Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

7.BÖLÜM

 

Mirza Hacıyev

N E S İ M İ

(yedinci bölüm)

Bizanslıları Anadoludan kovarak onların topraklarında meskunlaşan türklere bütün hristian dünyasının, en fazla da ermenilerin nefret ettiği o çağlarda bir türk evladının, hem de tarikat liderinin ermeni kızının güzelliğini bunca yükseklere kaldırması şairin kalbinin büyüklüğündendir hiç şüphesiz. Hatta dünya-alemin onu kınayacağının umrunda bile olmadığını göstermek için beline zünnar da bağlıyor o kızın aşkına.

 

“Kabede ister idim, puthanede buldum seni

Bağladım uş belime zünnar, senden dönmezem”.

Bu “Senden dönmezem” qezeli ilk bakışta başından sonunaca şairin Ademe yalvarışı gibi görünüyor; sanki Adem küsmüş gitmiş, şair ise ona ne yaparsın yap, senden dönmezim, diyor. Bu halde bu beytten o anlaşılacak ki, guya Nesimi hristianlığı ( ve ya yahudliği ) kabül ettiğini itiraf ediyor. Ama Ademin yalnızca puthanede ne işi olabilir? “Zünnar”a göre anlaşılıyor ki, puthane dediği ya kilisedir, ya sinaqoq. Kilisede, sinaqoqda olan Adem Kabede olmaya bilir mi hürufilik düşüncesine göre? Adem bütün maddi alemde değil mi?

Qezelin ilk beytincede bu soruların cevabı var:

“Bir cefakeş aşiqem, ey yar, senden dönmezem

Xancar ile yüreğimi yar, senden dönmezem”.

Sanki başdanca bir tek bu “hancar” sözüyle şair ariflere işare veriyor ki, bu qezel dünya kızına ünvanlanmıştır; çünki Ademde hançar olamaz.

Hankı dünya kızına? O kıza ki, onu Kabede ister imiş ama, puthanede bulmuştur. Yani sevdiği kızın müsliman olmasını istermiş ama, puthane hisap ettiği kilisede bulmuş, hristianmış yani. Kilisede mukaddes Meryem anayla hazret İsanın ikonasına sitayiş edildiği için kiliseyi puthane hisap ediyordu hürufiler. Yani şair beytte hakikatı değil de, sevgisini kilisede, hristian kızları içinde bulmasından konuşuyor; hakikatı o hele genclik yıllarından, Fezlullahın sağ olduğu zamanlardan bulmuşdu. O halde zünnar bağlamasını bir zamanlar, yedi-sekiz yıl önceler “zerrece yumuşamayan” o ermeni güzelinin kalbine gire bilmesi için bir gösteri gibi kabül etmek gerekiyor. O zamanlar kızın on altı yaşı varıymış, Dvin civarında bir dağ köyünde dedesiyle yaşıyormuş. Kendisinden yirmi dört yaş küçük olan bu füsunkar güzeli şair o köyden geçtiği zaman pınar başında görmüş ve bir gönülden bin gönüle ona aşik olmuşdu. Uzun boylu, incebelli bu ermeni kızı sanki ilahinin kudretinden yoğrulmuşdu. Bileklerine kadar uzanmış simsiyah saçları her adımında deniz gibi dalğalanıyordu. Uzun siyah donunun etekleri yerle sürünüyordu. Masmavi, badem gözleri kedi gözleri gibi azca çekik idi. Başında gümüşten taca benzer ufacık bir şey varıydı, tacın önünde de küçücük durnateli. Sanki genclik yıllarından gördüğü qeyb aleminin varlıklarından idi kız, hiçbir nöksanı yoktu yüzünde. Hatta onu beklenmeden önüne çıkan peri, huri, melek bilerek “ah” diye şaşırmışdı da.

Kız da bu son derece yakışıklı, zarif yüzlü adama merakla bakarak yaklaşmaktaydı. Beraberine yettiğinde şair sanki kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi astaca diyor:

 

“Ya Rab, ol üzün çırağı şemü-xaverden midir?!

Ya Rab, ol servin yanağı verdü-ehmerden midir?!”

Kız şaşkınlıkla: “Buyurun emi”, diyor, “bir söz mü dediniz?”. Şairin gözleri faltaşı gibi açılmışdı, hayretten ağzı açık kalmışdı. “Ya Rabbim, bu nasıl bir güzellik?! Sen... sen dünya kızı mısın, ey afet?!” Kız gülümsünerek pınara yaklaşıyor. Şair yerinden terpenmeden ona bakmaktaydı; gözlerine inanamıyordu. Yine kendi kendisine konuşuyormuş gibi astadan: “Allah, Allah!”, diyor,

 

“Ol saadetli kemer ki, qucur onun belini

Talihi mesut imiş, ya kuvveti zerden midir?

Adı mahv oldu Nesiminin, kalem çek harfine

Ey bu defterden habersiz, ol bu defterden midir?”

Kız yüzüne dağılmış saçlarını elleriyle arkasına atarak: “Su mu içecektiniz, emi?”, diyor, “Vereğim mi?”. Şair sanki rüyadan uyanacağından ihtiyat ediyormuş gibi yavaş-yavaş ona yaklaşıyor: “And olsun Allahın birliğine ki, böyle şahzade hanımın elinden zehir de içerim”. Kız kabı suyla doldurarak ona uzatıyor. “Buraların adamı değilsiniz qaliba. Ama şahzade olduğumu nerden bildiniz?”. ”O dağın ötesinde yaşıyorum”, diyor şair, ”gezergi adamım, gezmeği çok severim. Bu gün kısmetim buradan geçmekmiş, ey afet. Bana ilk defa melek suretinde insan gösterdiği için Allahıma şükürler ediyorum. Böyle güzellik yalnız şahzade kızlarda olabilir. Başındakı o tac bunun tasdiki değil mi?”. Kız gülüyor. Sözler canına yağ gibi yayılıyor.

--- Bu asıl tac değil ki, emi. Herkes bana şahzade diyor diye dedem gümüşten düzelttirmiş bunu. Ama dedem diyor ki, adamlar boşuna şahzade demiyor sana. Çok-çok geçmiş zamanlarda bir Bizans padişahı varmış, anne taraftan ona gidip çıkıyor neslimiz.

--- Ama çok yakışıyor sana. Olmazsa olmaz yani. And olsun Allaha ki, asıl tacı olanlar senin eline su dökmeğe bile layik olamazlar. Adını söyler misin, eğer sır değilse.

--- Adım Susandır, --- Ve şairin onun boynundakı küçücük haça baktığını görünce ilave ediyor, --- Ermeni kızıyım ben.

--- Ermeni kızı olduğun şahane güzelliğinden ve tatlı lehcenden bellidir, güzelim. Yalnız sizler türkce konuştuğunuzda dudaklarınızdan bal dökülüyor sanki söz yerine. Baban ne işe bakar?

--- Babam yok ki benim. Annem de yok. Annem beni doğurduğunda ölmüş, babam da onun kırkı çıkmadan. Dayanamamış ayrılığa. Çok seviyorlarmış biribirilerini.

Şairin gönlü sızlıyor; bu dünyada en çok acıdığı yetimlerdi. Kutsal varlıklar gibi bakıyordu onlara.

--- Bağışla, gözüm nuru, bilmeden yarana dokundum. Yerleri behişt olsun.

--- Dedem büyütmüş beni. Hem anne olmuş bana, hem baba. Oğlundan bir tek hatırayım diye birazcık da şımarık büyütmüş beni. Sizin isminiz ne?

--- Ben... ee ... şairim. Nesimi diye birisini duydun mu hiç?

Kız hayretten ince parmaklarını dudaklarına koyarak:

--- Aaaa! Siz de mi Nesimi çıktınız?! --- diye gülüyor ama, şairin taacüp içinde kaldığını görünce ciddileşiyor, --- Biliyor musunuz, emi, benimle bu yaşımaca dört Nesimi tanış olmak istemiş ama...

--- Nice yani... dört Nesimi?! Kimlermiş ki?!

--- Ne bilim. Çünki “Nesimiyim” deyince hemen onlardan uzaklaşmışım.

--- Nesimiden nefret ettiğin için mi?

--- Hayır, hayır. Olur mu? Ondan kim nefret eder ki? Onu bizler de severiz. Dervişlerden kimse zarar görmez ki. Sadece, Nesimi on sekiz-yirmi yaşlarında olamaz diye uzak durdum onlardan.

Kız eğilerek kablarını suyla doldurmağa başlıyor.

--- Ama ben kırk yaşındayım.

--- Her kırk yaşındakı adamdan da Nesimi olmaz ki. İşitmişim ki, Nesimi adamın yüzüne bakarak anındaca şiir dizip koşa biliyor. Başkaları geceler yatmıyorlar, sabaha kadar yazıp bozup ortaya şiir diye acaip bir şey çıkarıyorlar, o ise bir andaca şiir diye biliyor yani.

--- Sen şiir sever misin, afet?

--- Güzelse severim.

Şair onun su doldurmağını seyr ede-ede hayallere dalıyor. Ve birdence dudaklarından o pınardan süzülen su gibi acaip güzel bir şiir süzülmeğe başlıyor.

 

“Derdimend ettin meni, ey derde derman ermeni

Olmuşam eşqin yolunda bendeferman, ermeni.

Ne peri, ne ademi bu şekille men görmedim

Cennetü-huri misin, yoksa ki rizvan, ermeni.

Örtgil o Ay üzünü ki, çeşmü-namehrem görer

Yoksa ki dinden döner çok-çok müsliman, ermeni.

İsayi-Meryem hakkıyçün hiç kararım kalmadı

Didemi giryan eylersen, bağrımı kan, ermeni...”

Kız su kaplarını bırakarak hayretle ayağa kalkıyor. Sihirlenmişdi sanki. Parmakları dudaklarında kalmıştı.

Şair devam ediyor:

 

“Handa bir haç ehli gördüm hamusun seyr eyledim

Bulmadım men sen teki bir cani-canan, ermeni.

Bir sual etti Nesimi sen büti-mehpareden

Lütf ile söyleşe gör, ey leli-xendan, ermeni”.

Şair susuyor. Solğun yüzü sanki işklanmışdı. “Ah” çekerek göklere bakıyor. Salavat çekiyor ve astaca “teşekkür ediyorum” diyor. Şiir söyledikten sonra herzaman göklere minnettarlığını bildiriyordu. Büyük merak içinde gözlerini onun yüzünde-gözünde gezdiren kız:

--- And olsun Allaha ki, bu günece güzelliyimi bunca güzel tarif eden olmadı, --- diyor, --- Hiç zaman aklıma bile getirmezdim ki, bir gün sizi hayatta göre bileceğim. Kime dersem inanmaz, emi.

--- Bana sadece Nesimi de. Lütfen. Olur mu?

--- Ama... siz benden yaşlısınız. Hem de çok. Kaç yaşındasınız?

--- Kırk.

--- Ooooh!.. Yirmi dört yaş büyüksünüz.

--- Hiç farketmez, Susanım. Sadece “Nesimi” dersen çok sevinirim. Hem de “sen”le konuş, “siz”le değil.

Kızın halinde bir şaşkınlık yaranmaktaydı. Yanakları lale gibi kızarmıştı.

--- Baş üstüne... Diyorlar siz o dünyanın adamlarıyla konuşa biliyorsunuz. Doğru mu?

--- Yine de mi “siz”?

--- Ah, kusura bakmayın... ee ... kusura bakma. Zamana bağlıdır bu, Nesimi. Birdence biraz zor.

Şairin kalbine rahatlık çöküyor; kız “zaman” işareti veriyordu.

--- Doğrudur, konuşuyorum. Ama o dünyanın adamlarıyla değil, perileriyle-hurileriyle konuşuyorum.

--- Ah! Ne kadar meraklıdır! Korkmuyor musunuz... korkmuyor musun onları gördüğünde?

--- Onlar korkunc değiller ki. Bütün kainatta en korkunc şey insandır. Korkulası bir tek odur, bir de şeytan.

--- Sen onları çağırdığında mı geliyorlar?

--- Çağırdığımda da geliyorlar. Kendileri istedikleri zaman da geliyorlar. Ben kendim de onların yanına gidebiliyorum. Bu öylesine güzel konudur ki, birdence anlamağın zor olabilir, hatta dediklerime inanmaya da bilirsin. Ama zamanla herşeyi anlata bilirim sana... Eğer... istersin tabii ki.

--- Ayyy!.. İstiyorum, istiyorum, --- diye kız sevincinden çocuk gibi ayaklarını yere vurdu, --- Çok istiyorum.

--- Bana şiirleri onlar söylüyorlar. Sen aynen onlara benziyorsun. O yüzden seni görünce çok şaşırdım peri misin, huri misin diye.

--- Aaaa! Öyle mi?! Yalan demiyorsun herhalde.

--- Hayır vallahi. Periler aleminde senin gibi güzel görmediğime yemin ediyorum.

 

“Sübhdem dildarımı gördüm otağından gelir

Öyle sandım huridir, firdevs bağından gelir.

Ya meğer nuri-tecellidir, ayan oldu yeqin

Ay ile Gün teleti gülgün yanağından gelir.

Çeşmeyi-heyvan xecildir leblerinden daima

Abi-kevser şerbeti şirin dodağından gelir.

Ey Nesimi, ruhperver geldi yarından nesim

İsanın enfasıdır, yarın buxağından gelir”.

Yine şiir bittiğinde göklere bakarak salavat çekdi ve “teşekkür ediyorum” dedi.

Göz-göze geldiler. Kız deniz gibi mavi gözlerini geniş açarak bir saf çocuk hayretiyle ona bakıyordu. Gönüllerinin sessizce konuştuğu o sırlı anların sükutunu uzaklardan bir eşek anırtısı bozuncaya kadar bakışıyorlar. Bir köylü eşekle pınar tarafa geliyordu. Sanki çok tatlı bir rüyadan uyanmış gibi oluyorlar.

