilmiyordu. Eserde İstanbul, Bursa, Çanakkale, Zeyniler köyü birer yama değil, ayrı ayrı birer uzuvdur.

İlk zamanlarda ben, Munise’yi kitapta eklenti gibi görmüştüm. Fakat şimdi o fikirde değilim. Kuşlar, kediler, talebelerle doymayan bir kadının, yuvası kurulurken dağılmış, bedbaht bir kadının mukaddes açlığının ne demek olduğunu biliyorum.

Reşat bir sanatkâr objektifi ile onu pekâlâ görmüş ve bu his derinliğini eserine koymuştur.

Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi romanları arka arkaya çıktı. Bir portrede bunlara hattâ dokunarak geçmek bile imkânsız olduğu için, kapaklarını kaldırmıyorum. Fakat Damga'yı bir cümlelik olsun bir hükme bağlamadan atlayıp geçemeyeceğim. İskeleti, çerçevesi, psikolojisi ile Damga gerçekten hiçbir tarafı esneyip sarsılmaz bir eserdir.

Reşat Nuri’den bahseden münekkitler, onda bir kusur görürler. Bütün kahramanlarını muallimlerden, bütün dekorlarını mektep muhitlerinden aldığını söylerler.

Eğer kusur bu ise, acaba dünyada meziyet neye derler? Bir muharrir ki on kere girdiği muhitlerde, on kere tahlil ettiği ruhlarda yeni şeyler bulup çıkarıyor, burgu gibi derinleşiyor, başka çevreler, başka ruhlar, başka âlemlerle niçin meşgul olsun?

Fırçasını çocuk portrelerine, denizlere, eizzeye, mukaddes tarih vakalarına vakfetmiş ressamlar vardır. Şimdiye kadar hiçbir münekkit çıkıp da onlar için yeknesak, monoton yaftasını kullanmadı. Şarlo, bir tek kıyafetle dehasını ispat ediyor, kimin ne dediği var? Ayvazovski’nin eleğimsağmalarım, fırtınalarını, köpürmüş denizlerini, durgun denizlerini, aydınlık sularını, boş koylarını yadırgıyor muyuz?

Bu tek sahada kat kat yenilikler keşfedebilenlere ne mutlu.

HAKKI SÜHA GEZGİN, EDEBİ PORTRELER