--- Ne güzel şiirlerdir. Bazı yerlerini anlayamadım ama, adamın ruhuna yayılıyor sanki. Hep dinlemek isterim böylece seni. Ama maalesef gitmem gerekiyor.

--- Gönlümü viran edip gitmek istiyorsun, öyle mi? Helal olsun.

Kız su kaplarını eline alarak:

--- Dedem artık uyanmış herhalde, --- diyor, --- Şimdi sabırsızlıkla çay bekliyor.

--- Ver yardım edeğim.

--- Hayır. Sağolasın. Burada yakında oluyorum. Bak o kırmızı çatılı ev bizimdir. Tanış olduğuma memnun oldum. Dedeme diyeceğim bunu. İnanmayacak ki, ben Nesimini görmüşüm, Nesimiyle konuşmuşum.

--- Lazım değil, Susan. Sonra...

--- Sonra ne? Yanlış anlar mı? Aaaa! Ne var ki burada? Burası hristian köyüdür, Nesimi. Bizler hayatımızı istediğimiz gibi yaşarız. Gizli-gizli yaşamağı sevmiyoruz. Kendimiz yaşanmasını istediğimiz şeyleri başkasının yaşadığını görünce de dedi-kodu yapmağı sevmiyoruz. Sizlerden esas farkımız da bundadır. Diyeceğim ve biliyorum ki, çok da merak edecek. Perilerle, hurilerle konuştuğunu bilince hele belki seni görmek de isteyecek... bence... yani... Peki, sağlıkla kal, Nesimi.

Şair hiç beklenmeden karşısına çıkan bu esrarengiz güzellikten asla ayrılmak istemiyor. Kederle ona bakıyor. Aşktan kaynayıp taşan gönlünden yine şiir kopuyor.

 

“Ey gözüm nuru, gözümden gitme, irak olma ki

Canımı yakar ferağın, gözümü giryan eder.

Enberfeşan zülfünü dağıtma nesrin üzre ki

Aşiqin gönlün perişan, halin sergerdan eder.

Gül yanağın hasretinden ağlasam eyb etme ki

Bülbülü şövqünde giryan ol güli-xendan eder

Zülfü-xalından Nesimi ebcedi qıldı tamam

Şimdi üzünden beyanü-suretü-Rahman eder”.

--- “Güli-xendan” ne demek?

--- İlahinin gülü. Yani sen.

Kız gözlerini yere dikerek neyse düşünüyor, sonra sakince:

--- Gül kokulanmak içindir, --- diyor, --- İlahinin gülünü ise yalnız asıl şair kokulaya bilir.

--- Keşke o ilahi gül ömür boyunca şairin yanında olsa! Kısmetimde varmı sence böyle bahtiyarlık?

--- Onu artık perilere, hurilere sor. Onlar bilirler herhalde. Gül kısmetten ne anlar? Anladığı yalnızca bu ki, her sabah-akşam bu pınar başına çıkar, iki kap su doldurar geri döner.

--- O halde bu gece yılan vuran uyur, Nesimi uyuyamaz, sabah açılınca koşar buraya o gülü yine göre bilmek için.

Kız gülüyor.

--- Bir tek yarın değil, ne zaman isterse o gülü görebilir Nesimi.

Bak böylece tanış oluyorlar.

Ertesi gün sübh erkenden Nesimi yine o köye gidiyor, görüşüyorlar ve kız diyor ki, dedeme anlattım seninle görüşümü, dedi keşke getirseydin misafirimiz olurdu, hem qarib adamdır, hem de Nesimidir o. Ben de dedim yine görürsem davet edeğim mi? Dedi tabii ki davet et. Akşama gideriz bize. Dedemin misafiri olmak ister misin?

Saadetten şairin daima kederli olan gözleri parlıyor, kızı bağrına basmaktan kendisini zorlukla tutuyor. Onun bembeyaz, incecik elini ikielli tutarak üç defa öpüb gözleri üstüne koyuyor.

--- Gelmez olur muyum, şahzadem. Senin evinde birce gece misafir olmak padişahlar saraylarında bin ömür yaşamaktan ileridir.

Yazın ortalarının sıcak bir akşamı olduğu için bütün Şark aleminin sevimlisi olan kıymetli misafire avluda ağaclar altında yeşil çimenliğe döşekler dizerek güzel bir sofra açmıştı kız. Misafirin mütevazi, masum yüzü, kandan gelme kibarlıktan doğan adap-arkanı yaşı sekseni ötmüş dedenin ilk bakıştanca gönlüne yatmıştı. Konuşurken ağzından söz yerine sanki inciler döküldüğüne hayran olmuştu. Geceden hayli geçinceğe kadar yediler içtiler, gülüp konuştular. Dedenin gözleri uyku için süzülmeğe başladığında misafirden çok-çok özür dileğerek asasına söykenerek sofradan kalktı ki, tanışlığımıza çok sevindim ama, artık duramıyorum, ben gidiyorum yatmağa. Nesimiyle Susan da kalktılar.

--- Hayır, hayır, siz gencler oturunuz söhbet ediniz istediğiniz kadar. Ama Susan, kızım, misafiri çok yorma sorularınla. Senin soruların bitmez ki. Ama belki misafir uyumak istiyor.

Susan da misafirin yerine tezce cevap verdi ki, hayır hayır, uyumak istemiyor, bir de bize ne zaman gelecek ki? Yorulsa da bilmediğim her şeyi soracağım ona ta sabaha kadar. Sonra gitsin istediği kadar uyusun.

--- A kızım, Susanım, öyle şey olurmu? Ne demek bir de bize ne zaman gelecek? Artık o bu evin adamı oldu, ne zaman isterse gelebilir. Bak Nesimi, oğlum, benim kapım senin yüzüne her zaman açıktır. Ben yalan konuşmağı sevmem, Susan biliyor. Hiçbir türke bu sözleri demem ve demedim de. Ama sen bir başkasın. Hiç kimseye benzemezsin. En önemlisi de bu ki, Susanım çok sevinmiş senin gelişine. Onun sevinci benim sevincimdir. Ondan başka kimim var ki? Ne zaman istersin gel, aziz misafirimsin.

Nesimi onun elini öperek gözleri üstüne koydu. Sonra Susan onun koluna girerek onu yatak odasına kadar ötürdü. Ve geri dönerek meclisi ikilikte ta dan yeri sökülünceye kadar devam ettirdiler.

Dedesi meclisi terkettikten sonra tam serbest olmuş Susanın bir-iki kadeh de şerap içmişti diye gönlü öyle açılmışdı ki, hep deyip gülüyor, gülmeli aşk fıkraları anlatıyor, sanki yılların arkadaşymış gibi kalbinin çoklarına açmadığı en mehrem sırlarını şaire açıyordu. Kendisi de hayret ediyordu, diyordu sanki seni çoktan tanıyorum, hatta bazen istiyorum sorayım ki, bunca yıllar nerdeydin? Sanki saf kalbi senelerce dolup taşmışdı, şimdi hayatında ilk defa şair görünce, hem de bunca yakışıklı, alemin sevimlisi olan asıl şair görünce dili açılmışdı. Şairi en çok onun iri, mavi gözleri meftun etmişdi, gözlerini çekemiyordu o sırlı gözlerden. Ömründe böyle bir güzellik görmemişti; kızın ağır-ağır inip-kalkan uzun kiprikleri sanki bu güzelliğin önünü bir anlık bile örtmeğe utanıyordu. Kız bütünlükle incelik, zariflik, titreklik, ürkeklik remziydi, baştan-ayağa kadar naz-qemzeydi kız kıyafetinde sanki. Hep “1001 gece” masallarından örnek getiriyordu, hem de yalnız o masallardakı güzel şahzadelerden. Onları hatırlayınca mavi gözleri acaip parlıyordu.

--- Hep o masalları okuyorsun herhalde, --- diye güldü şair, --- Tabii. Genc kızlar çok severler o masalları.

--- O masalları seviyorum dersem hiçne dememiş olurum, --- Uzun saçlarının uclarını bura-bura hayallere daldı, --- O masallar bana asıl şahzade olmağı öğretmiş. Benim yaşımdakı kızlardan herhankı birisini buradan götür şahlık tahtında otursun, şahzade olamaz. Ben ise köleyle nasıl tavranılmalı, tabi olmazsa onu nice itaata getirmeli, ne zaman ona hankı cezayı vermeli, hepsini biliyorum. O yüzden şimdi tahtta oturursam dünyanın birinci şahzadesi olurum ben.

--- Köleyle tavranma nezeriyyesini bildiğin için mi?

--- Yalnız nezeriyye değil ki. O kadar köle dövmüşüm ki ben!

Şair kulaklarına inanamadı. Böyle gül gibi incecik bir kız, yaprak gibi titrek bir varlık nasıl adam dövebilir? Ve bunun adam dövmesinden ne olacak ki?

--- Neden şaşırdın ki? --- Susan güldü, --- Şahzadeyimse köle dövmesini bilmez miyim?

--- Sen ciddiymisin?!

--- Tam ciddiyim. Bende yalan olmaz.

--- Senin kölen var mı ki?!

--- Hayır ya. Benim tahtım var mı ki kölem olsun?

--- Komşunun, akrabanın kölesi mi?

--- Hayır. Bu köyün tümü fakir, o yüzden hiçkimsenin kölesi yok. Ama bir tek benim olmuş; sekiz yaşımdan ta on bir yaşıma kadar kölem olmuş benim. Sonra... Şimdi de var. Yani çocukluk yıllarımdan öğrenmişim köleyle tavranış kurallarını. Onu kendime tamamen tabi ettirmenin bütün yollarını biliyorum. Ağzımdan ne emr çıkıyorsa “baş üstüne” diyor. Bu konuda çok büyük tecrübem var yani, --- Kız gözlerini yumarak “ah” çekti, hayallerinden yüzü ışıklandı sanki, incecik dudaklarına tebessüm kondu, --- Hem de çooook büyük tecrübem.

Kadehini kaldırarak şeraptan bir-iki yudum içti.

--- Susanım, sen kadehi kaldırdığında bile nazla kaldırıyorsun. Birisine azap verdiğini gözlerimle görürsem bile inanamam.

--- Birisine değil, köleye. Kendi köleme. Köle adam değil ki, --- Şairin ona hayretler içinde baktığını görünce ciddiyyetle bakışlarını ona dikti, --- Nice şairsin sen? Anlaya bilmedin mi? Aşikimden konuşuyorum ben. Aşikimden.

--- Aşikini mi köle ettin kendine?

--- Evet. Hem de asıl köle. Elleri, kolları bağlı köle... Neden öyle bakıyorsun ki? Ben asıl şahzadeyim ve bir gün mutlaka tahtta oturacağım. Biliyorum. Rüyalarımda görmüşüm. Benim çok kölem olacak. Önceden onlarla tavranış kurallarını bilmeliyim.

--- Sen hankı tahtta oturacaksın, Susanım?

Kız düşüncelere dalarak dudaklarını büzdü.

--- Bilmiyorum ki... Bence bir prens alacak beni, ben de olacağım asıl şahzade.

Ve sustu. Şair büyük merak içinde ona bakıyordu; dün sabah pınar başında gördüğü andan bu fevkalade güzeli kendi kısmetine yazılmış hisap etmişti, o yüzden onun hayatıyla bağlı hatta en küçücük şeyleri bile bilmek istiyordu.

--- Lütfen kısaca da olsa anlata bilir misin, eğer hatırladığında gönlüne dokunacak bir şey yoksa. Aşikini nice köle etmişsin?

--- Hayır, gönlüme dokunacak ne olabilir ki? Sadece, çocuklukta olmuş bu, o yüzden meraksız gelebilir diye sustum. Biliyor musun, biz çocuklukta “Han-vezir” oynardık devamlı. Sen de oynamışsın herhalde çocukluğunda. Birisi “han” seçilir, o da vezir-vekilini, cellatlarını tayin eder, birisini de köle ilan eder. Han herkese bir iş yapmasını emrediyor, bir tek kölesi oyun bitinceye kadar onunla kalıyor. Han onu istediği zaman cezalandıra bilir, tabii ki, endazeyi aşmamak şartıyla; yani, mesela, saçlarından-kulağından dartar, yüzünden vurarak elini öptürür-falan. Ben o oyunu çok severdim, çünki bütün kızlardan güzeldim diye oğlanlar bana aşiktiler, herzaman beni “han” seçerlerdi. Ben de “han” oldum mu, herzaman aynı birisini kölem ilan ederdim, çünki çok öfkeliydim ona. Sebebi de buydu ki, herkes bana “şahzade” derdi, hiç kendi adımı diyen yokuydu, bir tek o bana inatla “Susan” derdi. Başka zamanlar ona bir şey yapamazdım ama, oyun zamanı istediğim kadar ondan öcümü alıyordum. Sinirleniyordu ama, hiçbir şey yapamıyordu. Oyundan sonra küsüyordu, haftalarca konuşmuyordu, oynamağa gelmiyordu. Sonra yalnız kaldığından dolayı mecbur geliyordu. Çocukluğunda hiç oynadın mı bu oyunu?

Şairin yüzüne keder bulutu çöktü... Çocukluk yılları... Çocukluk yılları... Sanki bin yıllar önceler olmuştu o yıllar. Sanki asırların arkasında kalmış, unutulmakta olan tatlı bir rüyaydı çocukluğu. Dede-baba vatanı Şamahı dağlarında, derelerinde, laleli çimenliklerinde, dupduru pınarlarında kalmıştı o uzak rüya. Hiç adam gibi çocukluğu oldumu ki? Çocuklarla doyasıya oynaya bildi mi ki? Hep kitaplara sarıldı medreselerde. Okudu, okudu. Onca okumasının mükafatı olarak da çöllere düştü, kurbet illerde dolaştı, sergerdan oldu. O yılları hatırlayınca içinden bir “ah” koptu, kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi fısıldadı:

 

“Gönlümün şişesine perri-meqes deyse sınar

Ey hebibim, bes nedendir sen atarsan taşlar?

Terkü-can kıldı Nesimi, geçti bu baştan daha

Handa kaldı ata-ana, qövm ile qardaşlar?”

(“perri-meqes” – sinek kanatları )

--- Ne dedin? Duymadım ki.

--- Hiiç... Çocukluğumu hatırlamak istedim. Hatırlayamadım.

--- Oynamadın yani.

--- Belki de oynamışımdır. Hatırlayamıyorum.

--- Ninem diyordu ki, büyük adamlar çocukluklarında da tenha oluyorlar, o yüzden büyüdüklerinde bak böylece senin gibi kederli oluyorlar. Niye, biliyor musun? Çünki hatırlayacak hiçbir şeyleri yoktur. Ben ise bir bak ne kadar güleryüzlüyüm? Çünki öylesine hatıralarla zengin bir çocukluk yaşadım ki!.. ha-ha-ha-haa!.. Başka şeyler bir tarafa dursun, bir tek her defa onunla o odamda ikilikte kaldığım anılarımı yazacak olursam heresi bir kitaba sığamaz... Son defa beş yıl önce oynadık. Onda benim on bir yaşım varıydı. Dedi daha oynamayacağım, çünki seni seviyorum. Hayretlendim, dedim öyleyse neden bana hiçbir zaman “şahzade” demiyorsun? Bilyor musun ne dedi? Dedi seni kıztırıyordum, istiyordum her defa bir başkasını değil, beni kölen ilan edesin. Tasavvür ediyor musun? Dedi bu günece hiçkimse sana parmağıyla bile dokunamamış ama, ben bunca yıllarda bu hisaba senin ellerinden ne kadar öpmüşüm!

--- Kara sevdaya düşmüş zavallı, hiç mi haberin olmamış?

--- Asla. Yemin ederim. Kendisi hiçbir tarzda bildirmemişti bunu.

--- Bilince de gönül verdin herhalde.

--- Yok, hayır. Ne gönül? Çocuktuk diyorum. Hem de çiçek gibi oğlanlar durup dururken onca aşağıladığım birisini mi sevecektim? Kız arkadaşlarım bana gülmezler miydi? Hem de hiç şahzade de kölesine aşik olur mu? Ben öyle şeyi asla kabül etmem.

--- Sevgisini itiraf etti ve bitti münasebetiniz, öyle mi?

--- Hayır. Bitmedi. Şimdiyece de geliyor ara-sıra... Bak o sağdakı oda benim odamdır. O odada oluyoruz dedem gün boyunca evde olmadığında. Ayda üç-dört defa. Yanlış anlama lütfen, hiçbir yakınlık yok aramızda ve asla olamaz da. Asla ve asla. Sadece... sadece “şahzade-köle” münasebeti bizim münasebetimiz... Ne bilim, diyor guya ben onu sihirlemişim, tilsime salmışım, bir türlü tilsimden çıkamıyor. Ben sihirden, tilsimden ne anlarım ki? Diyor yalnızca senin kölen olduğum anlarda yaşamaktan lezzet alıyorum. Güzelliğim kafasını bozmuş zavallının. Ben aslında böyle istemiyorum; köle denen şey herzaman sahibinin yanında olmalı. Bununkuysa, sadece, aşk köleliği. Ne yapayım? Kıramıyorum. Ant içiyor ki, ben ondan yüz çevirecek olursam kendisini öldürecek. Yalan demiyor. Bir defa demiştim yeter artık, gidip evde zehir içmişti, Allah istedi ki, ölmedi. Ondan sonra korktum ki, zavallıya benim yüzümden bir şey olabilir.

Susan birden ürkmüş ceylan gibi ona bakarak sözünü kesti, şeraptan hafifce allanmış yanakları lale gibi kızardı.

--- Aman Tanrım, ben bunları niye konuşuyorum? Ben hiç en yakın kız arkadaşıma bile demiyorum onun ara-sıra bize geldiğini, bu bir sır gibi ikimizin arasındadır. Gizlin görüşüyoruz biz. Arkadaşlarımın gözünden düşeceyinden korkuyorum. Beni yanlış anlarlar, derler bundan şahzade olamaz.

--- Eminsin ki, iki cahan bir olsa bile benim gözümden düşmezsin. O yüzden.

--- Neyse bir kuvvet var sende. Sen adam konuşturmasını biliyorsun.

--- Ben gönüller sultanıyım, afet. Karşımdakı insanın gönlüne girerek gezmesini biliyorum. Konuşunca bazı şeylerin üstünden geçmen de çok tabiidir ama, benden sıkılmaya bilirsin.

Kız elini ağzına koyarak “ah” diye hayretle içini çekti.

--- Yani... yani sen... yürekleri okuya biliyor musun?! Mesela... o odada neler olup-bittiğini görüyor gibisin, öyle mi?!

Hakikaten de, görüyordu şair. Besiret gözü açıktı onun. Bilyordu ki, Susan ne diyorsa dosdoğru diyor. Zerre kadar bile ilaveler, süs-bezekler vermiyor hatıralarına. Ama konuştukları yaptıklarının onda birisi kadar bile olamazdı. Çok utanıyordu, o yüzden. Utanılacak şeyleri bir başka şekilde anlatmağa çalıştığından bazen söz bulmakta zorlanıyordu; o anlar ince, titrek sesi biraz daha titriyordu. Ama şair biliyordu ki, yürekleri okuya bildiğini derse kız belki de artık hiçbir şey konuşmayacaktı, hatta utandığından gözlerini kaldırıp bakamayacaktı da ona ta meclisin sonuna kadar. O yüzden:

--- Hayır, sevimli Susanım, ben peyğamber değilim ki, yürekleri okuya bilim, --- dedi, --- Sadece, tahmin edebiliyorum. Mantıkla yani.

--- Tahmin mi? --- Susan birazcık rahatlamış gibi oldu, --- Peki tahminlerin herzaman doğru mu çıkıyor?

--- Hayır. Genellikce yanılıyorum. Her bir halde bu kadar utanmana gerek yok. Aşağılanmağı haketmiş birisi aşağılanmalıdır. Öldürülmeyi haketmiş Ebu Cehl öldürülmeliydi diye Bedrde öldürüldü. Mollalar beni aşik dindar olduğum için, şerap içtiğim için kınıyor, utandırmak istiyorlar ama, cahildirler diye umrumda bile değil kınamaları, diyorum iyi yapıyorum. Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne? Ben severim sevdiğimi, o yar benim, kime ne? Gah giderim medreseye ders okurum Hak için, gah giderim meyhaneye dem çekerim, kime ne? Yar eşiği secdegahım, yüz sürerim, kime ne? Yar bağından gül deririm kime ne? Kime ne yani? Ben buyum, böyle yaşarım. Sen de böyle ol. Kendi yaptığını doğru biliyorsan, adamların ne söylemelerini kafana takma hiçbir zaman. Binlerce aşikin olsun, sabah-akşam o gül ayaklarından öpsünler, bundan utanma, çünki buna layikmişsin demek ve de onlar bunu haketmişler.

Susan utancaklıkla gülümsündü, sonra şehla gözlerini nazla süzdürerek manalı-manalı ona baktı. Bakışlarıyla dinmezce bir kadar konuştular.

--- Yürekleri okumaya bilirsin ama, doğru tahminler ustasısın, --- diye uzun saçlarını kendisinden memnun bir halde elleriyle geriye attı, --- Böyle dünyagörmüş müsahibi bana yetirdiği için bu yıldızlı geceye minnettarım. Ben herzaman doğru konuşuyorum, şahzadeye yalan yakışmaz. Kıybeti-falanı da hiç sevmem. Doğru söylerim ve doğru bildiğimi yaparım. O yüzden yaptıklarımdan hiçbir zaman utanmam, derim iyi yapmışım. Yani eğer herhankı amelimi anlattığımda utanıyorumsa bu asla o demek değil ki o amelimden utanıyorum. Hayır. Senden utanıyorum. Senden. Haskanum es?

--- Haskanum em, im şaat sireli, amenaqahkr arqayadustr Susan.

( Şair arap, fars, kürt, gürci dillerinin yanı sıra ermeniceyi de güzel biliyordu. O yüzden zaman-zaman ermenice de konuşuyorlardı. “Haskanum es” - Anlıyor musun; “Haskanum em, im sireli, amenaqahkr arqayadustr” – Anlıyorum, benim sevimli, tatlı şahzadem”).

Susan kadehini kaldırıp bir-iki yudum şerap içti.

--- Bana bak, perilerden güzelim diyorsun. Melekler onlardan güzel mi?

--- Çok-çok güzeldirler. Senin siman hakikaten de melek simasıdır.

--- Benim gibi de tacları var mı başlarında?

--- Hayır, Susanım. Tacları yoktur... Ümumiyyetle, onların cinsiyyeti yoktur. Kız-oğlan diye melek yok. Sadece, insan kıyafetinde olurken kız ve ya oğlan gibi görünebiliyorlar. Cennetin yüksek sakinlerinin ise cinsiyyeti var. Hur ve huri diyorlar onlara. Hur erkektir, huri dişi. Melekler bizlere o hur ve huri güzelliğiyle görünüyorlar.

--- Yani bende huri güzelliği mi var?

--- Evet, Susanım. O yüzden seni pınar başında gördüğüm zaman şaşırdım, huri misin diye. Biliyor musun, alemler içinde hurilerden güzeli yok. Kız güzelliğinin en yüksek, en son haddi odur. Nedenini bilmiyorum ama, yalnız ermeni kızlarında oluyor böyle ifrat güzellik. Diğerleri en çoğu peri güzelliği haddinde olabiliyorlar.

--- Yalnız ermeni kızlarında mı?

--- Evet. Yalnız.

--- Nerden biliyorsun?

--- Ben periler aleminde çok oluyorum. Onların en güzeli senin gibi asıl bir ermeni güzelinin eline su dökmeğe layik olamaz.

Susanın yüzü ışıklandı sevinçten.

--- Ya, lütfen, yalan söylemiyorsun, değil mi?

--- Yemin ederim.

--- Ademden de mi güzelim?

--- Ademin güzelliği erkek güzelliği. O, hurdur ve bir hur gibi erkek güzelliğinin en yüksek, en son haddidir. Erkek güzelliği başka, kadın güzelliği başka.

--- Sen onu çok yakından mı gördün?

--- Ben onu ayda enaz iki-üç kez görüyorum. Senin kadar yakından yani. Böylece konuşuyoruz.

--- İlk kez gördüğünde korkmadın mı?

--- İlk kez rüyamda gördüm. Uzun saçlarını yüzümde hiss ettim uyandım ve... tabii ki korktum. Birden gözünü açasın göresin odanda birisi var. Çok-çok güzeldi, ben o zamana kadar güzelliğin ne olduğunu bilmiyormuşum. Aynen sana benziyor; böylece azca çekik bademi gözlü, ince dudaklı, ince kaşlı, böylece uzun düz saçlı. Ama gözleri seninki gibi mavi değil onun. Ala gözleri var ama, kenarları kıpkırmızıdır, bizdeki gibi ak değil. En çoğu da bu korkuttu beni, dedim ilahi, bu ne gözlerdi böyle! Ama beni ona meftun eden de o acaip güzel gözleri oldu. Moğal-Çin gözlü diyorum ona her zaman.

Susanın çocuk yüzüne benzer saf yüzünü telaş bürüdü, korkudan titreyerek kalkıp onun böyründece oturdu.

--- Konuşma, konuşma, lütfen, korkuyorum, --- diye onun kolundan tutarak başını kolunun üstüne eğdi, --- Bir zaman kısmet olursa gündüz konuşursun. Gece korkuyorum, sonra rüyalarıma girebilir...

Böyle teması asla beklemeğen Nesiminin içinden hoş bir titretme geçti. Elini onun gece gibi kara, mişk-enber kokulu saçlarına dokundurmak istedi ama, cürat etmedi, dedesi görebilir, ayıb olur diye. Ama baktı ki, hayır, dede çoktan tatlı uykudaydı, horultusu alemi bürümüştü. Tekrar elini ihtiyatla kaldırdı; bu sefer kızın onu yanlış anlaya bileceğinden ve onu kovacağından korktu. Hem de bu belki bir rüyaydı? Rüyadırsa birazcık daha devam etsin. Rüyalarında kanatlı perilerin böyle tuzağına çok düşmüştü; her defa elini onların böylece uzun, simsiyah saçlarına dokundurunca hemen uyanarak o tatlı alemden ayrılmış, sonra da “neden saçlarına dokundum?” diye kendisinden, dünya-alemden nefret etmiş, hatta bazen o anlar deli gibi bağırarak saçlarını bile yovmuşdu.

--- Biliyor musun, Nesimi, şimdi hatırladım. Üç-dört gün önce rüyamda gördüm ki, deve kervanıyla Şama gidiyorum... Yok, hayır, Halepe. Evet, evet, Halepe. Tasavvür ediyor musun, ben kecavedeydim, şahzadeydim. Benim devemin yanında da kölelerim gidiyorlardı. Yayan idiler. Çöllükte de o kadar adam varıydı ki! Çok da tonqallar yanıyordu. Bütün çöllüğe sepelenmişdi. Adamlar tonqalların etrafında oturmuşlardı. Hepsi diyordu “Şahzade Susana aşk olsun!”... Ayyy! Ne kadar güzeliydi!.. Kölelerden birisi o idi, benim karasevdalı aşikim... Nesimi, senden bir şey rica etmek istiyorum ama, lütfen bana gülme.

--- Buyur, afet, emrin olur, rica ne demek.

--- Bana bak, sen çok şehirler görmüşsün diyorsun. En ucuz köle hankı şehirde sence?

--- Vallah öyle şeyle hiçbir zaman meraklanmadım da, o yüzden diyemem.

--- Öğrene bilir misin?

--- Öğrenirim senin hatırına. Ne yapacaksın ki?

--- Ne bilim... Sadece bilmek istedim.

--- Almak istiyorsun qaliba.

Susan ince dudaklarını çocuklar gibi büzerek nazlandı.

--- Tabii ki almak istiyorum... Biliyor musun, dedem beni çocukluğumdan ev işlerinden uzak tutmuş, bir tanem diye-diye. Her işi kendisi yapmış. Ben de bu yaşa gelmişim, adam gibi yemek bile pişiremiyorum. Sadece, pınardan su getiriyorum. O kadar. Son yılda dedem artık hasta düştü, ev-avlu işlerine zorlukla yetiyor. Bazen akrabalardan gelip yardım edip gidiyorlar ama böyle de yürümez ki. Hizmetçi götürürsek ona para vermek lazım. En iyisi köledir, sabah-akşam çalıştıracaksın, her işini yapacak, bir karın yemeyini vereceksin, bin defa dua edecek sana. İşini kötü yaptığında da cezalandıracaksın. Hem de herkes beni kölesi olan asıl şahzade bilecek. Ama onu almak için de para lazım.

--- Senin kölen yok mu?

--- Eh! Ben asıl köleden konuşuyorum. Yani gece de, gündüz de benim yanımda olmalı, elimin altında olmalı. Her şeyine, hayatına bile benim sahip olacağım asıl köle istiyorum ben. İşitmişim enaz yüz dinardan başlar pazarda. Öyle mi?

--- Eğer genc, kuvvetliyse paha olacak herhalde.

--- Eh! İhtiyar neyime lazım ki? Genc ve kuvvetli olsun istiyorum. On altı-on yedi yaşlarında. Bu köyde hiçkimsenin kölesi yok. Bir tek bende olacak. Ayyy, çok istiyorum, çok!.. Tenha yaşamış olsaydım evimi satırdım, herşeyimi satırdım, alırdım. Aman Nesimi, bu işde bana yardımçı ol.

--- Vay Susanım, ben köleyi nerden bulurum? Yüz dinarı ben uykumda bile göremedim ki.

--- Diyorum yani... çok ucuzu bir tesadüf yüzünden karşına çıkabilir. Lütfen o zaman beni unutma. Beni unutmayacaksın, değil mi, Nesimi?

Kız son sözlerini öyle nazla dedi ki, şair artık duramadı, titrek elini ihtiyatla onun saçlarına dokundurdu. Kız sanki bunu bekliyormuş, başını onun kolundan sürüştürerek göğsüne dayadı. Şair bunun rüya olmadığına sevinerek o mişk-enber kokulu saçları okşadıkca okşamağa başladı. Ve o saçlardan bir öpücük aldı. Yalnız bu zaman kız başını kaldırarak gülümsündü... ve şair onu bağrına basarak mavi gözlerini, lale yanaklarını, incecik dudaklarını çılğıncasına öpmeğe başladı.

 

--- Seni unutmak mümkün mü yani, şahzadem?

“Çarşamba günü yar geze geldi çimen içre

Bülbül daha gördü üzünü, düştü feğana.

Adine günü gördü camalını Nesimi

Emdi lebi-leli-şekkerin ol qana-qana”.

Mutlaka sorarım, öğrenirim. Ama bana kalırsa...

Sözü ağzında kaldı. Hayretle gözlerini karanlığa dikerek ayağa kalktı. Oturdukları ağaclıklarla ev arasındakı açık çimenliği Ay işığı yeterince ışıklandırmıştı diye acaip bir karartının o çimenlikten bir hayal gibi geçerek yol tarafa, karanlığa doğru gittiğini aydınca gördü.

Şairin heyecanla karanlığa baktığını gören Susan da kalktı ve korku içinde onun kolundan yapıştı.

--- Ne oldu?! Bir şey mi gördün?!

Kızın çok korktuğunu görünce:

--- Hiiç, --- diye onun ince belini kucakladı, --- Gözüme göründü qaliba.

Yine dudak dudağa geldiler. Ama neşesi kaçmıştı. İçini sarmış heyecan gitgide artmaktaydı. Kulaklarına karışık sesler geliyordu. İnsan sesleri, deve neriltileri, yıldırım gürültüsü, bülbüllerin cehcehi, yağmur şırıltısı, her şey biribirine karışmıştı. Birileri de ara-sıra “ey Nesimi... ey Nesimi... ey Nesimi...” diyordu. Yavaş-yavaş bütün vücutu bu karışık seslerden titremeğe başladı. Sanki bütün vücutu işitiyordu bu sesleri. Kızın belini bırakarak elleriyle kulaklarını tuttu ama, sesler kesilmedi, içindeydi sanki o karışık, acaip sesler. Taaccüp içinde ona bakan kızı elleriyle yavaşca kendisinden araladı.

--- Ne oldu sana, Nesimi?!

Cevab yerine alakasız sözler çıktı şairin ağzından: “Yok, yok... Onun suçu yok... Neden?.. Yok, hayır... Olmaz... Asla... Asla... İstemiyorum...”

Susan korku içinde ona bakıyordu.

--- Su vereğim mi?.. Aman ya Rabbım!.. Noluyor Nesimi?!

Şairin nefesi yetmiyordu sanki. Kesik-kesik nefes alıyordu. Yüzünde dehşet varıydı.

--- Yok, hayır!.. Su hayır!.. Kadeh... Kadeh veriyorlar... Korkma!.. Yakın gelme!.. Lütfen... Dokunacaklar, uzak dur!.. Lütfen... --- Yüzünü göklere tutarak neyse arıyordu,--- Ah, odur! Odur!.. Dan yıldızı... Gördüm... Aman, dokunmayın ona!.. Kafir oluban zünnar bağlaram ...

Ayakta zorlukla duruyordu. Yıkılmamak için yakındakı ağactan yapışarak ona sarıldı. Sonra dönerek sırtını ağaca dayadı ve “Aman ya Rabbim, bu biçare kuluna rahmet” diyerek diz üste yere çöktü. Sonra başını kaldırdı, gözlerini yumarak yüzünü göklere tuttu ve yavaşca ama kalın bir sesle şiir söylemeğe başladı.

 

“Sen sana ger yar isen, var, ey gönül, yar isteme

Yare-dildar ol sana, sen yare-dildar isteme.

Bivefadır çün bu alem, kimden istersin vefa?

Bivefa alemdesin, yare vefadar isteme.

Gül bulunmaz bu dikenli dünyanın bağında çün

Ebsem ol, bihude gülsüz yerde gülzar isteme...

Şerbeti ağuludur fani cahanın, sen onun

Şerbetinden nuşidarı umma, zinhar isteme.

Dünyanın sevgisi ağır yük imiş, menden işit

Nefsini yük etme ona, ey sebuk bar isteme.

Bir emin mehrem bulunmaz, ey Nesimi, çün bu gün

Haıka faş etme bu remzi, keşfü-esrar isteme”.

Şiir bitince araya ağır bir sükut çöktü. Kenarda durarak ona taraf bir adım bile atmağa cürat etmeğen Susan bu acaip manzaradan donarak kalmıştı, korkudan irilenmiş gözlerini ondan çekemiyordu. Bu ne sesiydi, kimin sesiydi böyle?! Katiyyen Nesiminin sesi değildi. Nesiminin sesi sakin akan ırmak gibi hazin, inceydi, adamın ruhunu okşuyordu. Bu ise kalın, gürültülüydü. Hem de her kelime eks-seda veriyordu sanki. Deli mi bu?! Cin mi musallat oldu buna?!

Şair birden rahatlıkla sinedolusu nefes alarak salavat çekti, sonra eyilip alnını yere vurdu, toprağı öptü: “Merhametin büyüktür, ya Rabbim”. Sonra ağır-ağır ayağa kalktı. Sanki kızın yüzüne bakmaktan utanıyordu, gözlerini yere dikmiş halde gelip sofranın kenarında oturdu.

--- Sen... Sen beni korkutuyorsun, Nesimi.

--- Gel, Susanım. Gel otur... Korkma benden, sevimli şahzadem. Geçti artık.

Susan ihtiyatla sofraya yaklaştı ve ondan hayli aralıda oturdu. Ürkek gözlerini ondan ayırmadan elini korka-korka şerap şişesine uzattı.

--- Şerap ister misin?.. Rahatlanman için.

--- Zehir bile versen içirim, afet.

Kız onun kadehini ağzınaca doldurdu. Şair susuzluktan yananlar gibi birnefese içti şerabı.

--- Birini de.

Kız yine kadehi doldurdu. Onu da içti. Ve tünd şerap etkisini derhal gösterdi; yüzünün boğuk rengi açıldı, mestane gözleri tebessümden parladı.

--- Ah! Ne güzelmiş!.. Bana dediler ki, kız seni deli sanıyor. O yüzden sana kötülük edebileceklerinden korktum.

--- Yok... Hayır... Sadece... Sende tez-tez mi oluyor bu?!

--- Bu, yani delilik mi? --- Şair acı-acı güldü, --- Susanım, gözüm nuru, beni deli sanasın diye bu oyunu getirdiler başıma.

--- Kimler?! Periler mi?!

Şairin gözleri Dan yıldızına dikildi. Parmağını ona taraf tuşladı.

--- Evet. Beni sana kıskandılar. Ha-ha-ha!.. Kıskandılar. Anlaya biliyor musun?

--- Kıskandılar mı?!

--- Evet, evet. Buna tam emin ol. Önceler de sevdiklerim olmuş, her defasında da kıskanmışlar. Ama hiçbir zaman bu derecede kıskandıklarını görmemişim. Çok kazaplıydılar.

--- Neden kıskandılar ki?!

--- Ah! “Neden”. Çünki sen onlardan güzelsin. Onlardan çok-çok güzelsin. Gördüler ki, beni esir eden bir ermeni kızının güzelliği beşer güzelliğinin en yüksek haddindedir, o yüzden kıskandılar. Gördüler ki, ne bu dünyada, ne de ahirette hiçbir güzel senin kadar güzel olamaz, o yüzden kıskandılar. Bu öyle bir güzellik ki,

 

“Ol dodağın cüresinden esrimiş Ruhül-Qüdüs

Ya Rab, ol camın şerabı abi-kevserden midir?

Lebini kim zikr edirse nuş olur ağu ona

Ol lebin zikri acab tiryaki-ekberden midir?

Berqi-nesrin üzre, ya Rab, ol dizilmiş inciler

Sübhdemi vaktında düşmüş şeh mi, ya terden midir?”

Sen de iç, ey afet, korkun canından gitsin. Hem de yakın otur bana. Ve lütfen bu gördüklerini kimse bilmesin.

 

“Çün Nesiminin muradı sensen, ey arami-can

Halk içinde onu düşmenkamü-bednam eyleme”.

Susan kendisi için de şerap süzdü. Ama ikice yudum içip kadehi sofraya koydu. Ve ona yakın oturmağa da cürat etmedi. Hala korkusu gitmemişdi.

--- Sen sanki boğuluyordun. Periler mi boğuyorlardı seni?

--- Hayır, hayır. Onlar isterlerse bile hiçbir kimseye kötülük yapamazlar. Bu dünyada her ne ederse Hak eder. Biliyor musun, Susanım, onlar bana şiirleri, ilahi alemden haberleri Dan yıldızı görününce getiriyorlar.

--- Dan yıldızında mı yaşıyorlar?

--- Hayır. O yıldızın görünmesi, sadece, bir zaman gibi ayarlanmış bana. Ta genclik yıllarımdan benim onlarla ahtim var; onlar bana haber getirecekler ama, bir şartla ki, o yıldız görünüp yok oluncaya kadar herbir dünya işinden uzak durmalıyım.

--- Sen her gece yatmayıp da o yıldızı mı bekliyorsun?

--- Onu beklemek mecburiyyetim yok. Hem de her sabah gelmiyorlar ki. Geldikleri zaman uykudayımsa uyatıyorlar, ya da rüyama girerek sözlerini söylüyorlar, gidiyorlar. Ama şimdi şahane güzelliğin unutturdu bana Dan yıldızını. O yüzden Hakka şikayet ettiler “Nesimi antını bozdu” diye. Hak ise anda hilaf çıkanları sevmez. O yüzden beni cezalandırmak istedi.

--- Öldürmek mi istedi?

--- Hayır. Ölümden kat-kat büyük cezalar var bu dünyada. Ölüm nedir ki? Onlar kıskandıklarını gizledilerse de Hak onların gönüllerinde olanları biliyor. O yüzden bana öyle ceza verdi ki, sonunda ayrılık olsun.

--- Anlayamadım ki... Nice yani?

--- Yani ne hallere düşdüğümü görüp de beni deli hisap edesin. Bak, artık yanımda oturmaktan korkuyorsun.

--- Korkuyor muyum?! Hayır... Sadece...

--- And olsun Allahın birliğine ki, ben deli değilim, Susanım. Sadece, sağlığındaca cennetlik olarak yaşayan tek-tük seçilmişlerdenim. Ona göre Hak beni her adımda koruyor, mahşer gününde hisap verenlerden olmayayım diye. Bir gün ben de öleceğim ama, Fezlullah gibi atlara bağlanarak param-parça edilecek olsam bile cennetliklerdenim.

Susan şaşkınlık içindeydi; bu neler konuşuyordu! Bu on altı yaşınaca hiç böyle acaip adama rastlamamıştı. Sanki bir sır toplusuydu adam kıyafetinde.

--- Biliyor musun en çok neden korktum? Şiiri derken tam başka bir sesin varıydı senin. Kalın, acaip bir sesiydi o. Çok korkunc idi.

--- Benim sesim değildi o, afet. Ademiydi o, benim dilimle konuşuyordu.

--- Adem mi?! --- Susan telaş içinde eliyle ağzını tuttu, --- Sen... Senden korkulur vallah.

--- Korkulacak bir şey yok, Susanım.

--- O... senin içine mi giriyor?!

--- Hayır. Sadece, benim dilimle konuşuyor. Şiirler ondan geliyor bana. Ben sonra yazıya alıyorum.

--- Unutmayasın diye mi?

--- Hayır. Nesillere kalsın diye. Kaybolmasın diye. Unutmam mümkün değil ki. Gönlüme yazılıyor o şiirler mühür gibi... Görüyorum ki, dediklerime inanamıyorsun. Nice de inanasın? Hiç dini beş parmakları gibi bilen ünlü din alimleri bile bana inanamıyorlar. Ben diyorum:

 

“Leylinin bildiğini Mecnuna sor, Mecnuna

Aqilin eqli haçan bildi ki, Leyla ne bilir?

Cennet içinde olan huriliqanın zövqün

Cennetin ehline sor, cennetü-ela ne bilir?”,

ama dinlemiyorlar. Biliyor musun, bütün Yer yüzünün dindarlarının bedbahtlığı bildiklerinden artık hiçbir şeyi bilmek istememelerindedir, o yüzden beşeriyyetin inkişafı çok gecikiyor. Allahü-Teala onların içine fevkelkamiller gönderiyor ama, öldürüyorlar, düşman kesiliyorlar, mahvediyorlar dinlemek yerine. Ama bazen qeyb aleminden küçücük işaretim bile onların hadsiz taaccüpüne sebep oluyor ve mantıkdan mahrum olmayanları artık bana yalançı diyemiyorlar.

--- Küçücük işaret mi?! Ne işaret?!

--- Bak... Nasıl diyeyim... Mesela, bak o karasevdaya düşmüş aşikin --- sarışın, şişman oğlan senin emioğlun değil mi? Adı da Tiqran. Bir yaş da büyüktür senden.

Kızın vücudu ani esen soğuk rüzgardan üşümüş gibi titredi. İri açılmış mavi gözleri şairin gözlerine dikilerek kaldı. Neyse demek istedi ama, dili söz tutmadı.

--- Ama doğma emioğlun değil o. Emmin onu annesiyle Trabzondan getirmemiş mi? On yıl önce. O zaman onun yedi yaşı varıydı. Amcanın ikinci evliliği bu. Tiqranın annesi Trabzonda bir Ürdünlü tacirle evliydi. O tacir bunları atıp Ürdüne kaçınca yalnız kalmışlardı. Emmin Trabzonda görmüş sevmiş onu. Bu üç-dört ev aşağıda yaşamıyorlar mı?

--- Aman Allahım! Sen... Sen nerden biliyorsun bunları?! Sen... onu... onları tanıyor musun?!

--- Hayır. Nerden tanıyacağım? Ben ikinci defadır bu köye geliyorum. Dün sabah ve şimdi... Onlar dediler bunu bana, onlar. Ve hatta gösterdiler.

--- Periler mi?

--- Melekler.

--- Gösterdiler mi?! Neyi?!

--- Mesela... bu bir yıl içinde karı-koca olacağınızı. Ben düğününüzü gördüm.

--- Onunla mı?! Tiqranla mı?! Ne diyorsun sen, Nesimi?! Ne karı-koca?! Ne düğün?!

--- Evet, evet. O senin kocan olacak. Bu bir alın yazısı. Kaçınılması mümkün olmağan bir şey yani.

--- Ama... Bu nasıl olabilir ki? Ben onu hiç sevmiyorum ki. Biz, sadece... Ya, ben diyorum, sen anlamak istemiyorsun... Ben ona kölem gibi bakmışım herzaman... Bu gün de öyle bakmaktayım. En son bu yakında, beş gün önce yine bak o odamdaydık onunla. Yani... şahzade-köle gibi... --- Susanın yanakları lale gibi kızardı. Utanarak gözlerini sofraya dikti, --- Göstermişler onu da sana herhalde...

--- Hayır. Bunu sen dedin bildim.

--- Ant içer misin?

--- Ant olsun Allahın birliğine.

Susan rahatlıkla nefes aldı.

--- Ben şişmanları ve sarışınları hiç sevmem. Nasıl onun karısı olmağa razılık verebilirim ki?

--- Eh, Susanım, alın yazısı gönül isteklerimize bakılmadan yazılıdır, biz daha dünyaya gelmeden yazılıdır. Bir yıl geçmez, bu dediklerimi hatırlarsın.

--- Ben bir başkasını seversem nasıl?

--- Başkasını sevebilirsin ama, mutlaka onunla evleneceksin.

--- Peki... onunla bahtiyar olacak mıyım? Lütfen söyle, Nesimi. Sen herşeyi biliyorsun. Söyle.

--- Herşeyi bilen yalnız Allahtır, Susanım benim. Peyğamberlerine bile o büyük bilgisinden yalnızca ufacık bir şey verir. Ben hiç peyğamber de değilim. Sadece, bu ve ya diğer hadiseler zamanı beni nelerdense çekindirmek için bazı sırları açıyorlar bana. Mesela, seni öpmezseydim ve ya günün diğer vakitlerinde öpmüş olsaydım ola bilsin hiç bu sırrı bana açmayacaklardı. O yüzden o adamla bahtiyar olup olmayacağını bilemem... Artık bana inanıyor musun, gözüm nuru?

--- İnanmak istiyorum ama...

--- Onun emmioğlun olduğunu, ismini, emminin onları Trabzondan getirdiğini-falanı dosdoğru söyledikten sonra da mı “ama”?

--- Evleneceğimize inanamıyorum, evleneceğimize. Nasıl diyeyim... biliyor musun, ben sıradan kızlardan değilim. Ben anne tarafdan padişah neslindenim, şahzadeyim fakir kızı olsam bile. Aşırı güzelliğimin de farkındayım. Bak, periler bile kıskanıyor beni diyorsun, perilerden güzelim ben diyorsun. O yüzden çok-çok kururlu ve kaprisliyim. Hem de sekiz yıl boyunca onu o kadar aşağılamışım ki... --- Susan hayallere daldı; kedi gözlerine benzer bademi gözlerini kıyarak sanki tasavvüründe neleriyse canlandırmağa çalışıyordu, --- Hayır, hayır... Böyle bir evlilik asla mümkün değil. Asla ve asla. Eğer nikahımız olsa bile herkes sanacak ki, biz karı-kocayız ama, aslındaysa... ben ona bir karı gibi hiç zaman yakınlık veremem. Benim kocam mutlaka prens olmalı. Bu sekiz yılda onun başına açtığım oyunlardan sonra onunla bir yastığa baş koyarsam kürurumu yerden yere vurmuş olurum...

Susan yine onunla bağlı hatıralarını anlatmağa başladı.

Şair ise artık dikkatini bir türlü toparlaya bilmiyordu; az önce Hakkü-Tealanın onu titretmesinden ruhunu öyle bir korku sarmıştı ki, bir kaç kadeh şerap içerek sakinleşmek istemişdiyse de korku canından çıkmak bilmiyordu. Susanın saçlarını okşayarak yüzünden-gözünden öptüğü için periler nice de kızmıştılar! Başlarının üstünde kırmızılı-mavili-yeşilli kanatlarını çala-çala:

 

“Yalançı nefse uymuşsun, kucarsın dünyayı neyçün

Meger Hakkı unutmuşsun ki, oldun dünyaya mail?”

diyorlardı. Kanatlarıyla kızı çarpmak istiyorlardı; “azazil”, “zalim”, “vefasız”, “aşikini köle etmekten zevk alan” diye ona nefret püskürüyorlardı.

 

“Azazilin sözün tutma, onun vefasına uyma

Ki, iblise uyan olmaz gönül maksutune vasil”.

En güzel melhem Susanı dinleyerek onun o saf çocuk dünyasına girmek olabilirdi bu anlar; çocukların dünyasına girerek bu “murdar”, “fani”, “leş” dediği yaşlılar dünyasının dert-kederinden, ağrı-acısıdan uzaklaşmamak mümkün değildi. Ama dinleyemiyordu. Dikkatini ona vermeğe çalışıyorduysa da çok müthiş bir korkuydu bu. Dikkatinin onda olmadığını hiss eden Susan da “ Beni dinliyor musun, Nesimi?” diye sormuştu, o ise “Evet, evet, dinliyorum” demiştiyse de kız dudaklarını çocuk gibi büzerek “Hayır, fikrin başka yerdedir”, demişti, ”Ben sana küse bilirim”. Şair de susmaması için rica ederek, yalvararak onun kalbinin inciklik buzunu eritmişdi. Bu anlar çok daha güzel melhem ise yeniden onu öpüşlere kark etmek idi tabii. Hem de kızın ondan aralı oturmasına neden olmuş kıskanc perilerin acığına bağrına basmak istiyordu onu. Ama Dan yıldızı daha parlamaktaydı. Belli olmazdı, yine kıza bilirlerdi periler. Kıza bir kötülük yapabileceklerinden ihtiyatlanıyordu...

Dağlar arkasından sübhün ilk şafakları göründüğünde şair artık ayrılık zamanı geldiğini bildirerek Susana bunca güzel bir gece bahş ettiği için teşekkür edip sofradan kalktı. Gök yüzünde bir tek Dan yıldızı gür parlamaktaydı, digerleri artık görünmez oluyorlardı.

Dan yıldızı da bir kadar sonra yok olacaktı... Ah!.. O yok oluncaya kadar perileri bir de kızdıra bilecekti mi göresen”?!

Susan da kalktı. Yol kapısına kadar dinmezce gittiler. Kızın ondan beş-altı adım aralıda geldiğini gören şair kapının ağzında durdu. Sonsuz bir keder varıydı yüzünde.

--- Bu dünyada beni en kederli eden şey ayrılık anları olmuş her zaman, Susanım.

--- Ayrılık da ne demek? Biz daha yenice tanış olduk ki.

--- Uzak durmuşsun ... O yüzden aklıma geldi.

--- Hayır. Ben... sadece...

--- Yoksa perilerden mi korktun?

--- Hayır. Asla. Güzelliğime haset eden kimseden korkmam ben. Çünki üstünüm öylesinden. Üstün olduğumu bilmezlerse haset etmezler.

Şairin gözleri Dan yıldızına dikildi.

--- O zaman o incecik belini bir daha kucmama izin verir misin?

--- Ama... ama onlar yine kızarlarsa? Sana kötü ola bilir yani.

--- Hayır. Hak artık ruhumu titretmiş benim. Adem de sözünü demiş. O kadar. Kızarsa periler kızabilir. Ama artık ne sana, ne bana hiçbir zarar dokunduramazlar onlar. Öfkelerinden patlarlar seni kucaklamışım diye ama, hiçbir şey yapamazlar.

Susan gülerek yakın geldi.

--- Tiqran gibi yani, öyle mi?.. Ha-ha-ha-haa!.. Bak en çok bunu seviyorum hayatta. Cezalandırdığım zaman o da öfkesinden patlıyor ama, hiçbir şey yapamıyor diye bana lezzet veriyor.

Şair onun belini kucakladı.

--- “Derdmend ettin meni, ey derde derman ermeni

Olmuşam eşqin yolunda bendeferman, ermeni.

Qorxuram men dervişe sen diyesen din terkin et

Nice ki bağladı zünnar Şeyh Senan, ermeni”.

--- Ah, nice güzel şiirdi! Dün pınar başından bu şiirin etkisindeyim. Asıl şahzadelere layik bir şiir...--- Susan göklere bakarak hayallere daldı, --- Bendeferman olmuşsun derdimden. Ne kadar şahane! Kölem etmişim yani seni, öyle mi? Güzel olduğu kadar da keşke hakikat olsa!

--- Bu hakikattır, Susanım.

--- Yapma ya. Nerde bende o baht?.. Ha-ha-ha-haaa!.. Bana gülüyorsun herhalde. Ama çocuk değilim ki ben.

--- Gülebilecek halim mi var, afet? --- Şairin keder dolu yüz-gözünden tam ciddiyyet yağıyordu, --- Ben de senin gibi her zaman hakikatı söylerim. En büyük saadet bunu hisap etmiyor musun?

--- Sen... sen tatlı sözler ustasısın... Biliyorum... Ben... --- Susan birdence ciddileşti. Sözler boğazına tıkandı. Gözleriyle onun yüzünde sanki neyse arıyordu, kitap gibi okumak istiyordu sanki o yüzü.

--- Neden sustun ki? Beklemiyor muydun?

--- Yooook!.. Hiç!

--- Bir söz demeyecek misin?

--- Ne söz?!

--- Senelerdir kendine köle arzulamıyor musun?

--- ?!

--- Neden öyle bakıyorsun, Susanım? Dün kendin istemedin mi?

--- Ne zaman?!

--- Dün sabah. Pınar başında.

--- Ben mi istedim?!

--- Senin haberin olmadı. Dilin istemedi, meleksiman emretti. Ben de o andaca “baş üstüne” dedim. Ben bu yüzü çoktan tanıyorum, onun emrine karşı gelemem.

--- Çoktan mı?!

--- Ta genclik yıllarımdan. Sen daha dünyaya gelmeden.

--- Sen ne diyorsun, Nesimi?!

--- Ademin yüzünü diyorum. Onun yüzü aynen böyledir. Böyle azca çekik gözlüdür o da. Böyle nazik burnu var onun da. Dudakları da böyle incedir. Saçları da böyle simsiyah, uzundur onun. Böylece ortadan ayrılmış, dümdüz saçları var onun da.

--- Ama... o, erkek değil mi?

--- Ben yüz benzerliğini diyorum, benim sevimli Susanım.

--- Vallah rüya görüyorum sanki, --- Kız fikir-hayal içinde eliyle alnını tuttu, --- Yani... dün beni pınar başında görünce hisap ettin ki, benim esirimsin. Öyle mi?... Ha-ha-ha!.. Acaip ya. Bir bakışla yani.

--- Evet. Bir bakışla gönlümü viran ettin. Dağıttın, param-parça ettin.

--- Yani o, sadece, bir şiir değilmiş. Hakikaten de gönlünden geçenmiş. Öyle mi?

--- Tamamen... Bir rica etsem...

--- Buyur.

--- O mestane gözlerinden opmeğe izin verir misin?

--- Hayır, --- Susan yüzünü nazlı bir edayla kenara tuttu, --- Ayrılık içinse hayır.

--- Ben seni seviyorum, ey yanağından xecil gül laleyi-hemra ile.

“Enberi-zülfün nesimi faş olalı aleme

Oda düştü nafeyi-Çin, enberü-sara ile”

--- Benim gibisini sevmekten korkmuyor musun? Bana aşik olmak benim kölem olmak demektir. Esirimi azat etmem ben bir dünya altın verseler bile, --- Nazla yüzünü sağa-sola çevirerek şairin onun dudaklarından öpmesine imkan vermiyor, zavallının aklını başından çıkarıyordu, --- Yalvarıp yakarmasına da bakmam, kölem ederim ömürlük. Haskanum es?

 

--- “Gönlümü al ile aldın, şimdi can ister gözün

Bunca şıltağı nedendir aşiqü-şeyda ile?

Dişlerin eksi düşeli gözlerim sevdasına

Lel düşmüştür gözümden lölöyi-lale ile”.

Şair onun gözlerinden öptü. Sonra dudakları onun yanaklarında, dudaklarında, boyun-boğazında, sinesinde gezdi. Kız yüzünü göklere tutarak onun deli öpüşlerinden çığlıklar atacak hale geldi, halsizlik içinde yakasının düğmelerini açtı ve... şair sevda şerbetinden içtikce içti, “başına vurdu xumarı layezali-xemrin”, beyni dumanlandı, mest oldu, vulkan gibi püsküren gönlü sanki aklını elinden aldı, bu ilahi güzellik karşısında ayakta duracak takatı kalmadı daha, bütün içi tir-tir titremeğe başladı ve kızın belini bırakmadan yarıcanlı bir halde yavaş-yavaş onun karşısında ne zaman diz çöktü, bilemedi.

Susan bunu asla beklemiyordu; bütün Şarkın sevimli şairinin onun önünde diz çökeceği rüyasına bile girmezdi. Şaşırarak geri çekilmek istedi ama, şairin kollarından kurtulamadı. İçini dolduran sevincten memnunlukla gülümsündü, hatta gülmemek için eliyle ağzını berk-berk tuttu.

--- Sen ne yapıyorsun, Nesimi?! Deli mi oldun?!

--- Hiçbir güzellik önünde dizlerim katlanmadı,--- Bütün vücutundakı titreyiş sesine de geçmişti, --- Hatta perilerin önünde dimdik durdum herzaman.

Susan “ah” diye yüzünü göklere tutarak neyse düşündü, sonra eğilerek şairin kollarından tutup kaldırdı.

--- Bir de hiçbir zaman benim karşımda diz çökmeğe cürat etme. Bu benim emrimdir. Bak yoksa seninle hiçbir zaman konuşmam. Bu dünyada bir tek senin bunu yapmanı istemiyorum. Eğer ben güzelliyin son haddiyimse, sen de benim için adamlığın son haddindesin. O yücelikten inmeni istemem. Haskanum es?

--- Es qo gexecik yamb gervac em, uzum em... ( “Sen öyle güzel kızsın ki, istiyorum ki...”).

Susan ince parmaklarını onun dudakları üstüne koydu.

--- Sus. Hiçbir şey deme, --- diye onun gözlerinden öptü, sonra hele yıllar öncelerden ondan en çok sevdiği mısraları fısıldadı, --- “Ay ile Güneş üzün hayranıdır. Mişk ile enber saçın tarxanıdır. Çün Nesimi alemin sultanıdır. Dövr onun dövran onun dövranıdır”. Alemin sultanı benim de sultanımdır. İki gün sonra gel bana. Bekleyeceğim seni sabırsızlıkla. Gelecek misin?

Şair sanki kendinden geçmişti. Başının hareketiyle “evet” dedi.

--- Ama bak bana sahiplene bileceğini unut. Hayaller kurma yani. Ben bakireliyimi bir gün şahzade gibi tahtta oturacağım güne kadar koruyacağım. Sadece... sadece böylece hoş geçireceyiz zamanımızı... Bak böylece...

Ve Susan onun boynuna sarıldı. Güzelliğini bunca yükseklere kaldıran, hristian kızlarını, genellikce de ermeni kızlarını ciddiye almayan diger müsliman türklerden farklı olarak onu bütün beşer kızlarından, hatta peri kızlarından bile üstün tutan sözlerin çıktığı dudaklarından deli bir öpücük aldı...

Bak böylece aylarca süren görüşleri başlıyor. Dört-beş gün aralıklarla dört ay boyunca devam eden bu görüşler şairin hayatında silinmez izler bırakacaktı. Poetik zirvesiyle şiir dünyasının en mücizevi şiirleri hisap edilebilecek aşk şiirleri bu sevdanın ilhamıyla yaranacaktı. Sakin, yıldızlı gecelerde, Ay işığında bu füsunkar ermeni güzeliyle baş-başa kaldığı, dudak dudağa geldiği o esrarengiz anları ömrünün en tatlı, en bahtiyar anları hisap edecekti.

 

“Müshefi-hüsnün hakkıyçün, ey dilaramım menim

Onca ki bu tende canım var, senden dönmezem.

Leyliyü-şeyda idim seydine düştüm, ey nigar

Yanaram Mecnun kimi men zar, senden dönmezem.

Hüsnüne men aşikem, ey dilber, eger sen mana

Qılasan bin kez cefa, dildar, senden dönmezem”,

diyordu.

Bu aşkın sedası kısa bir zamanda her tarafa yayılıyor. Şairi her zaman, her yerde aşağılamağa bahane arayan muhafazakar dindarların eline fırsat geçiyor, “imamü-mezhep olan bir şeyh bir kafir kızına, hem de ermeni kızına gönül vermiş” diye halkı onun üstüne kışkırtmağa çalışıyorlar. Ama şairin umrunda bile değildi bu kınamalar.

 

“Her rakipin günde bin kez tenesin nuş eylerem

Men Nesimi, sen peri, zinhar senden dönmezem”,

diyordu.

Şairin fikri ciddiydi, onunla evlenmek istiyordu. Ama “bir ermeni şahzadesi kanını başka kanlarla karıştırmamalı, yalnız hristianla evlenmeli” diye inat eden Susan bu görüşlere, sadece, bir eğlence gibi baktığını gizletmiyor, şairin yalvarışlarına bakmayarak bu konuda zerrece yumuşamıyordu. Kızın gönlünü ala bilmek için şair hatta ilk defa olarak beline hristianlar gibi zünnar bağlıyor,

 

“Kabede ister idim, büthanede buldum seni

Bağladım uş belime zünnar, senden dönmezem”,

diyor. Ama bu bile şahzadeler gibi kürurlu Susanı fikrinden döndürmeğe yetmiyor. Önce çok hayretleniyor tabii, “Sen müsliman değil misin?”, diyor, “Bu zünnar da nereden çıktı?”. Şair cevabında:

 

“Dünyada ve üqbada mana maksut sensen, yoksa men

Üqbaya sensiz bakmazam, hem dünyanın miktarına.

Veslinden oldum çün qeni, men mülki-malı neylerem?

Men künfekanı vermişem vesli-rüxün didarina.

Tesbih ile seccade çün zerq ehlinin erkanidir

Aşiklere zülfün yeter davet kıla zünnarına”.

Susan itinasız bir halde dudaklarını büzerek:” Ne davet? Ben hiç sana dinini terket dedim mi ki?”, diyor, “

“Şeyh Senanı da bir ermeni güzeline göre zünnar bağlamış diye hiç samimi bulmuyorum. İnsan inancını değişebilir ama kimliğini, aslını-neslini değişemez ki. Sen türkoğlu türksün. Senin karın olursam kendi insanlarımın gözünde şahzade zirvesinden inmiş olabilirim. Hatta her sözümü kanun bilen, her emrimi kayıtsız-şartsız yerine getiren Tiqran bile artık sözüme bakmaz”.

Hakikaten de, son zamanlar Susan Tiqranda bir soğukluk hissetmekteydi. Bu aylar arzında başı Nesimiyle görüşlere öyle karışmıştı ki, onu bir defa bile odasında köle etmemişdi, o da ona küsmüştü. Güzelliğiyle esir ettiği, senelerce de aşağılayarak bir tek bakışıyla anında kendi iradesine tabi eder hale getirdiği o gizli ve sadik kölesini asla ve asla kaybetmek istemiyordu. Hiçbir zaman dört aylık uzun bir ara vermemişti onun üzerindeki ağalığına. Hiss ediyordu ki, şairin kolları arasında aldığı hazz Tiqranın üzerindeki sonsuz ağalığından aldığı hazzın yanında denizde bir damla gibiydi. En kötüsü de buydu ki, şairle sevişdiği bu dört ay içinde kendisi de bilmeden şahzade yüceliğinden uzaklaştıkca uzaklaşmış, şairin kolları arasında eriyen, onun rahatca kokuladığı dilsiz-ağızsız, dikensiz bir güle çevrilmişti. Eğer Nesimiyle evlenmek fikri yoktuysa, demek ki, bu eğlenceler günün birinde bitecekti. O zaman ona kalan yine Tiqran olacaktı. Hem de şair onların bu bir yıl içinde evleneceklerini de ilericeden söylemişti; bu aylar içinde şairin qeybden verdiyi haberlerin tamamen doğruluğunu gördüğünden artık Tiqranla evleneceğine de tamamen inanıyordu; o halde katiyyen yol veremezdi ki, evleninceğe kadar Tiqran köleliğine isyan etmiş olsun. Çünki ona sevgili değil, koca değil, yalnızca köle gerekti. Ayda bir-iki kez herkesten gizlin görüşmeler Susana çok az geliyordu, en büyük arzusu buydu ki, Tiqran her zaman, her an elinin altında olsun, gündüzler evin-avlunun bütün işlerini ona yaptırsın, istediği zaman da istediği kadar onu istediği gibi aşağılasın, şahzadeliğin tadını çıkarsın “1001 gece”deki güzel şahzadeler gibi. Şairle yakınlığının bir tek sebebi varıydı; umut ediyordu ki, günün birinde o ona pazarlardan ucuz bir köle bulacaktı. Ama artık dört ay geçmişti, köle meselesinde hiçbir ışık ucu görünmüyordu. Şair söz vermişse de bu meseleye hiçbir önem vermediği belliydi, hem de bunca meşhur olmasına rağmen parasız, fakir dervişin birisiydi. Tiqranla evlenecektiyse artık onun bulacağı köleye de ihtiyac kalmayacaktı; çocukluktan tanıdığı, bir tek kuruş bile harcamadan sadece nikahla ömürlük sahiplene bileceği bir kölesi olacaktıysa neyine lazımdı pazar kölesi?

Yıl sonuna doğru Tiqranın annesiyle babalığının Trabzona gitmelerinden yamanca endişelenmişti kız. Arkadaşlarından işitmişdi ki, annesinin orada bir akrabası var, onun kızını Tiqrana ayarlamak niyyetindedir. Bu haber Susanı çılğına döndürüyor ve bir gün dedesi evde olmadığında onu çağırıp sorquluyor. Oğlan and-aman ediyor ki, böyle bir şey yok, sadece, oraya dayımı görmeğe gitmişler, dayım attan düşmüş beli kırılmış. Ve ilave ediyor ki, aksine, onların gelmeğini bekliyor ki, Susanı sevdiğini ve gidip onu dedesinden istemelerini söylesin. Kız hayretleniyor ki, benim haberim olmadan kimsin ki, onları bize gönderesin? Oğlan da diyor ki, onlar dönünceğe kadar sana diyecektim, sadece, konu açıldı diye dedim. Kız diyor nerden biliyorsun ki, ben seninle evlenmeğe razılık vereceğim? Oğlan diyor buna asla ve asla umutum yok ama, ben artık senden uzak duramıyorum ve şairle sevişmeğin beni mahvediyor. Kız gülüyor: “Umutlar yalnız son nefesde biter, madem ki böyle deliler gibi aşiksin gönder gelsinler, bakarız, yoksa yine zehir-falan içersin, kıyamam yani... Ama bil ki biz karı-koca olamayız. Çocukluğumdan benden ne münasebet gördüysen o münasebeti göreceksin. Eğer nikah senin herzaman benim yanımda olman içinse bu iş olur. Ama kocam olmanı umut ediyorsan, şimdiden bitirelim bu konuyu... Ve ben size değil, sen bize geleceksin düğünden sonra. Razı mısın?” Oğlan sevincinden gözleri yaşarmış halde onun ellerini öperek derhal razı oluyor, “nikahımız olsun, gerisini zamana bırakalım, o herşeyi halleder” diyor.

Bak bu konudan sonra Susan Nesimiye karşı soğumağa başlıyor. Evlenmeğe razı olmadığı için bir gün bu eğlencenin biteceğini şair kendisi de biliyordu. Ama yine kör bir umut kalmıştı yüreğinde. Bir gün yine görüşe geldiğinde ise, nihayet, bu umut da bitiyor.

Susan avlunun kapısındaca durmuştu. “Dedem biraz hasta” diye onu içeri davet etmiyor. “Allah şifa versin”, diyor şair, “Öyleyse başka bir zaman gelirim”. Susan utancaklıkla:

--- Hiç sanmıyorum başka bir zaman gelesin, --- diyor, --- Çünki... çünki bundan bir şey çıkmazsa... ne manası var yani? Bu görüşler sonsuza kadar uzanamaz diyorum yani.

Şair sakince ona bakıyor, kulaklarına inanamıyor.

--- Ben seni kovmuyorum, Nesimi, --- diyor Susan, --- Kovamam da. Ama gerek sen kendin anlayasın. Dört ay eğlendik, zamanımızı hoş geçirdik, diyorum artık... her şeyin bir sonu var. Beni anlarsın herhalde.

Şairin gönlünden bir ok geçiyor sanki. Yüzüne keder bulutu çöküyor.

--- Diyorsun... buraya kadarmış yani.

--- Lütfen ama lütfen beni yanlış anlama, --- Ve Tiqranla aralarında olan evlenmek konusunu anlatıyor, --- Ben öyle bir kölemi bırakamam. Kendin de diyorsun ki, ben onunla bu bir yıl içinde mutlaka evleneceğim. Yani bu yazıdan kaçamayız.

--- Evet. Kaçamazsınız. Bu sizin alın yazınız.

--- O halde eninde-sonunda bizim görüşlerimiz bitmeli değil mi? Boş umutlar verebilirim sana ama, ne manası var? Sen her zaman hatirimde en sevimli insan olarak kalacaksın. Ama eger bana kalbinde azcık bile sevgi varsa... lütfen artık hiçbir söz söyleme. Lütfen. Bana da çok ağırdır bu ayrılık. Ama mecburum. Anla beni.

Şair keder dolu gözlerini onun yüz-gözünde gezdiriyor. Sözün bittiği yer idi. Sonra onun incecik elini eline alıyor, üç defa öperek gözleri üstüne koyuyor. Ve bir kelime bile demeden dönerek sanki dünyanın yükü birdence sırtına binmiş gibi ağır-ağır ondan uzaklaşıyor.

Susan şaşkınlıkla onun arkasınca bakıyordu; yalvarıp-yakaracağını beklediği halde şair hiçbir söz demeden dönüp gidiyordu.

--- Nesimi!.. Nesimi!... --- diye çağırıyor.

Ama şair sanki onu işitmiyor. Öylece sessizce de köy yolunda karanlıklar içinde yok oluyor...

Bu onların son görüşleriydi.

Ve artık o civarda yaşamağın mümkün olmayacağını, aşk başına vurunca kızı yine görmek istemesinden kendini tutamayacağını bildiğinden şair hürufi arkadaşlarıyla o yerleri terk ederek uzaklara, Osmanlının güney illerine gidiyor.

Ama ömrü boyunca onu unutamıyor, hep onu düşünüyor. Yakın arkadaşı vasıtasıyla kızın haberi olmadan ondan devamlı haber alıyor. Beş-altı ay sonra kızın haman o Tiqranla evlendiğini öğrenince deli oluyor, kendisine kast etmek istiyor ama, ilahi alemden onların nikahlı olsalar da karı-koca gibi yaşamadıklarını, Susanın onu asıl bir köle gibi ev işlerinde kullandığını ve onunla aynı yatak paylaşmadığını öğrenince rahatlıyor. Evlilikleri bir yıl sürmüyor, oğlanın annesi işin aslını öğrenince isyan ediyor, oğlunun o “deli afet”ten derhal boşanmasını talep ediyor ve rezil-rüsva olmuş oğlan da köyü terkederek Trabzona, dayısıgile kaçıyor. Susan ise ondan sonra bir daha evlenmiyor, en zengin taliplerini bile reddediyor.

Şair Halepte yaşadığı son aylarına kadar da kız hiçkimseye gönül vermiyor. Artık yirmi üç yaşı varıydı. Neyi bekliyormuş? Hakikaten de, tahtta oturacağı günü mü? Herhalde artık bilmemiş değildi ki, bu boş bir hayaldir. Öyleyse neden evlenmiyormuş?

Bu, Nesimi için bir sır olarak kalıyor. Hem de onu umutlantırıyor. Ömrünün son zamanlarında artık isyana kalkmak cesaretinde olan şair, nihayet, kendisinde bunca yıllar sonra Susana mektup yazmak cesaretini de buluyor. Bir zamanlar Dvin civarındakı bir köyde yıldızlı gecelerde, Ay işığında başbaşa kaldıklarında uzun saçlarını okşayarak söylediği “Derdmend ettin meni, ey derde derman ermeni...”qezelini, bir de ikice cümle yazıyor mektupunda: ”Eğer beni unutmadıysan Halepte seni bekliyorum, sevimli şahzadem Susan. Şehla gözlerinden öpüyorum. Nesimi.”.

Hürufilik dışındakı diğer mezhep başçılarının zünnar bağlamaları onların o mezheplere başçılık etmelerinin sonu demek olardı, çünki müritlerinin nezerinde böylesi artık İslamı terketmiş hisap olunacaktı. Ama Nesimiye göre musevilik, hristianlık ve muhammedilik üç ayrı din değil, vahid İslam dini temelinde olan üç ayrı dini-birgeyaşam normalarıydı. İslam ise ilahi hakikattır, bu hakikatı kabül eden her bir kes hankı dini-birgeyaşam normalarıyla yaşamasından asılı olmayarak müslimandır, çünki müsliman olmak vahid Allahın hizmetçisi olmak demektir. Bu hakikatı kabüllenmek için Semavi Kitaplar gerekiyorsa, onu derketmek için ise Ademin Nesimiye söyledikleri gerekiyor. Bu yüzden Nesiminin ve ya herhankı bir hürufinin zünnar bağlaması onun dini inancında değişiklik olduğundan haber vermezdi. Aksine bununla qlobalist, ümumbeşeri olduklarını ayani olarak tasdik etmiş olacaklardı. Halepte isyan beklentisi arefesinde böyle bir ayani tasdik Nesimi için bir zaruret idi; museviler ve hristianlar anlamalıydılar ki, bu isyan yalnızca hürufilik ve ya yalnızca muhammedilik çerçevesinde olacak bir isyan değildir, diger ümmetlerin de ortak işidir. Cennete düşmek arzusunda olan herkesin işidir.

Hürufilere göre, Nesiminin Haktan dediklerini kabül etmeğen musevi ve hristianlar kafirlerdi. Hürufiliği inkar eden bütün İslami mezhepler bile cahiller, divler yuvası hisap olunuyordu. Yani hürufinin zünnar bağlamasıyla “kafir olup zünnar bağlamak” başka-başka şeylerdi.

Haktan isyana kalkmamak emrinin gelişi Nesiminin tutuklanmasından nerdeyse bir bucuk ay öncelere tesadüf ediyor. Bu zamana kadar şair Susana mektup yazmak istemişti ama, her defa Adem onu bundan çekindirmişti. O günlerde şaire kızın hasta dedesinin öldüğü ve onun artık tek-tenha yaşadığı haberini getirmişlerdi. Onun başına kötülükler gelebileceğinden endişelenen şair bu yüzden onu yanına çağırmak istemişdi; dünyalarca sevdiği o güzeli son nefesine kadar himayesine almağı, onu rüzgarlardan bile korumağı kutsal bir görevi hisap etmişti. Ama durmadan Nesimini dünya işlerinden sakındırmağa çalışan Adem “çare yoktur yara, ebsem, ey gönül, yar isteme” diye onu bu sevdadan da uzak tutmak istiyordu.

“Dünyanın yarından istersen vefa, aklın hanı?

Hasil olmaz nesneyi fikr eyle, zinhar isteme.

Münkirin iqrarı yoktur Hakka, ey sahipnezer

Hakka iqrar eyle sen, münkirden iqrar isteme”.

Ve hatta bu sevdadan vazgeçmezse şairi “ya o, ya ben” diye uyarıyor.

 

“Deqme namehrem ne bilsin aşikin esrarını?

Mehrem ol, esrara gir, ya menden esrar isteme”.

Yani bir hristian senin ilahi sırlardan dediklerinden haberdar değilse, o, cahil, nadan namehremdir. Sen, ey Nesimi, bana mehrem ol ki, bundan sonra da o sırların içinde olabilesin. Aksi halde benden esrar isteme.

 

“Bunca möhnet çekmeğince her dikenden bir zaman

Bülbüli-aşik gibi çağırma, gülzar isteme”.

Yani bülbül gülün dikenlerine batarak zülüm çeke-çeke şarkısını okuyor, çünki gülzar istiyor. Sen nefsini zincirlemekten bıktıysan cennetten uzak olacaksın, zulüm çekmeden cennet gülzarını isteme. Çünki:

 

“İsteğen murdarı kerkesdir müdam, ey türfe kuş

Hazretin şahbazı ol, yani ki murdar isteme.

Varlığı fanidir, ey qafil, beqasız dünyanın

Ol beqasızdan beqa mümkün değil, var, isteme”.

( “beqa” – ebedi; “türfe” – yeni, acaip ).

Kerkes daim leş ister, sen de onun gibi bu dünya adlı leşi isteme, ilahinin şahbazı ol. Anla ki, varlığı fani dünyada ebediyyet yoktur.

“Gerçi Haktan vahid oldu nar ile anestünar

Ey Nesimi, çün ulaştın nuruna, nar isteme”.

Musa peyğamber ağacın altında od görüp “Anestünaren”( Ben od gördüm ) diyerek ona yaklaşınca derk ediyor ki, o od değilmiş, nur imiş. “Anestünar” sözündeki “nar” bizim bildiğimiz oddur, alevdir. O hadise zamanı peyğamberin tasavvüründeki odla ilahi nur “Haktan vahid olmuştur”. Ama ikinci misradakı “nar” cehennem odudur. Yani, ey Nesimi, sen Hakkın nuruna çoktan ulaştığın halde dünya sevdalarına aldanarak cehennem odu isteme.

Lakin Adem Haktan kendisine “Lateherrük” ayesinin geldiğini Nesimiye ilettikten sonra, yani isyana kalkmak fikrinden vazgeçmeli olduğunu bildirdikten sonra küsüp gidiyor ve haftalarca şairin görüşüne gelmiyor. Nesimi onun bir daha gelmeğeceği umutsuzluğuna kapılırken böyle diyor:

“Barı Hakka, bir daha göster mana didarını

Yoksa kafir oluban bel bağlaram zünnar ile”.

“Lateherrük” emrinin gelişinden çok öncelerden, yani Halepe geldiği ilk zamanlardan zünnar bağlayan Nesimi neden diyor görüşüme gelmezsin zünnar bağlarım? Bu beyti söylediyi ana kadar Adem onun zünnar bağladığını görmüyor muydu? Hatta yedi yıl önce, Dvin civarında ermeni kızının hatırine zünnar bağlamamış mıydı?

Görüyordu tabii. Ama Nesimi, sadece, “zünnar bağlarım” demiyor, “kafir oluban bel bağlaram zünnar ile” diyor. Hürufinin zünnar bağlaması kafirlik değildi, hürufiliği bırakarak hristianlığa ve ya museviliye geçmesi kafirlikti. Yani Nesimi bu beytte Ademin acığına hürufiliği bırakarak hristianlığı ve ya museviliyi kabülleneceğinden söz ediyor.

“Aşiqin imanı üzündür, saçın hablül-metin

Men bu dini tutmuşam belimde zünnar, işte gör.”

Yani belinde zünnarla bu dinde, hürufilikteydi o. Bu normalıydı ve Adem buna karşı değildi. Hristianlığı kabüllenerek zünnar bağlamış olsaydı Ademin nezerinde kafir olmuş olacaktı.

Bundan sonra da Ademin gelmediğini görünce Susana çoktan yazmış olduğu mektupunu bir avuc altınla yakın arkadaşına vererek ona gönderiyor. Biliyordu ki, manasızdır, Susan gelmeğecek. Biliyordu ki, bu umutsuz bir beklentidir. Hiss ediyordu ki, bu görüş hiçbir zaman baş tutmayacak. Ama ta genclik yıllarından qeyb aleminin ideal güzel varlıklarıyla devamlı görüşlerine alışmış şairin onlarla alakasının kesildiği bu depressionlu zamanlarında Susana çok büyük ihtiyacı varıydı. Susan yanında olunca rahatlık bulacaktı, her defa Susanın nurlu yüzünü gördükce onları hatırlayacaktı. Çünki o ermeni güzeli perilerden güzeliydi, melekyüzlüydü, sanki cennet hurisiydi...

Ve mektupu gönderdikten sonra şehirle alakasını kırarak hücresine kapanıyor.

Artık tutuklanmasına üç haftadan da az kalıyordu.

 

*

Gün batmak üzereydi. Uzaklarda şehrin kale duvarları, minareleri, batmakta olan güneşin son şafaklarıyla parlayan günbezleri görünüyordu. Deve kervanı ağır-ağır şehire yaklaşmaktaydı.

Ta kale duvarlarına kadar her tarafta küçük tonqallar yanmaktaydı. Her tonqalın etrafında da beş-on adam, def-tambur çalarak şiir söylüyor, şarkı okuyorlardı. Dervişlerden şaire en sadakatlı olanlarıydı bunlar; idamından bir aya yakın geçiyorduysa da Halep civarını terketmemişlerdi. Ant içmişlerdi ki, onun kırkı çıkıncaya kadar bu çöllükten gitmeğecekler, her gece yalnız ve yalnız onun qezellerini okumakla sabahlarını açacaklar.

Kervan tonqallardan birisine yaklaşınca dervişlerden birisi oturduğu yerdence kervandakılara bağırdı.

--- Hoş geldiniz. Nerenin kervanı?

--- Hoş gününüz olsun. Osmanlının.

--- Osmanlının mı?! --- Derviş büyük merak içinde derhal kalktı, --- Siz hisapla yarın sabah gelmeli değil miydiniz?

--- Gece durmadık, yol geldik.

Derviş büyük sevincle arkadaşlarına döndü ve ellerini göklere kaldırarak diğer tonqalların etrafındakılar da işitsin diye yüksek sesle okumağa başladı.

 

“Ey könül, şad ol ki, ol mehbubi-zibadır gelen

Mehr ile can verdiğin mahi-dilaradır gelen.

Doldu könlüm Kabesi nuri-sefa ile, yeqin

Hüsnü-Yusif, xülqü-Ahmet, nitqü-İsadır gelen.

Nice gitmesin başımdan eql, könlümden karar

Gözleri nergiz, leli lebi müseffadır gelen.

İller uyur geceler, men sübhedek ah eylerem

Hamdulillah ki, bu gün ol mahi-simadır gelen.

Der Nesimini görenler yollarına payimal:

Yine ol şuride ve sermestü şeydadır gelen”

( “şuride” – karışık, heyecanlı )

Şiir biter-bitmez sanki bütün çöllükte bir canlanma oldu; yakında-uzakta ne ki tonqal vardıysa, etrafında oturanlar hemen yerlerinden kalkıp kervan tarafa koştular.

Büyük bir derviş selinin uğultuyla kervana taraf geldiğini gören kervanbaşı şaşırarak kervanı durdurdu.

--- Deli mi oldunuz?! Bu ne yau?! Ne lazımdı size?!

İhtiyar bir derviş ona yaklaşarak:

--- Senin kervanında kıymetsiz bir dürdane var, ey qafil ve bedbaht beni-adem, senin dünyadan haberin yok, --- dedi, --- Allah aşkına, onu bize göster, sonra git. Bir Allah şahittir ki, senden bir tike ekmek bile ummuyoruz.

--- Yahu, gidiniz başımdan be! Ne dürdane, ne diyon sen? Devlet ticaretine mani olmayınız! Osmanlının bu kervan, Osmanlının. Başınıza iş açmayınız. Hadi çekilin yoldan!

--- Kızma, ey bedbaht olduğu kadar da kazaplı insan. Mürşidü-kamilimizin aziz hatırası bu kervandadır, biliyoruz. Hele Osmanlıdan çıkmadan bundan haberimiz var, burada onu bekliyoruz günlerce. Onu görmezsek bir adım bile geri atmayız. İstersin vur öldür hepimizi.

Dervişlerin bir kısmı kecavesi olan develerin yanına koşuyorlar ve durmadan “Şahzade Susan!.. Şahzade Susan!” diye bağırıyorlar. Nihayet, kecavelerden birisinin perdesi ihtiyatla aralanıyor ve gözlerine kadar yaşmaklanmış bir kız telaş içinde dervişlere bakarak titrek sesle:

--- Beni mi soruyorsunuz?! --- diyor.

--- Şahzade Susan sen misin?

--- Evet... Benim... Nolmuş ki?!

Dervişler sevincle bağırışıyorlar:

--- Eheeeey!.. Buradadır, burada!.. Geliniz buraya!

Herkes derhal oraya akın ediyor. Kervanbaşı da büyük merak içinde geliyor. Deveyi çöktürüyorlar ve şaşkınlık ve korkuyla adamlara bakan kızı büyük bir ihtiramla kecaveden indiriyorlar.

--- Ben... ben ne yapmışım ki?! --- diye kız korku içinde soruyor, --- Bırakın beni. Uzak durun.

Dervişler derhal ondan üç-dört adım aralı duruyorlar. İhtiyar derviş elini yüreğinin üstüne koyarak ihtiramla baş eğiyor, mihribanlıkla:

--- Sen ne yapmamışsın ki, gözüm nuru? --- diyor, --- Bu dünyada mürşidü-kamilimizin gönül tahtında bir tek sen otura bilmişsin. Alemin sultanına sultan ola bilmişsin. Bundan da büyük ne yapabilirdin ki?.. Hey, Abdülali, bak gör o mu? Onu bir tek sen görmüşsün.

Adamların içinden kırk yaşlarında zayıf, yakışıklı birisi çıkarak dikkatle onun gözlerine bakıyor. Bu, aylar önce şairin mektupunu ona yetiren adamıydı. Kız bu yakışıklı, yüzünden-gözünden nur yağan dervişi görünce yavaş-yavaş kendisine geliyor ve yüzünden yaşmağını çekiyor, sonra baş örtüsünü de boynuna salıyor. Ömründe böyle güzellik görmeğen dervişlerden hayret nidaları kopuyor; her taraftan “Allahü ekber!”, “Feteberekallah ehsenül halikin!” sesleri geliyor. Bedrlenmiş Ay görmüşler gibi salavat çeviriyorlar, ellerini yürekleri üstüne koyarak ihtiramla başlarını eğiyorlar.

--- Beni tanıyamadın qaliba, Abdülali.

Adamın gözleri doluyor. İhtiramla baş eğerek kızın elini üç defa öpüp gözleri üstüne koyuyor.

--- Seni tanımamak mümkün mü, şahzadem?

--- Bu ne demek oluyor şimdi? Sanki hepiniz beni bekliyormuşsunuz bu çöllükte.

--- Hakikaten de seni bekliyorduk.

--- Nerden biliyordunuz geleceğimi?

--- Yerin de kulağı var, şahzadem. Dervişler bütün dünyayı bürümemişler mi? Hele Osmanlıdan çıkmamıştın, biliyordum bunu. Düşündüm ki seni burada karşılamalıyız.

--- Senin işlerin yani... Ben kara haberi işitince hemen yola çıktım.

--- Demek ki her şeyden haberin var.

--- Evet... Ama inanamıyorum.

--- Kim inanıyor ki?.. Ah!.. Koruyamadık onu. Bağışla. Koruyamadık.

--- Beni burada karşılamakta maksatınız ne? Anlayamıyorum ki.

--- Biliyor musun... Sen onun en aziz hatırasısın. O yüzden biz razı olamayız ki, sen şehire gidesin.

--- Şehirde karışıklık mı var?

--- Hayır. Hiçbir karışıklık yok. Tam sakinliktir. Hürufiler idamdan hemen sonra dabanlarını yağlamışlar, izleri-tozları bile kalmamış bir kaç sadiklerden başka. Sufi dervişler onlardan itibarlı çıktılar.

--- Öyleyse neden benim şehire girmeğime razı değilsiniz?

--- Biliyor musun... onu sevmeğenler hala bayram ediyorlar. Sana da bir kötülük yapabilirler. Senin geleceğin bütün şehire yayılmış artık. Bayramlarını seninle süslemeğe razı olamayız asla. Lütfen, bu fikirden taşın. Biz senin için korkuyoruz. Senin başına bir iş gelirse bu da bize büyük dert olacak. Geceyi bizimle geçir, yarın sübh erkenden seni geri yola salırız, ta evine kadar sağ-salim götürürüm seni. Sen bizim kıymetsiz şahzademizsin. Seni kaybedemeğiz. Hepimiz senin vefalı arkadaşlarınız artık. Herzaman gözümüz üstünde olacak, her işinde sana yardımçı olacağız.

--- Ama ben... ben onun kabri üstüne çiçek koymak, ruhu karşısında baş eğmek için bu uzun yolu geldim.

--- Ah, şahzadem Susan! Onun kabri var mı ki?

--- Nice yani?! Defnetmediniz mi onu?!

Abdülali kederle gözlerini yere dikti.

--- Bilmiyor musun?

--- Hayır. Lütfen söyle. Ben herşeyi bilmek istiyorum.

--- Onun derisiz ve başsız ceseti bir hafta şehir kapısında asılı kaldı. Sonra oradan götürüp dört yere böldüler ve sultanın düşmanlarına gönderdiler. O yüzden... Böyle...

Susanın kalbinden azap dolu bir “ah” koptu. İki eilyle de ağzını tuttu. Gözleri yaşardı ve az sonra göz yaşları yanakları boyunca süzülmeğe başladı.

--- Nasıl yani?! Böyle vahşilik olur mu? Ve bunu din adına mı ettiler?.. Aman Tanrım!.. Bir kabri de mi çok gördüler o zavallıya?

--- Maalesef...

--- Siz... siz ne biçim insanlarsınız? Siz ne deyip de Allaha secde edersiniz? Siz hankı kalble günde beş defa Allahın önünde dura biliyorsunuz? --- Susan küçücük yumruklarıyla onun sinesinden vura-vura hünkür-hünkür ağlıyordu, --- Hiç mi vicdan diye bir şey yok sizlerde? Hiç mi korkmuyorsunuz Ondan? Adamın boynunu vurduktan sonra derisini soymak da ne demek? Soyduktan sonra başsız-derisiz bedeni dört yere parçalamak da ne demek? Yau siz insan değil misiniz? Lanete gelesiniz sizleri? Vahşiler! Kaniçenler!

Abdülali onu bir baba nevazişiyle kucakladı, saçlarını okşadı.

--- Sakin ol, gözüm nuru. Kendini üzme. Olub bitenler ilahinin emri, biz ona karşı gelemeğiz. Ne yapabiliriz?.. Bak, o yoktur, sen varsın, başımızın tacısın. Onun kalbinin sultanı bizim de kalbimizin sultanıdır.

Başını onun sinesine koyan Susanın hünkürtüleri bu nevazişten durduysa da için-için ağlamaktaydı.

--- Leş üstüne yığılan karğa-kuzğun gibi adamın ölüsünü de dimdiklediniz, parçaladınız! Cehennemin dibine gidesiniz!.. Yedi yıldır görmüyorum onu. Kalbini kırmıştım, küsüp gitmişti. Hem de bir söz demeden dönüp gitmişdi. O gidişini bu yedi yılda bir an bile unutamadım. Rüyalarıma girdi o hali. O anlarda mahv olmuştu o. Bir tek ben biliyorum bunu... O anlarda param-parça oldu o, şimdi değil. Benim yüzümden öyle oldu o. Bağışlayamadım kendimi hiçbir zaman buna göre. Hiçbir zaman... Yalnız onu sevdim ben, yalnız onu. Başka hiçkimseyi. Hiçkimseyi sevemedim.

--- Onun da senden başka bir sevdiği yokuydu, şahzadem. Çok da bekledi seni. Senelerce. Son nefesine kadar. Rüyalarından “Susan” diye bağırıp uyanıyordu son zamanlar. Azaplarına son vermek için ben onu dile tuttum sana mektup yazsın diye. Korkuyordu ki, “hayır” diyesin. Çok korkuyordu. Diyordu ki, sonumun yaklaştığını biliyorum, ondan umutumun kesilmesini ise istemiyorum, kabir evimde Kıyamete kadar bu umutla uyumak istiyorum. Çok yalvardım yakardım, sonunda razı sala bildim. Zünnarı da sana göre bağlıyordu o. Yalnız sana göre.

--- Biliyorum.

--- Perilerin acığına bağlıyordu.

Susan yaşlı gözlerini ona dikti.

--- Perilerin acığına mı?

--- Ben herşeyi biliyorum. Seninle bağlı herşeyi. Birtek bana söylemişti aranızda olup bitenleri. Çünki ben idim senden ona haberler getiren, senin haberin olmuyordu. Senden haber alamadan duramıyordu... Diyordu keşke bir defa onu görsem de ölsem. Budur, geldin. Şimdi görüyor o seni ve seviniyor. Diyor ki... diyor ki, “Derdmend ettin meni, ey derde derman ermeni. Olmuşam eşqin yolunda bendeferman ermeni”.

Dünyada en çok sevdiği ve en kıymetli var-devleti hisap ettiği qezelin ilk misralarını işitince Susan “ah” diye gözlerini yumdu. Yandakı bir derviş bunu görünce devam etti:

--- “Ne peri, ne ademi men bu şekilde görmedim

Cennetü-huri misin, yoksa ki rizvan, ermeni?”

Arkadan bir başkasının sesi geldi:

--- “Onca ki sey eyledim nazik camalın görmeğe

Zerrece yumşalmadın, ey könlü zindan ermeni”...

Susan sakince dinliyordu. Daha üç-dört qezel de söyledi dervişler.

--- Görüyor musun ne kadar bahtiyarsın, şahzadem Susanım, --- dedi Abdülali, --- Bu qezeller yalnız sana yazılmış qezellerdir. Yalnız sana. Başka hiçbir dünya kızına qezel söylemedi o. Diger bütün qezelleri ilahi alemdendir.

--- Evet. Bahtiyarım... Bunca dünya kızları içinde bir tek beni sevdiği için bahtiyarım, --- Susan başını onun sinesinden ayırmadan, hayallere dalmış gibi fısıldadı. Yaşlı gözlerine tebessüm konmuşdu, --- “Bir sual etti Nesimi sen büti-eyyareden. Lütf ile söyleşe gör, ey leli-xendan, ermeni”. Bir sual etti... Bir sual... Orada... Pınar başında... Yedi yıl önce, beni ilk gördüğünde... Sabah erkeniydi... Biliyor musun ne sualıydı o?... Biliyor musun, Abdülali?.. Sordu ki... Sordu ki...

Susanın hali birdence değişti, “ah” diye gözlerini yumarak eliyle alnını tuttu.

--- Başım dönüyor... Uçuyorum sanki... Aman Tanrım! Duramıyorum!..

Sanki nefesi yetmiyordu. Sinesi tez-tez kalkıp iniyordu.

--- Noldu şahzadem?! İyi misin?!

Kızın bütün vücutu kızdırmalıymış gibi titremeğe başladı. Rengi boğuldu.

--- Bilmiyorum... Yol yordu beni... qaliba... --- Yaşlı gözlerini bir-iki defa zorlukla açıp yumdu,--- Ah!.. Ben bu rüyayı görmüşüm, Abdülali... Görmüşüm... Deve kervanıyla Halepe gittiğimi demiştim ona... Hatırladım. Şimdi hatırladım... Kanatlar geliyor... Kanatlar... Ah!.. Nice de güzeldirler!.. Mavili-yeşilli-kırmızılı kanatlar... Rüya değil artık. Hakikattır. Hakikat budur, siz rüyasınız, herşey rüyadır... Beni uyatmağa geliyorlar... Demek ki... bu...

Sözünü bitiremedi. Dizleri katlandı. Ve bedeni takatsız halde Abdülalinin koluna düştü.

Abdülali telaş içinde:

--- Susan! Susanım!.. --- diye bağırdı, --- Su getirin! Tez! Şahzade bayıldı!

Ve yere çökerek onun hareketsiz vücudunu dizleri üstüne aldı. Dervişlerden birisi kaçarak bir kap su getirdi. O, suyu avucuna alarak heyecandan tireğe-titreğe kızın alnını-yüzünü silmeğe başladı.

--- Şahzadem Susan, aç gözlerini! Korkutma beni!.. Aç!.. Noldu sana?!

Dervişlerden birisi dikkatle kızın yüzüne bakarak yavaşca:

--- Bayılmış mı? --- dedi, --- Belki...

Abdülali sarsılmış bir halde ona bakarak yine heyecanlı bakışlarını kızın yüzünde-gözünde gezdirdi, titrek parmaklarıyla onun yumulu gözlerini, ıslak yanaklarını, saçlarını okşadı. Ve birdence onun boynunu berk-berk kucaklayarak yüzünü onun yüzüne sıktı, yaralı aslan gibi:

--- Hayıııır! Hayıııır! --- diye bağırdı, --- Olamaaaz!.. Hayatııım!.. Bir taneeem!... Herşeyiiim!.. Susaaan!.. Susaaaaaan!..

 

( Son )

Ekim. 2017.

 

 

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi