Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

5.BÖLÜM


Hazret Ademle Havva cennette olduklarında maddi alem dediğimiz yıldızlar-gezegenler alemi yoktu. Maddi alemin sonunda sidretül-münteha adlanan son hüdud var, ondan derhal sonra cennetler mekanı başlıyor, o mekanların altında da cehennem mekanları vardır. Cennetler mekanının sonu Arşi-Ali adlanan Ali Göktür, su ile ahata olunmuştur. O Ali Gökten sonra Allahın Esmail-Hüsna denen Mübarek Adları mevcuttur. Ne kadar ki, ilk iki insan cennetin yasak olunmuş ağacına dokunmamıştı, ne sidretül-münteha vardı, ne onun içinde maddi alem ,ne de cehennem mekanları. Çünkü dünyamızla birlikte maddi alemdə kum tanesinden Yıldız toplulukarına kadar ne varsa her şey ilk insanlardan yaranacak nesiller için haman o ilk insanlar cennetten kovuldukları zaman yaratılacaktı. Allahın bir tek “ol” emriyle. Hem de cennette yalnız ikice insan vardı diye cehennemler de yaratılmamışdı, onlar da “ol” emri zamanı yaranacaktı. O iki insan daha Allahın emrinden çıkmamıştı, günah etmemişlerdi cehenneme ihtiyac olsun. Hem de ikice insan için yedi kat cehennem yaratılmayacaktı ki. Ama hazret Ademle Havva yasak olunmuş ağacın meyvesinden yiyorlar, hemen örtülü övret yerleri biribirilerine görünüyor, yani vücutları keyfiyyetce değişiyor. Allah kazaplanıyor onlara, ”ol” diyor, bütün maddi alem yaranıyor, hazret Ademle Havva da, böyle kabul etmişiz ki, bu maddi alemdeki gök cisimlerinden birisi olan dünyamıza kovuluyorlar.
Ama yani dünyamızın ilk iki insanı Ademle Havva mıdır?
Nesimiye göre hayır! O diyor ki, sidretül-münteha içinde maddi olan ne varsa her şey cem halinde hazret Ademdir. Adem kovulduktan sonra maddileşmiştir ama, yalnız ayrıca insan halinde değil, bütün maddi alem şeklinde maddileşmiştir.( Havvanın kendisi de cennetteyken Ademin kendisinden yaratılmışdı. Ona göre bir tek Ademden konuşuluyor. Yaratılan bir tek Adem olmuştur, Havva ondan töreyendir). Maddi olan ne varsa şekildir, surettir; o şekilin, o suretin içinde ilahi ruh var, o ruh hazret Ademin cennetteki ruhundandır. O haman ruhtur ki, Adem yaratıldığı zaman Allah ona kendi ruhundan üfürmüş, onu canlandırmışdı. Ona göre diyor ki,


”Surete baxu menini suret içinde tanı kim,
Cism ile can menem, veli, cism ile cana sığmazam”
Bunu Adem diyor insana. Yani gördüğün ne varsa cansız şekildir, surettir, onun içinde ilahi ruh var, sen onda tanı kendini, mananı. Senin içindeki nedirse o gördüklerinin içindeki de odur, aynı ruhtur, ilahidendir. Ayrılıkta hiç bir insan Adem değildir. Bütün beşeriyyet ve bütün maddiyyat birlikte Ademin kendisidir. Cennette Allahın emrinden çıkarken “Ol” emri Ademe verilmiştir ve Ademden bütün maddiyyat yaratılmıştır.
( Aslındaysa artık bildiğiniz gibi Adem kendisinden konuşmuyor, Hak diyor bunu ona. “Künte-kenzin mezheri ve Allahü-nurun nuruyam” diye başlayan qezelde de Adem “Men” diye konuşuyor ama, yalnız otuz beytten sonra en son beytte Adem diyor ki,


“Ey Nesimi, sen değilsen, cümle oldur, cümle ol
Ol kim aydır bu zeminü-asimanın nuruyam”.
“Zeminü-asimanın nuruyam”, yani Yerin ve göklerin nuruyum diyen Haktır qezelde “Men” diye konuşan. ”Cümle”, yani her şey Odur. Yani, ey Nesimi, sen qezeli söylerken insanlar yanlış anlamasınlar ki, buradakı “Men” guya sensin. Ben de değilim, Haktır O.)


”Arş ile ferşü kafü-nun, mende bulundu cümle çün.
Kes sözünü ve ebsem ol, şerhü-beyane sığmazam”.
Dünyamızdır “ferş”. ”Kaf” ve “nun” ise arap harfleridir, ikisi bir yerde olduğunda “kun” sözüdür, bu ise arapca “ol” demektir. Bu “ol” emrindən sonra bende oldu her şey, daha doğrusu, bizim bildiyimiz maddi alem. Ona göre de kes sözünü ve sessiz ol, çünkü beni anlayamazsın, ey insan, senin şerhine, beyanına sığan değilim. Allah bütün maddi alemi benden yarattığı için “dar ile kunfekan menem”, ”Zerre menem, Güneş menem”, ”Can ile hem cahan menem”, ”Şems menem, qemer menem”. Yani Güneş de, Ay da, bir kum zerresi de maddidir, bendendir, yaşadığın ev olan dünyayla, yani “dar” ile birlikte “künfekan”, bütün maddi alem benim. ( “Kun”, “fe kane”. Arapca “ol” ve “oldu” demektir. Yani Allah bir şeyi yaratmak istediğinde ona “ol” diyor, o da hemen oluyor. ”Ol” emrinin verildiği cisim de benim, o cisimden oluşan maddiyyat da). Can ilə cahan, dünya ile zaman benim. O kadar azametliyim ki, beni kavrayamazsın, büyük bir “gülşekerim nebat ile”, senin o küçücük ağzına, ”beste dehanına sığmazam”. Beni kendine benzetmek, beni kendin gibi küçük zannetmek yanlıştır, ona göre de “Çek dilini ve ebsem ol, men bu lisana sığmazam”. Senin lisanın, yani dilin beni vasf edemez. Hiç biriniz ayrılıkta ben değilsiniz, sadece, bendensiniz, Adem evlatlarısınız. Ama yalnızca siz misiniz benim evlatlarım? Maddi alemde ne varsa her şey bendendir diye benim evlatlarımdır, Adem evlatlarıdır. Ay da, Güneş de, zerre de, ağac da, taş da, ırmak da, deniz de. Sadece, bunca Adem evlatları içinde konuşa bilen, şüurlu varlık yalnız sensin diye yanlışlıkla yalnızca kendini benden hisap etmişsin. Anlaya bilmemişsin ki, ben olman için bütün maddi alemle birlikte olmalısın, çünkü ben “Hem sedefim, hem inciyim”. İnci sedefleşmiş balıkkulağının içinde oluyor. Yani ben hem inciyim, aynı zamanda o incinin yerleştiği sedefim. Sen ise, ey insan, yalnız incisin, sedefin içindekisin, ben olman için sedefle birlikte olmalısın. Nice ki vücutun sedeftir, ruhun ise onun içindeki inci misalidir, öylece maddi mekan, bu cahan bir sedeftir, vücudunla ruhun insan halinde onun içindeki inci misalidir. Adem olman için ise bütün bu mekanla, bu cahanla bir olmalısın. Yalnız maddi olan her şeyle bütünleştiğin halde Ademsin, yalnız o halde “Men”sin.
Ademin cennetten kovulduğu haliyle, yani varlık mekanıyla insanın mükayesesi insan vücudunun o vücudun içindeki ilahi ruhla mükayesesi gibidir. ”Can ile hem cahan menem”, yani içlerindeki ruhlarla birlikte
bütün maddi şeyler ve o maddiliklerden oluşan varlık mekanının cemidir Adem. Güneş, Ay, yıldızlar, ağaclar, taşlar görüntüleriyle maddiyyattır. İnsan kendi vücudu, sıfatı, görüntüsüyle zattır, şahıstır. Adem o görüntülerle, o sıfatlarla birlikte onların içindeki ruhtur. Canlı alemle maddi alemin vahdeti ayrılıkta her bir canlının görüntüsünün, maddi tarafının o canlının içindeki ruhuyla vahdeti misaline benzer. Ona göre Adem diyor “cism ile can menem”, yani yalnızca insan, Güneş, Ay, yıldız, ağac, taş değilim, aynı zamanda “can ile hem cahan menem”, yani sidretül-münteha içindeki bütün maddi varlık mekanıyım. ( Diğer bir qezel sanki bu qezelin daha sadeleşmiş formasıdır ki, Ademin bütün maddi olan her şey olduğu orada açıkca duyuruluyor:


“Men mülki-cahan, cahan menem, men
Men hakka mekan, mekan menem, men...
Men kövnü-mekanü-kanam...
Men cümle cahanü-kainatam...”)
Maddiyyat ruhsuz ölüdür, çürür gider. Ruh da maddiyyatsız dayanamaz, uçar gider ilahi Ruhla kavuşur. Birlikte ise bir maddilik gibi mevcutturlar. Cezb eden şey maddenin içindeki ruhtur, o cazibeyle hareket yaranıyor. Cism ile can bir olmazsa o hareket de olamaz. Ona göre yıldız da, o yıldızın yarattığı hareket de benim. Yani ”Encüm ile felek menem”. Ayı dünyaya dünyamızın içindeki ruh cezb eder, dünyamızı Güneşe Güneşin içindeki ruh cezb eder. Ay bu cazibeyle dünyamızın, dünya da bu cazibeyle Güneşin etrafında döner. Bu hareket yoluna felek diyorlar. Felek boyunca hareket, onu hisaplamak için zaman kavramı yaratar. Ona göre “dehr”, yani dünya da, aynı zamanda onun hareketiyle ölçülen zaman da benim. Yani ”Dehr ile hem zaman menem”. Çünkü zaman kavramı bu maddi dünyaya mahsustur. Maddi dünyaya mahsus her ne varsa benimdir. Cennette ise zaman yoktur, ebediyyet boyunca uzanan bir sonsuz an vardır.
Sen o sema cisimlerini ayrı-ayrılıkta görüyorsun, aslında gördüğün, sadece, şekillenmelerdir. Mana onun şeklinde değil, içindedir. Hepsinin içindeki ruh aynıdır, Allahın beni yarattığı zaman içime üfürdüğü ruhun ben cennetten kovulduktan sonra varlık mekanına dağılmış parçalarıdır. O ruhumun her bir parçası bir başka tür şekillenmiştir. Maddiyyatden her birisine bir başka don, bir başka şekil, bir başka suret geydirilmiştir. Biribirisindən ayrı düşmüşler. Biribirilerindən ayrı düştükleri için de tabiatlarındakı cazibeyle biribirilerini cezb ederek biribirilerine kavuşmak, yine cennetteki gibi vahid Adem olmak istiyorlar. Ruhumun dağılmış parçalarına geydirilmiş şekiller onların beyanıdır, görüntüsüdür.


”Zerre menem, Güneş menem, çahar ile pencü-şeş menem
Sureti gör beyan ile, çünki beyana sığmazam”
Beyan olmazsa sureti, şekli göremezsin. Ben ise cennetten kovulduktan, maddi mekana, kövnü-mekana çevrildikten sonra od-toprak-hava-su, ağız-burun-kulak-göz-dil, yukarı-aşağı-ön-arka-sağ-sol ile birlikteğim, yani cisim artı beş duyğu artı altı tarafım ben. Maddiyyat, can ve mekan birliğiyim, konkret şeklim, suretim yok diye beyana sığmazım.
Ademin ilkin yaratılışdakı vücudunun yoğrulduğu od-toprak-hava-su Yer yüzü canlılarının yoğrulduğu od-toprak-hava-su değildir. Ademin vücudu bu dört ünsürün ilkin ayeler haliyle, maddileşmemiş haliyle yoğrulmuştur.
Hatta ”Nar menem, şecer menem”, diyor Adem. Ne demektir? Çöllükte bir ağacın altında yanan od Musa peyğambere sesleniyor. Arapca “nar” oddur, “şecer” ağac. Tabii ki, o od ilahidendir, qeyb alemindendir. Ama oddursa, demek görüntüdür, şekildir, maddidir o ağacın kendisi gibi. Ve madem ki maddidir, demek, o od da, o ağac da benim, o alevin de, o ağacın da içindeki ruh benim cennetteki ruhumdandır.
“Vahy ile hem melek menem”. Melek görünen değil. Ama insana beyan olmak için şekillenir, belli bir görüntü alır. Beyan olduğu zaman, şekillendiği zaman maddidir. Vehy melekle geler, peyğambere bildirildiği zaman vahy aye şeklinde beyan olur. Beyan olan zaman vahy de aye şeklinde maddidir. Madem ki insanın onları görmesi, işitmesi için beyan oluyorlar, beyan oldukları vakit maddidirler diye vahy de, melek de benim. Ama yalnız beyan oldukları zaman.
Maddi alemde ne baş veriyorsa inceliklerine kadar göklerde hifz olunan Levhi-Mahfuz adlanan Ana Kitapta ezelden yazılıdır. Bütün semavi kitaplar o büyük Kitaptan indirilmiştir. Karıncanın yem taşımasından Qalaksilerin hareketine kadar her bir şey orada yazılıdır. İlahi emrlerdir onlar. O emrlerin icra zamanı geldiğinde derhal varlık mekanında o emrlere uyğun hareketler baş veriyor. Yani maddi alemdeki bütün çevrilmeler, şekillenmeler ve ya şekildeğişmeler o Ana Kitaptakı emrlerin, ayetlerin varlık mekanındakı maddileşmesidir. Aslında o ilahi emrler eşyanın içindeki ruha veriliyor, ruhun üzerini maddiyyat bürümüştür diye hareket edenin eşya olduğunu görüyorsun. Ama eşya kendi kendisinden hareket edemez, ilahiden hareket ettiriliyor içindeki ruha emr verilerek. Bak, maddileşdiği zaman bütün o ayelerden üstünüm, diyor Adem, çünki varlık mekanı için yazılmış ayelerden en birincisi ve en büyüğü cennetten kovulurken bana verilen “Varlık mekanı ol”mak ayesidir, emridir. Yani ”Kövnü-mekandır ayetim, zatinedür bidayetim”. Sidretül-münteha içinde ne varsa hepsi birlikte benimse, demek, o maddiliklerin içinde ve biribirilerinin arasında baş veren ne varsa benim içimde baş veriyor diye benden küçüktür. Bu sebepten ”Bundan uludur ayetim, ayetü-şana sığmazam”.
İnsan vücudu varlık türlerindən birisidir. İnsanın insandan töreyişi de varlık mekanı içindeki küçük şekildeğişme ayelerindendir “Kövnü-mekan ol” ayeti ile mukayesede. Ona göre de Ay, Güneş, yıldızlar gibi bu insan da, o insan da, öbür insan da, bütün beşeriyyet de benim. Bu günküler geçmiştekilerin, gelecektekiler bu günkülerin şekildeğişmelerinden, zaman-mekan-şeraite göre başkalaşmalarından başka bir şey değildir. Eğer insanları zamana, mekana ve şeraite bölmek mümkün olsaydı dünyada yaşayan ilk insan nedirse Kıyamet zamanı ölecek son insan da o olurdu, tam ona benzerdi. Ona göre de bir zamanlar kendi devrindeki diğer bütün insanlarla birlikte Nuh peyğamber de ben olmuşum, İbrahim peyğamber de ben olmuşum. Sonra zamanı geldi kendi devrindeki diğer bütün insanlarla birlikte Musa peyğamber oldum, İsa peyğamber oldum, Muhammed peyğamber oldum. Ve, nihayet, ey insanlar, hepinizle birlikte hem de “Bu gün Nesimiyim”. Yarın başkaları, yüz yıl, bin yıl sonra başkaları olacağım ta Kıyamete kadar.
Hazret Ademin bu mekana dağılmış cisminin parçalarından, sadece, birisinin şekillenmesidir dünyamızın ilk insanı. Cennetteki ilk insan ise Allahın ilahi sıfatlar bakımından Kendisine benzeterek yarattığı hazret Ademin cennetlik halidir ki, sidretül-münteha içindeki bu maddi alem büyüklüktedir. Biz insanlar katiyyen ona benzemiyoruz, ağız-burun-kulak-göz-dil bizim için, dünyamız insanları içindir, bizim etrafımızdakı alemi işitmek, görmek, tatmak, kokulamak, duymak, bilmek içindir. Suda yaşamış olsaydık balıklardakı gibi üzgeçlerimiz olacaktı, havada uçmak için yaratılsaydık kanatlarımız olacaktı, ama toprak üzerinde yaşıyoruz ve dünya cazibesinden çıkamıyoruz diye hareket için ayaklarımız var. Dikmek, kurmak, yemek için ellerimiz var, yani varlık mekanı yaratıldıktan sonra dünyanın toprağı üzerinde yaşamağa uyğunlaştırılmakla canlı dediğimiz bioloji cihazlardan birisi gibi hazırlanmışız. Bütün maddi aleme gönderilen vahyleri şüurluyuz diye yalnızca biz almışız, biz kabüllenmişiz diye zannetmişiz ki, “Adem evladı” ifadesi yalnız bize, beşeriyyete aittir. Oysa vahyler bu alemde canlı ve cansız ne varsa hepsine gelmiştir. Kurani-Kerimde böyle aye var: “ Biz emaneti göklere ve Yere ve dağlara teklif ettik, onlar onu yüklenmekten derhal çekindiler ve ondan korkuya düştüler ve onu insan kabül etti. Şübhe yok ki, o çok zalım ve biliksiz oldu”.(Sure 33,aye 72). Evet, vahyleri yalnız biz insanlar aldık diye hisab ettik ki, dünyamızdakı ilkimiz cennetten kovulmuş Ademin ta kendisidir ve madem ki yalnız biz onun evlatlarıyız, demek, ona benzer adamlarız. Biz Allahın Mübarek Adlarını göremiyoruz beş duyğumuzla. Bu asla mümkün de değil, çünki bütün fiziki-bioloji kuruluşumuz yalnızca maddi aleme uyğunlaştırılmışdır. Adem ise cennette görüyordu o Mübarek Adları.


”Hüsnü-camalın neqşini gördü ezelden gözlerim.
Bu hüsne heyran olmuşam, men neqşe heyran gelmişem”
diyor Nesiminin başka bir qezelinde hazret Adem. Ezelden. Ne zamandan? Tabii ki cennette olduğunda. Ondan da önce. Yüce Mecliste. Ta yenice yaratıldığında. Yani onun görünüşü, vücudu tamamen bizimkinden farklı olmuştur. Allah onu ilahi sıfatlar bakımından Kendisine benzer yaratmış, Allahın benzeri olmadığı gibi, demek ki, onu da her hankı bir varlığa benzetmek olmaz. Allahın Mübarek İsimlerinin kısmen, konkret halda onda mecmusu olmuştur. O İsimlerden birisi de Lamekandır. Yani Mekansız. Ademe benzeri ve mekanı olmayan cennet yaratılışı demek doğru olamaz, çünki cennet mekandırsa Ademin cennetlik halinin mekanı varmış, lamekan değilmiş o, cennette. Benzeri maddi alem içinde olmaya bilir Ademin, mekanı ise cennetmiş, tabii ki, böyle bir varlık dünya insanının “şerhü-beyanına”, ”zennü-gümanına”, ”lisanına”, ”beste dehanına” sığamaz. Çünki o, “Gövherü-Lamekandır”, yani Mekansız olan Allahın yarattığı gövherdir. Yani Lamekan değil o, Gövherü-Lamekandır. Ademin ilkin yaratılış hali ise cennettekiler ve ümumen on sekiz bin alem için lamekandır. Ama Allahü-Teala için o haliyle de lamekan değil o. Yalnız Allahü-Teala Lamekandır. Ama eger bütün yaratılmışlar Allahın içindedirse, demek ki, Allahla birlikte mekanları mekansızlıktır. Nesimi de bir beşer evladı olarak Allahın içindedir diye mekansızdır.


“Mekansız oldu Nesimi, mekanı yoktur onun
Mekana sığmayan ol bimekan mekanı ne eder?”
Burada “mekana sığmayan bimekan” Ademdir. Nesimi Ademin içinde olmakla Allaha kavuştuğunun farkındadır. Ama onu da bildiriyor ki, yaratılmış varlığın mekansızlığı Allahın mekansızlığıyla aynı değil, çünki yaratılmışların hisap ettiği mekansızlığın kendisi de bir mekandır.


“Nesiminin mekanı Lamekandır
Mekansız aşiqin Haktır mekanı”.
Nesiminin avam, cahil insanlar tarafından dinsiz, kafir diye damğalanmasına sebep olmuş “en el-heqq” ifadesi bir çok qezelde geçiyor. Ama artık qezellerin hazret Ademin dilinden söylenmiş olduğu kanaatına geldikten sonra “en el-Heqq” ifadesi tamam başka mana almış oluyor. Nesimiden beş yüz yıl önce yaşamış meşhur sufi Mensur Hallac tarafından deyilmiş bu ifade bin yıldan çoktur ki, onu diyenin kendisine ait hisap edildiği için bu gün de yanlış anlaşılmaktadır. Direk tercümesi “Hak benim” demek olduğu için bunu diyen adamların Allahlık iddiasında olduğu düşünülmüş, o sebepten kafir ilan edilerek idam edilmişler. Ama sufiler içinde bunun manası direk tercümesinden çok-çok derindir; kamil sufiler Allahı zikr edirken ilahi aşkın gücünden cuşe gelerek kendilerini Allaha yakın hiss ettikleri anlarda onlardan sorulunca “Sen kimsin?”, dermişler “en el-heqq”. Yani “Ben yokum, Allah var”. O anlar kamilliğin zirvesine yettikleri için fikren, ruhen hazret Adem oluyorlarmış ve Allahın Hüsnü-Camalını görüyorlarmış. Nesimi de “en el-heqq” söylerken kamilliğin zirvesinden hazret Ademin diliyle söylemiş qezeli. Sufiler kamil insanın bu cuşegelme haline “sekr” diyorlar. Yani Nesimi “sekr” halinde söylemiş qezeli. Daha doğrusu, qezelin söylendiği anlar hazret Adem Nesimide tezahür etmiş sanki. Allah değil, hazret Adem tezahür etmiş, cennetteki ilk insan Nesimide tezahür etmişdir. Bir meşhur qezelin ilk beytindence bu aşkarca vurğulanıyor.


”Sirrü-enelheqq söylerem alemde, pünhan gelmişem
Hem heqq derim, heqq mendedir, hem xetmü-insan gelmişem”.
Yani hak diyen, hak bendedir diyen, ”en el-heqq” söyleyen hazret Ademdir, Nesimi adlı insan gibi konuşuyor beşeriyyetle. Haman o hak diyen varlık şairin tasavvüründe Allah olarak düşünülmüş olsaydı diğer beytinde söyler miydi “Hüsnü-Camalın neqşini ezelden gördü gözlerim”? Allah Kendisi Kendi Hüsnü-Camalını görerek Kendisi Kendisine hayran olabilir mi? O Hüsnü-Camalı görerek hayran olan hazret Adem olmuştur diye insanlara hakikatten saptıklarını, hakikatı olduğu gibi yalnız kendisinin bildiğini söylemiştir, hiç bir dünya insanı Yüce Mecliste ve ya cennette onunla birlikte olmamış ki, hakikatın nice olduğunu onun kadar doğru bilmiş olsun. O hakikatın mayasında da bu duruyor ki, yalnız insanlar değil, bütün maddi mevcudat hazret Adem cennetten kovulduğunda onun cismiyle, içindeki ilahi nur sidretül-münteha içine dağılınca yaratılmışdır. Allah Kendi Sözünü bütün külli-mevcudata demiş ama, yalnız insanlar şüurludurlar diye Allah onlarla konuşmuştur ya direk, ya melekle. İnsanlar da Ademden törediklerini bu sebepten yalnız kendilerine ait etmiş, diğer bütün maddi varlıkların da Ademden, onun cennetteki vücudundan törediğini anlaya bilmemişler. Bu hakikatı bütün maddi yaratılış içindekilerden yalnız Adem doğru bildiği için demiş “hak benim, hak bendedir, hak söylerim”. Haklı, doğru bilen benim yani işin aslını. Ademin kendisi tasdik ediyor ki, “İnsanü-beşersen, ey Nesimi”, sadece, kamilliyinle benim dediğim hakikate, Hakka kavuşmuşsun diye haman o “Hak der hemen, hemen menem men”. Peki neden Adem kendisine insanlardan,sadece, birisi değil, “xetmü-insan” diyor?


Bu o demektir ki, Ademin Nesimiden önce de dilleriyle konuştuğu insanlar olmuş bu hakikatı beyan etmesi için, Nesimi onlardan sonuncusudur, onların hitamıdır, ondan sonra hiç kimsenin diliyle konuşmayacak artık. Mukayese için diyeyim ki, Muhammed peyğambere kadar Yer yüzüne çok peyğamber gelmiştir, sonuncusu o olduğu üçün “hatemül-enbiya”dır, yani nebilerin, peyğamberlerin sonuncusudur, hitamıdır, hatemidir, ondan sonra Allah artık kendisine elçi, resul seçmeyecek. Ayelerde deryalar gibi sırlar gizlidir, öylesi var bir kaç mana veriyor. Nesimi o hakikatın insanlar için anlaşılmaz taraflarını Ademin diliyle açıklıyor, daha doğrusu, Adem bildiriyor bunu Nesiminin diliyle insanlara ve Nesimiden sonra bir daha bildirmeyecek. Çünki Nesimi Ademin diliyle konuşan insanların sonuncusudur, hitamıdır, hatmidir. Bütün peyğamberlerin vücudu bütün diğer insanların vücudu gibi maddidir, yani onlar da beşer evlatlarıdırlar. Vücutları maddidir diye cennetten kovulmuş Ademin maddiyyata çevrilmiş vücutundandır diğer bütün maddilikler gibi. Ama onların missiyası, peyğamber seçilmeleri Allahtandır, Ademden değil, onlar Allahın dediklerini diyorlar. Nesiminin vücutu da Ademin vücutundandır. Ama Allahın değil, Ademin sözünü diyor. Bu fark iyice kavranmalıdır, aksi halde Nesiminin qezellerinin manası hiç kimseye belli olamaz, o qezellerden yanlış izahlar çıkara bilirler. Tabii ki, peyğamberlerle de Haktır konuşan ama, onlarla melekmiş gibi konuşmaz; melek,sadece, vahy getirendir. Nesimiyle ise Ademin haliyle, Ademin diliyle, Ademmiş gibi konuşuyor Hak.

Cennetten kovulduktan sonra Ademin maddi varlık alemine çevrilişini bu maddi alemde çok sonralar yaranacak Yer yüzünün insanı anlaya bilmemiştir; Nesimi anlatmak istiyor ki, ey insan, hazret Ademin katiyyen sana benzeri yok, o, sana değil, Allaha benzetilerek yaratılmışdır. Bütün maddiliklerin,içlerindeki ruhlarla birlikte cemidir, sen içinde ruh olan o sayısız-hisapsız maddi varlıklardan,sadece, birisisin. Yer yüzünün ilk insanı değil hazret Adem. Bütün maddi alem, bütün bu cahan onun kendisidir, sadece, dağılarak parçalanmış sepelenmiş halidir. Yalnız Yer yüzü, Ay, Güneş değil, bütün Qalaksiler alemi Ademin kendisidir, onun cennetten kovulmuş varlığına, içine sığmışdır. Yer yüzünün ilk insanı ve ondan töreyenler küçücük bir Yer yüzüne sığtıkları halde o bu cür milyarlarla gök cisimlerinden oluşan cahanın içine sığmaz derecede büyüktür. Bu cahan onun kendisi büyüklüktedir. Cennetin Allaha benzetilerek yaratılmış mekansız gövheridir o, bu kövnü-mekana, bu varlık mekanına nice sığsın? Varlık mekanı gibi büyük bir mekana sığmadığı halde senin yaşadığın, ”behrevü-kan”a, yani su kuyusuna benzettiği Yer yüzüne hiç sığar mı?


İlk olarak Ademin cismi yaratılmıştır; topraktan yoğrularak “dokundukta çanak gibi ses çıkaran” bir hale getiriimiş o cisim, yalnız bundan sonra Allah Kendi Ruhundan o cismin içine üfürerek onu canlandırmış ve cennete salmıştır. Ama ne o canlılık bizim bildiğimiz canlılıktır, ne onun yoğrulduğu toprak bu cahanın torpağıdır. Çünki bu cahanın toprağı Ademin cennetten kovulmasından sonranın yaratılışıdır. Nice ki Ademin önce cismi yaratılmış, sonra ona Ruh üfürürmüştür, öylece de o, cennetten kovulduğu zaman önce varlık mekanı yaratılmış, sonra onun içindeki canlılar. Yoğrulduğu toprak ilahi material olsa da melekler ve ilk cin olan İblis için konkret bir cisim gibi beyan olmuş ki, onu görmüşler. Canlandırıldığı zaman o kendisi de onları görmüşdür, çünki onların da cismi var o alemde. Hiç de her görüntü varlığın kendisinin direk, konkret görüntüsü değil, sadece, onun tezahür, beyan formalarından birisi olabilir. Allahın Mübarek Adları gibi. Meleklerin materialı olan ışık, cinin materialı olan od ise toprak gibi sonradan yaratılan olduğu için onlar da Ademe varlık gibi görünmüştür. Ama meleyin de,İblisin de, Ademin de içindeki nur ilahidendir. O nur yaratılmamışdır, çünki Ruhul-Evvelin onların içindeki küçücük bir parçasıdır o. Ruhul-Evvel Arşi-Aliden o tarafa bütün sonsuzluğu sarmaktadır, Ezeli ve Ebedidir. O sonsuzluk mekan değil, Allahın içindedir. Mekan yaratılandır. Sonsuzluk ise yaratılan değildir; sonsuzluk boşluk olmamıştır ki, İlkin Ruh o boşluğu doldurmuş olsun. Ne melek, ne İblis, ne Adem Arşi-Aliden ö tarafa geçemezler, yalnızca o sonsuzlukta Mübarek Adları görebilirler. O İlkin Ruh Rabbül-Alemindir, Alemlerin Sahibidir, Yaratandır. Cennetler mekanı yaratılmazdan önceler sonsuzlukta yalnız ve yalnız İlkin Ruh vardı. Arşi-Ali cennetler mekanı yaratıldıktan sonra o mekanın sınırı olmuştur. Ondan o yana mekan anlayışı yoktur, Lamekandır o yan, yani Mekansızlıktır. İlkin Ruhun cennet mekanındakı hissesi Allahın Rahman Rahim sıfatlarıdır; yani onlar da İlkin Ruhdandır ama, yalnız Aqli değil, hem de Kalbi keyfiyyettedir. Ademle Havva cennetin ortasındakı yasak edilmiş ağaca dokununca Allahın onlara öfkelenmesi aqli değil, kalbi keyfiyyettir. Merhamet, kazap, sevinc, bağışlamak, nefret etmek kalbten gelendir. Cennet mekanı kendindeki bütün naz-nimetleriyle birlikte Rahman-Rahimin kendisidir. Daha doğrusu, o mekan sonsuzluğu sarmış İlkin Ruhun bütününün değil, yalnızca o İlkin Ruhun Arşi-Ali içine uzantı kısmının kendisidir. Mukayeseye sığmazsa da fikrim anlaşılsın diye bu benzetmeyle diyeyim ki, bizim varlık mekanımızda da bütün maddi olan ne varsa bu mekanın cemiyle birlikte hazret Ademin kendisidir. Yani can ile hem cahandır, cism ile de candır Adem. Rahman-Rahim da hem Ademin cennetteki cismiyle canı, hem de Ademin kendisinin bütün o cennet mekanıyla bütünlüğüdür.


O halde hiç bir varlık hiçlikten yaratılmamıştır; sonsuzlukta Allahın olmadığı bir kum tanesi kadar da boş yer yoktur ki, orada hiçlik olsun. Bu varlık mekanı Ademin cisminden yaratılmışsa Adem hiçliktir mi? Ademin kendisi ilkin cennet toprağından yoğrulmuşsa o toprak hiçliktir mi? Melekler ışıktan, cinler dumansız alevden yaratılmışsa o ışık, o alev hiçliktir mi? Adem bütün cennet mekanıyla birlikte Rahman-Rahimden yaranmışsa Rahman- Rahim hiçliktir mi? Bu da o demektir ki, vücudu olan hiç bir şeye “yaratılmışdır” demek doğru değil aslında, her birisi kendisine kadar mevcut olan materialden düzeltilmiştir, dersek daha doğru olar. Bizim “yaratılış” gibi anladığımız her bir şey aslında tezahürdür, formadan formaya geçittir, şekillenmedir. Eğer Ademin cennetlik hali Rahman Rahimin cennetteki tezahürlerinden birisidirse, bu maddi mekan da Ademin cennetlik halinin maddileşmesidirse, demek, bu maddi mekan Rahman-Rahimin, sadece, birce tezahürünün maddileşmesi, şekillenmesidir.


Adem yaratıldığı zaman Yüce Mecliste Allaha bütün eşyaların adlarını söylerken meleklerle, ilk cinle birlikte Allahın Hüsnü-Camalını da görmüşdür; melekler de, cin de belli materialden düzeltilmişler diye vücuta sahiptiler, o vücut onların görüntüsü, beyanıdır. Allahın Mübarek Adlarından oluşan Hüsnü-Camalını ise Adem yalnız görüntü gibi görmüştür. Çünki O Hüsnü-Camalı görüntüleğen İlkin Ruhdur, Onunla Kendini beyan etmiştir. Ama vücutu, cismi yoktur diye Kendisi görünmez. Hüsnü-Camal cisimsiz Lamekanın görüntüsüdür. O Lamekan olan İlkin Ruh Hüsnü-Camalla birlikte Allahtır. Rahman-Rahim o Mübarek Adlardan yalnızca ikisidir, bütün cennet mekanı o Mübarek Adlardan yalnız ikisinin tezahürüdür. Melek Cebrayılın getirdiği ayeler Rasulillaha bu iki Addan geliyordu. “Bismillah ir-Rahman ir-Rahim”, yani Allahın Rahman-Rahim Adıyla başlıyorum. Bütün Adlarıyla değil, yalnızca Rahman-Rahim Adıyla. Bütün Adlarıyla olmuş olsaydı, bu o demek olardı ki, Allahın Hüsnü-Camalıyla başlıyorum. “Elhamdü lillahi Rabbil alemin”. Yani hamd alemlerin sahibi Allaha mahsustur. Ayrılıkta İlkin Ruha mı? Ayrılıkta Hüsnü-Camala mı? Hayır. İlkin Ruhla Hüsnü-Camalın birliğine. Hüsnü-Camal İlkin Ruhsuz var olmazdı, İlkin Ruhun da Hüsnü-Camalı olmazsaydı, o Camalı oluşturan Mübarek Adlardan alemler yaranmazdı. Hankı alemler? Bizim bildiğimiz cennet ve varlık mekanından başka Allahın diğer Mübarek Adlarından da tezahür etmiş alemler. Biz insanların o alemlerin varlığından haberimiz yoktur. Ama hazret Adem cennette yaşadığı zamanlar bundan haberdarmış; on sekiz bin alemin mevcutluğundan haber veriyor o, Nesiminin diliyle. O alemlerin her birisine Allahın sözü onların tezahür ettikleri Adlardan geliyor. Bizim alem ise Rahman-Rahim Adlarından tezahür etmiştir diye hamd, tarif Allaha ve bu alem için Onun Adlarından ikisi olan Rahman-Rahime mahsustur. Çünki bizim alem için Kıyamet gününün hükümdarı Rahman-Rahim olacak. ( Aslında “Rahman” ve “Rahim” iki ayrı Mübarek Ad olsa da Rahman bu maddi dünyadakılara, Rahim ise Kıyametten sonrakılara merhamet eden dibi biliniyor diye ikisi bir Adda birleştiriliyor. Çünki Arşi-Ali ve sidretül-münteha içinde olanlar her ikisinden tezahür etmiş olsalar da bu iki mekan on sekiz bin alemden birisi olarak kabül ediliyor. Nesimi qezellerinde “Rahman-Rahim” yerine,sadece, “Rahman” diye geçiyor).


“Allahtan başka ilah yoktur, Muhammed Allahın Rasulüdür”. Onun Rasul olarak gönderilmesi ilericeden göklerdeki Ana Kitapta yazılıdır, ona gönderilmiş ayeler de o Kitaptandır. O Yazılar Allahındır, yani bütün Mübarek Adlarındır Rahman Rahim Adlarıyla birlikte. Yalnız Rahman Rahim Adlarına ait olmuş olsaydı böyle olmalıydı: “Allahın Rahman-Rahim adından başka ilah yoktur, Muhammed Allahın Rahman-Rahim Adının Rasulüdür”. Ayeler bizim mekana yalnızca Rahman-Rahim Adına geliyor. Niye? Çünki o Ana Kitapdakı ayeler içinde yalnızca bizim mekana indirilmesi lazım bilinen ayeler diğer Mübarek Adların tezahürü olan on sekiz bin aleme değil, yalnızca Rahman-Rahim Adlarının tezahürü olan aleme gelmelidir.


Cennetteki Adem kamil olmuşsa, yani bütün cennet mekanının bütünlükle Rahmandan tezahür etdiği hakikatını bilmişse, demek, ruhen Rahmana kavuşmuş gibi olmuştur. Yer yüzü insanı kamilleşince ruhen Ademe kavuşuyor ve “mühiti-ezemem, adım Ademdir, Ademem” diyor. Aynen onun gibi cennetteki kamil Adem de ruhen ilkin Ademe,yani suretü-Rahmana kavuşarak “Hem ayetü-Rahman menem, hem rahmetü-Rahman menem” diyor. Bir avuc suyu denize atarsın denize kavuşur, sonra o su derse ben denizim, belli etmek olur mu onu diyen o bir avuc su mu, yoxsa bütünlükte deniz mi? Ruhen ilkin Ademe, suretü-Rahmana kavuştuğu için hatta “vahy ile hem melek menem” diyor. Yani madem ki, suretü-Rahmana kavuşarak Hüsnü-Camaldayım, vahy de, melek de o Hüsnü-Camaldan değil mi yani? Maddi mekanda vahyin ayet şeklinde olması, meleyin şekil halinde görüntüsü, işitilmesi benimse,ilkin Adem halimde vahyin de, meleyin de şekillenmesi değil de, kendileri bile ben olmuyor muyum Hüsnü-Camaldayken? Yasak olunmuş ağaca dokunduğu zaman ise Ademin kamilliyine kusur gelmiştir, çünki kamil varlık Allahın emrinden çıkmaz. O yüzden Rahmana kavuşması bitiyor ve Allahın emriyle bu maddi cahana çevriliyor. Ona göre de anlamak lazımdır ki, qezelde Nesiminin diliyle konuşan mühiti-ezem Adem cennetteki kamil halindedir.


Meleyin de, cinin de ilahi alemdeki görüntüleri onların konkret bir cisim gibi görüntüleridir diye hakikidir ama, maddi dünyamızdakı görüntüleri şekillenmedir, hayaldır diye fanidir. Ademin de o mekanda onlara görüntüsü cisim gibi görüntüdür diye hakikidir. Ama onun bu maddi mekanın ayrı-ayrı maddilikler gibi, yani Ay, Güneş, yıldzlar, canlı-cansız her şey şeklinde görüntüleri şekillenmedir, hayaldır diye fanidir. Öylece de, Allahın Hüsnü-Camalı İlkin Ruhun bir (cisim gibi değil) varlık gibi görüntüsüdür, cennet ve içindekiler ise o görüntünün (daha doğrusu, o görüntüyü oluşturanlardan ikisi olan Rahman-Rahim Adlarının) görüntüsü, şekli, beyanıdır. Maddi mekandakı şekillenmelerden birisi olan biz insanlar da faniyiz diye bizim için cennet mekanı hakikidir, asıl hayat oradadır. Ama o mekan ebedi olsa da ezelidir mi? Hayır. Sonradan mevcut olması bakımından Allah için o mekan da şekillenmedir, hayaldır. Hakiki var olan yalnız ve yalnız Allahtır. Ama cennet ezeli değil diye fanidir mi? Hayır. Çünki Allah onun ebedi olacağını vaat etmişdir. Allah ise sözünde doğrudur, vaadinden dönmez. İsterse o mekanı da yok eder ve bütün sonsuzluk “Önce Allah vardı ve Onunla hiç bir şey yoktu" haline geler. Ve bunu ederse Ona karşı çıkacak bir kuvvet, vaadine dönük çıktığı için Onu kınayacak bir kimse de olmaz. Ama bununla bile o mekanın ebediliğini vaat etmiştir, demek, ebediyyen onu yok etmez. Ebedi olan şey ise fani sayılmaz, hakiki sayılır. Maddi mekan ise içindeki her şeyle, insanlarla birlikte Kıyamet zamanı ezelden yokmuş gibi silinecek, ona göre fanidir. Cennet mekanının Rahmanın şekillenmesi, beyanı olduğu hakikatini derk eden Adem bu kamillikle Rahmanı görmüş, Rahmanı görmesiyle de Allahın diğer Mübarek Adlarını, yani bu Adların oluşturduğu Hüsnü-Camalı göre bilmiştir. Ona göre Adem diyor ki, “sureti gör beyan ile”, ey insan, ne kadar ki, yaşadığın varlık mekanının cem halde benim cismimin beyanı olduğunu anlamayacaksın, benim bu varlık mekanından büyük olduğumu derk edemeyeceksin. Bilmeyeceksin ki, bu dünya, bu cahan dediğin “beyana sığmazam” ben. Cennet mekanı Rahmanın beyanıdır, Rahmanın içindedir, Rahmana sığar diye Rahman o mekana sığmaz. Çünki Rahman ondan büyüktür.


Anlaşılsın diye mukayeselerle diyeyim. Cennete salındığında Ademin cisim halinde Hüsnü-Camalla direk alakası kesilmiştir, öylece de Adem cennetten çıkarıldığında cennetle cisim halinde direk alakası kesilmiştir. Ademin cennetteki cismini Hüsnü-Camaldan ayıran Arşi-Alidir, maddi mekana çevrilmiş cismini cennetten ayıran ise sidretül-müntehadır. Cennetteki Adem cismen Arşi-Aliden o yana geçemez; Arşi-Ali olmazsa Hüsnü-Camalla cismen birleşebilir. Öylece de, maddi-mekan sidretül-müntehadan o yana geçemez; geçerse cennetle birleşebilir. Ama sidretül-müntehadan hemen sonra ilk çift cennetler başlıyorsa bile bu kavuşma asla mümkün değil. Öylece de, Arşi-Aliden hemen sonra Hüsnü-Camal başlıyorsa bile o kavuşma asla mümkün değil. Neden? Cennet mekanı yalnız Rahman-Rahim Adlarının tezahürü olduğu için diğer Mübarek Adlardan ayrı, müstakil bir mekan gibi yalnız Rahman-Rahimin içindedir. Maddi mekan da yalnız Ademin cisminden yaratıldığı için cennet mekanından ayrı, müstakil bir mekandır diye yalnız Ademin içindedir. Varlık türleri farklı olan mekanlar cismen biribirine kavuşmaz. Mekan neden yaratılmışsa, neyin tezahürüdürse ona sığar. Cennet Rahman-Rahimin tezahürüdür diye Rahman-Rahime sığar. Maddi alem de Ademden yaratılmışdır diye Ademe sığar. Ona göre de Adem bu maddi mekana sığmaz, cennete sığar. Rahman-Rahim de cennete sığmaz, Hüsnü-Camala sığar. Ona göre Adem diyor “Mende sığar iken cahan, men bu cahana sığmazam”. Ve bu yüzden de qezelde insanlara büyük bir kazap var; Ademin cismi olan bütün bu maddi cahanın sesidir o ses:


“Kes sözünü ve ebsem ol, şerhü-beyane sığmazam!!!”
“Çek dilini ve ebsem ol, men bu lisane sığmazam!!!”
Yer yüzündeki ilk insanı Adem hisap edib de benim hakkımdaki tahminlerini, gümanlarını


hakikat bilme. Çünki
“Kimse gümanü-zenn ile etmedi Hakk ile biliş
Hakki bilen bilir ki men zenni-gümane sığmazam”
Bu bilik insana niye lazımdır? Cisminden oluşan maddi alemin içindeki bütün maddilikleri arasında bir tek şüurlusu insandır diye Adem istiyor ki, insan cennette ebediyyen insan olarak değil, çok daha üstün, yani cennet huru ve hurisi olarak yaşamak şansını kaybetmesin. Ademi Allah Kendi Hüsnü-Camalına slfatca benzeterek yaratmıştır, yani onun yaratılışında bütün Mübarek Adların iştirakı var. Ayrılıkta yalnız Rahman-Rahim Adlarının işi değil bu. Yaratıldığı zaman Adem Allahla birbaşa temasda olmuş, ona cismen ve ruhen kavuşmuş halde idi. Sonra Allah onu Mübarek Adlardan yalnızca ikisinin, Rahman-Rahimin tezahürü olan cennet mekanına koymuştur. Bu zaman onun Allahla cismen kavuşması kesilmiş, yalnız ruhen Rahman-Rahim vasıtasıyla alakası kalmıştır. Ve yalnız kamil olduğu için ruhen Rahman-Rahime kavuşa bilmiş ve cennet huru olmuştur. Yer yüzü insanı da Rahman-Rahime kavuşmak ve cennet huru olmak istiyorsa kalbini saflaştırmak ve bilgisini artırmakla kamilleşerek ruhen Ademin cennetteki haline yetmelidir. Rahman-Rahime kavuşmak ise diğer Mübarek Adlarla birlikte Allahın Hüsnü-Camalında olmak demektir.
Bak budur Ademin Nesimini Kelamü-Natik seçmesinde maksatı.


Biz insanlar canlılığı kendi düşüncemizle ölçüyoruz; yalnız insan, hayvan ve bitki alemini canlı hisap ediyoruz, çünki doğulan-yaşayan-ölen bunlardır. Oysa bu cahanda mevcut olan her şey --- Ay da, Güneş de, yldızlar da, bir kum zerresi de, taş da, toprak da canlıdır. Onlardakı can canlılığın bir başka türüdür ve Kurani-Kerim diyor ki, onlar da Allahı zikr ediyorlar, sadece, biz bu tür canlılığı kavrayamıyoruz. Ademin cennetteki canlılığı da başkadır, vücudu bizimkine benzemez diye biz o tür canlılığı da kavrayamıyoruz. Allahın canlılığı ise tam başkadır, onu, ümumiyyetle, tasavvürümüze getiremiyoruz, insan idrakı dışındadır. Ne canlıdır-ne cansız, hem canlıdır-hem cansız, Ezelidir-Ebedidir, Başlanğıctır-Sondur. Konkret vücuta malik değil diye benzeri yoktur; “la hü ve la qeyrihu”, yani bu ne odur, ne de qayrisidir. Canlılığı yanlışlıkla yalnız doğulan-yaşayan-ölen gibi kavramışız diye kendimizi yalnızca dünya hayatına bağlayarak maddi mekanda, bütün sidretül-münteha içinde fikren kendimizi diğer her şeyden tecrit etmişiz. Adem bu yanlış tasavvüre isyan ediyor Nesiminin diliyle.


Cennetten çıkarılan Adem hankı mekana koyulmalıymış? Diğer Mübarek Adların tezahürü olan on sekiz bin alemlerin hankısına yerleştirilmeliymiş? Cennette günah işlemiş varlık o alemlerde de günah işlemeyecek miydi? Günah işleye-işleye birisinden çıkarılarak diğerine salınmakla mekan-mekan, alem-alem gezdirilmeliymiş mi? Mübarek Adların tezahüründen başka da mekanlar var mı sonsuzlukta? Allahın olmadığı bir boşluk, bir hiçlik de yok ki, Adem oraya salınsın. Bu yüzden Ademin kendisinden mekan ve sayısız cisimler yaratılmışdır ki, kendisi kendi içinde yaşasın ve Kıyamete kadar zaman tayin etmişdir bu fani mekanın mevcutluğuna. Nesimiden iki yüz yıl önce yaşamış meşhur sufi alimi Mühyiddin Arabiye göre maddi mekan Arşi-Aliden kenarda değildir, cennet mekanı ahatesindedir; bu iki mekan iç-içe, konsantrik çevreler halindedir ki, küçüğü sidretül-münteha çevresi, büyüyü ise Arşi-Ali çevresidir. O zaman böyle bir haklı soru yarana bilir ki, eğer kovulmuş varlık yine de cennet içinde yaşayacakmışsa bu nice kovulmaktır?
Mesele bundadır ki, haman varlık, yani maddi mekana çevrilmiş Adem artık sidretül-münteha sınırıyla cennetten ayrılmış, tecrit olunmuş haldedir birinci küçük çevrenin içinde. Cennete ayağı dokunmuyorsa, cennete hasret kalmışsa, demek, oradan çıkarılmış, kovulmuştur. Haman çevrelerin niye konsantrik, yani radiusları mühtelif olsa da merkezleri aynı olan çevreler gibi düşünüldüğünün cevabı ise bellidir; dokunmaları Ademle Havvaya yasak edilmiş ağac cennetin tan ortasındaymış. O ağaca dokununca ebedi yaşamağa uyğun vücudlarının ilkin maddileşmesi oradaca başlamış, “örtülü övret yerleri biribirilerine görünmüştür”. Cennetten kovulmak bundan hemen sonra olmuştur; Nesimi hakikatine göre Allahın emriyle vücuttan maddi mekan ve içindeki maddilikler o an o yerdece yaratılmış ve o mekana Kıyamete kadar zaman verilmiştir. Haman o zaman anlayışının kendisi de fanidir, çünki yalnızca bu mekana aittir, bu mekanın içindedir zaman, gök cisimlerinin devri hareketiyle ölçüyoruz onu; yani Ademin içindeki zamanı Ademin içindeki kendi hisseleriyle ölçüyoruz. Bu mekan sidretül-müntehayla bittiği gibi zaman da oradaca bitiyor, ondan o yana cennet mekanında zaman yoktur. Bu zamanın da var olmağı bu mekanla birlikte Kıyamet gününde bitecek. Yani bizim zaman ölçümüzle Kıyamete kadar müddeti var bu mekanın, Allah için ise haman bu müddet ebediyyet boyunca uzanan bir tek anın içindedir. Güneş gibi, etrafına dönen gezegenler gibi milyarlarca gök cisimlerinden oluşan yıldız topluluklarının sayısı da milyarlarcadır, onların hepsi ayrı-ayrı Qalaksiler halinde maddi mekanın merkezindeki son derece büyük bir çismin etrafında dönüyor; ışık hızıyla gidersek haman o merkeze trilyar defe trilyardan çok ışık yılında yetebiliriz. Maddi mekanın yaranmağa başladığı noktadır orası, yani hem cennetin, hem de maddi mekanın konsantrik çevrelerinin merkezidir orası. Hatta o Qalaksilerin hepsi haman o son derece büyük cisimle birleşerek vahid bir cisim oluştura bilselerdi yine Adem o büyük cisim olmazdı; çünki haman o vahid cisimle sidretül-münteha arasında mühit kalmış olacaktı. Bak o mühitle birlikte o büyük cisim Adem büyüklüktedir, sidretül-müntehanı hayalen bir çevre gibi tasavvür edersek, Adem sidretül-müntehanın içi büyüklüktedir. Ona göre bir çok qezelde Ademin boyu, qeddü-qameti sidretül-müntehadır, diyor şair. Bu mekanda bir tek o büyük, vahid cisim ve mühit kalmış olarsa bile zaman bitmez, çünki yıldızların biribirileri etrafına dönmeleri müddeti zamanın kendisi değildir ki, hepsi bir yere toparlanarak o devri hareketlerini bitirerlerse zaman da bitmiş olsun. Zaman Kıyamete kadar verilmiştir, maddenin içindedir, Ademin cisminden bu mekan yaratıldığında cisimlerin ruhuna, daha doğrusu, enerjisine yüklenmiştir. Enerji dediğimiz şey ruhun beyanıdır, madde ise o enerjinin kendisidir, onun sükunet halidir, çok büyük hızlarda görünmez olur, enerjiye, önceki haline döner. İlkin yaratılış zamanı Ademin büyük vahid cisminin görüntüsü olan büyük enerjisinin sükunette olmayan kısmı ise sidretül-münteha içindeki bütün mühiti doldurmaktadır; cisimlerin içindeki küçük zamanlardan farklı olarak bütün mühiti doldurmuş o büyük enerjinin içindeki haman o zaman büyük zamandır. Zaman ruhun beyanı olan enerjiye mevcutluk müddeti gibi yüklenmiştir. Enerjinin bir halde mevcutluk müddeti bitiyorsa beyan türü değişiyor, yani başka enerjiye çevrilir ama, yokolmaz. Yalnız Kıyamet günü yokolar bütün diğer görüntüler gibi. O gün Allah bütün bu alemdeki cisimlerin ve boşluk dediğimiz mühitin içinden haman o zaman yükünü bir andaca çeker ve bu maddi alem bir göz kırpımındaca yokolar. Ona göre de onu kendilerinin ölçüsünde hisap eden insanlara kazaplanıyor Adem, bu büyüklükteki sidretül-münteha içindeki o büyük zamanın yerleştirildiği mekan ölçülerinde olduğu halde insanların onu kendi küçücük “dehr”lerine, küçücük zaman dünyalarına, yani dünyamıza sığdırmalarına letife diyor.


“Can ile hem cahan menem, dehr ile hem zaman menem
Gör bu letifeyi ki, men dehrü-zemane sığmazam”.


Hüsnü-Camal Mübarek Adların beyanı olduğu için O, eğer böyle demek mümkünse, o Adların mekanı gibidir. Hem İlkin Ruhdan, hem de o Adların tezahürü olan alemlerden haberdardır, çünki Görüyor, İşitiyor, Konuşuyor. O Adların ikisinden oluşan cennetler mekanı da tam bir varlık gibi hem Hüsnü-Camalı görüyor, işitiyor, hem de içindeki varlıklardan birisi olan Ademi. Adem de hem cennet mekanını görüyor, işitiyor, hem de kendinden oluşan bütün maddi alemin içinde olan her şeyi. Yani Adem “künfekan” olarak maddi aleme çevrildikten sonra bütün maddi alem halinde, sidretül-müntehayla ehatelenmiş tam bir varlık halinde görüyor, işitiyor ve Nesimiyle, Nesiminin diliyle de insanlarla konuşuyor. “Hem men qelendersuretem, ferdem, mücerret tecridem” diyor; Nesiminin yoksun, fakir haline işareyle de “Oldum fakirü hem geda” diyor ama, ayni zamanda maddi alemin kendisi büyüklükte olduğuna işareyle azametini göstererek “hem mülke sultan gelmişem” diyor. Maddi alemde bitki ve hayvanlardan çok sonra yaranmış insan o canlılardan farklı olarak hem de şüurludur; etraf alemi bilmesinden, duymasından ilave şüuru sayesinde kamilleşe de biliyor. Maddi alem yalnız haman o az sayıda olan kamilleşmiş insanlarla ünsiyyete giriyor, onlarla konuşuyor, onlara fikrini bildiriyor. Maddi alem içinde yaratılmış insan maddi alemin kendisi gibi konuşa bilen, fikrini bildire bilen bir varlık gibi yaratılmıştır. Insan, sadece, beyin ve beş duyğunun oluştuğu sıfattan, camaldan ibarettir, vücut bu beyin-camal birliğini yem bularak yaşatmak, hareket ettirmek, kelle dediğimiz kemik kutuda etraf tesirlerden korumak içindir. Allahın insanı kendisine benzeterek yarattığını vücut benzerliği gibi değil, “beyin-camal” birliği gibi anlamak lazımdır. İnsanın İlkin Ruh-Hüsnü Camal birliğine benzemesi yalnızca beyin-sıfat birliği anlamındadır. Ve beyinle sıfatın maddi benzerliği değil, alemi kavramanın, derk etmenin mahdut ve sonsuzlukta küçük bir zerresi boyutta bir benzerliği anlaşılmalıdır. Bu zerrecik Allahın peyğamberler aracılığıyla bildirdiği kelamlarını anlayarak derk etmek için yaratılmıştır, eğer derk etmekte zorluk çekiyorsa ve ya o kelamlardan yanlış izahlar çıkarıyorsa o zaman maddi aleme çevrilmiş hazret Adem Nesimi gibi kamillerin diliyle o anlaşılmaz hakikatı şerhediyor.


“Gelmiş cahana şerh eder şimdi Nesimi Hak sözün
Onu kim idrak eylesin, men sirri-pünhan gelmişem”.
Sözü ağız diyor ama, tabii ki, maddi mekanın ağzı bizim bildiğimiz ağız gibi değildir. Sadece, konuşuyor diye qezelde “ağız” sözü kullanılmıştır.


“Çün yeqin bildi Nesimi ağzının var olduğun
Ol yeqini sen güman etmek dilersen, etmegil”.
Adem cennetteyken Rahman-Rahim adına Hak onunla konuştuğu için Adem ilk peyğamberdir. Cennetten kovularak maddi aleme çevrildikten sonra da Hak onunla, yani bütün maddi mekanla konuşmuştur. Hem de ayrılıkta mekanın içindeki bütün maddiyyetle, hem de insanla. Insandan başka o maddiliklerden hiç birisi vahyleri kabül edememiştir. Hakkü-Teala insanlar içinde son olarak Muhammed peyğamberle konuşmuştur. Ama peyğamberler de dahil bütün beşeriyyet Ademin maddi halinin terkib hisselerinden birisi olduğu için, demek, muhtelif zamanlarda yaşamış bütün peyğamberlere ayrı-ayrılıkta gelmiş bütün vahyler maddi alemin kendisine, yani Ademin kendisine gelmiştir. Ona göre Adem diyor ki,


“Hem levhi-Tevrati-Zebur, İncilü-Kurani sühef
Hem men Kelamü-Natiqem, hem cemi Kuran gelmişem ”
Bu bakımdan Adem ilk, hem de son peyğamberdir, hem de hepsiyle birliktedir. Ayeler Rahman-Rahim Adıyla Allahtan bir rahmet olarak geliyor; haman o ayeler, haman o “rahmet” peyğamberlerden önce maddi mekana, Ademin kendisine geldiği için diyor ki,


“Hem ayetü-Rahman menem, hem rahmetü-Rahman menem
Hem vahyi mütleq söylerem, hem nuri-Yezdan gelmişem “.
“Nuri Yezdan”, yani ilahinin nuru gibi gelmişim.
“Alemde hüsnün vechine men vechi bürhan gelmişem”.
Allahın Hüsnü-Camalından konuşuyor. “Hüsnün vechi” vechullahtır, yani Ademin ilkin halidir, bu barede yukarıda konuşmuştum; demiştim ki, Ademin ilkin hali Hüsnü-Camalın vechine delildir, Nesimi ise Ademin cennetlik halinin maddi alem gibi vechine delildir. Yani Nesimi vechin vechinin vechi gibi delildir, bürhandır. “Hüsnün tecellisinden geldi vücuda alem” diyor, yani cennette günah işledim, Hüsnü-Camal da kazaplandı bana “Ol” dedi, ben de maddi mekana çevrildim. Nesiminin beni şerhü-beyan etmesine kadar “sirrü-pünhan” idim, gizli sır idim ama, artık onun gelişiyle Hüsnü-Camalın maddi alem gibi tecellisine “vechi-bürhan”, yani görüntü delili oldum.


“Natik” Ademdir. Konuşuyor. Ama kendinden söz demiyor, dedikleri Allahtandır, Haktandır. Ona göre “Natiqü-Haktır” Adem. O Natiqü-Hakkın sözünü, kelamını diyen ise Nesiminin devrinde Nesimidir. Yani Nesimi “Kelamü-Natik”dir. Peyğamberler vahyi Allahtan alırlar ama, onlar da Ademin vücudu içindeki maddiliklerden birileri oldukları için ayeler değil, konuşmaları Ademin konuşması anlamına geliyor. O yüzden diyor ki, “Vahyi mütleq söylerem”.
Adem küll halinde bütün beşeriyyet olduğu için insanların iyisiyle birlikte kötüsü de, müminiyle birlikte kafiri de, merhametlisiyle birlikte zalimi de Ademdir. Nesiminin diliyle bunu böyle anlatıyor: “Münkir menem, razi menem, sufi menem, safi menem, kafi menem, şafi menem, zahid menem, abid menem, fasiq menem, mümin menem, kafir menem, men külli-insan olmuşam”. Külli-insanım, bütün beşeriyyetim yani. “Gah çıxmışam İsa gibi çarx üstüne oturmuşam, Gah varmışam Yusif gibi Mısırda sultan olmuşam”. Kudret denizinin serrafıyım,diyor, Vahdet madeninin yaqutuyum, diyor, “Şimdi Nesimiyem, xak ile yeksan olmuşam”. “Xak ile”, yani toprak ile yeksan olmuşum. “Topraktan yoğrulmuşum” anlamındadır.
Bütün beşeriyyetin günlük konuşması Ademin konuşmasıdır. Ve beşeriyyetten, öylece de bütün maddi eşyalardan çıkan sesler Ademdendir, çünki bu sesler, bu konuşmalar Ademin vücutu içindedir. Yani:


“Nitqü-eşya Natiqü-Hak özüdür
Söyleyen kendü-kendine sözüdür”.
Bir insan diğerine söz diyorsa konuşan da Ademdir, işiten de. Dedikleri sözün kendisi de Ademdir, çünki Ademin ilkin ve cennetteki halinin de, maddi aleme çevrildiği halinin de, yani bütün yaratılışın temelinde söz duruyor. Her bir şey, her bir yaratılış Allahın sözüdür, başka bir şey değildir. Eğer Rasulillah aye diyorsa o aye Allahtandır ama, Rasulillah da bir beşer evladı gibi maddidir, maddi alemdendir diye o ayeleri onun diliyle diyen Ademin kendisidir. Ayenin kendisi kelamdır, hikmettir, fikirdir; o ne Ademdir, ne Ademdendir. O, Allahtandır, Haktandır. Ama onun sesle deyilişi onun maddi alemde maddileşmesidir. Maddileşmiş hali Ademdir, Ademdendir. “Yazılana pozu yoktur” fikri ayenin göklerdeki Ana Kitapda, Levhi-Mahfuzda yazılmış kayri-maddi halidir, çünki ora hiç bir insan eli giremez. Ayenin değişilen, tahrif olunan hali ise yalnız maddi aleme gönderildikten sonra insanların kendi maksatları hatırına tahrif olunmuş maddi halidir; Kurani-Kerimden önceki semavi Kitaplar insan eliyle tahrif olunmuş ve buna göre de insanlara son semavi Kitap gönderilmiştir. Ve anlamak lazımdır ki, haman bu Kitap da maddidir ve her hankı kafirin, ateistin matbaasında o Kitabdakı cümlelere ilaveler olunarak, tahrif edilerek milyonlarca basılarak dünyaya yayılması mümkün olmayan iş değildir. Yani maddi alemin içinde maddi olan ne varsa ilahiden gelmiş olsa bile maddileşdiyi zaman Ademdendir, maddi olan her şey ise zamanca değişendir ve ya değiştirile bilendir. O ayelerin hakikaten Allahtan geldiğini kabül eden, ömrünün sonuna kadar peyğambere, Allaha sadık kalan hazret Ebu-Bekir de Ademdir, o ayeleri inkar eden Ebu-Leheb, peyğambere kılıc kaldıran Ebu-Cehl de Ademdir. İsa peyğamber de, havarileri de Ademdir, onları aşağılayan yahudiler de. Yusif peyğamber de Ademdir, onu kuyuya salan kardeşleri de. Musa peyğamber de, Mısırdan çıkardığı bütün yahudiler de Ademdir, onların ardınca orduyla gelen firavun da. Nuh peyğamber de Ademdir, Nuh tufanında boğulan beşeriyyet de, o tufanın kendisi de Ademdir. Ona göre de “Kelamü-Natiq” sözünü “Kelimullah” sözüyle aynı anlamak düzgün değil. “Kelimullah” Allahın kelimesi demektir, peyğamberlerden hazreti Musaya aittir, çünki Allah onunla melek aracılığıyla değil, yanan oddan direk konuşmuştur. Nesiminin qezelleri ise Ademdendir, qezellerin sahibi Ademdir,daha doğrusu Hak onunla Ademmiş gibi kouşuyor, o yüzden Nesimi
Kelamü-Natikdir, Kelimullah değildir. Başka qezellerinde de Nesimi tekrar-tekrar Natiqin Kelamı olduğu fikrine dönüyor.


“Adım Nesimidir,oldum bu gün Kelamü-Natiq uş
Hem ayine, hem nuri-Hak, hem Fezlü-Yezdan olmuşam”.
Niye “ayine” diyor kendisine? Her bir maddiyat Allahın sözü olduğu için her birisinde Allahtan bir nişane, her birisinin içinde ilahiden nur vardır. Adem de Allahın sözü olduğu için her hankı tarafa bakarsın Ademin varlığını, maddi halini görürsün. Yani her bir cisim diğerleri için hem ayinedir, aynı zamanda hem de diğer cisimler ayinesinde kendisine bakan. Konuşan da Ademdir, işiten de. Ayineye bakan da Ademdir, ayinede görünen de.


“Söz olubdur kendi, söz söyler eyan
Kendi kendü zatını eyler beyan”.
Nesimi de maddiyyatlerden birisi olduğu için bu manada “hem ayine, hem nuri-Hak”tır; hem maddedir, hem maddenin içindeki ruhtur. Bu muhtelif tabiatlı, muhtelif formalı, muhtelif vücutlu cisimlerle Adem muhtelif sıfatlarda, şekillerde kendisini hatırlatıyor.


“Her sıfatdan xali etmiş kendözün
Kendü kendü üzüne tutmuş üzün.
Her neye nezer qılsan, ol bigüman
Kendü kendinden verir sana nişan”.
Ama Kelamü-Natik o devirde bir tek Nesimi olduğu için başka yaratılmışlardan farklı olarak o hem de Fezlü-Yezdandır. Yezdandan, yani Allahtan fazilettir; müdrikliktir, kamilliktir, elm-marifet ehlidir. Ama bu sözün satıraltısı da var; fezlü-Yezdan Allahın fezli demektir, yani Fezlüllah. Nesiminin mürşidi, hürufiliyin banisi, sufiliyin en büyük simalarından birisi olmuş Fezlullah Neimiye işaredir. Fezlullah Neimi hürufilik ideyalarını Teymurlengin kabül edeceği umutuyla kendi kitapını ona göndermişti ama, Orta Asya ruhaniliyi tarafından hele genc yaşlarında “mehdi sahib ez-zaman” ilan edilen, bu fetvayla az bir zamanda kendisine büyük ordu toplayarak muhafazakar din temelinde büyük imparatorluk kuran Teymurleng imparatorluğun temelini dağıta bilecek böyle bir adımı, tabii ki, atamazdı; bazı araştırmaçıların onun hürufiliği kabül etdiği barede ısrarlarına bakmayarak fakt budur ki, büyük emir onun kitabında küfr görmüş ve onun idamını hükm etmişdi. O zaman Fezlullahın ideyaları Maveraünnehrden Anadoluya, Kafkaslardan Şama kadar çok büyük bir arazide müritleri tarafından yayılmaktaydı. Teymurlengin eyanlarından, ordudakı askerlerden de hürufiliği kabüllenenler varıydı, hatta sevimli torunu, geleceğin büyük astronomu olacak Uluqbey de hürufiliğin tesiri altına düşmüşdü. Ola bilsin Fezlullaha islam dünyasında olan bu büyük sevgiden ihtiyatlanan Teymurleng kendisinin adil ve müdrik adına kötü söz gelebilir diye onun idamının icrasını kendisi değil, oğullarından en zalimi ve kafasızı olan Miranşaha emretmişdi. At üstünden düşerek beyni pozulan Miranşahdan ise halk her türlü zalimlik bekleye bilirdi, boşuna ona Miranşah yerine “Maranşah”, yani “yılanşah” demiyorlarmış ki. 1401 yılında Elince kalesi civarında atların kuyruğuna bağlanarak parçalanmak üsuluyle idam edildikten sonra Fezlullahın ideyalarını artık açık-aşkar Nesimi kendi qezelleriyle tebliğ etmeğe başlamışdı. Buna göre diyor “Hem fezlü-Yezdan olmuşam”. Daha doğrusu, bunu Nesimi demiyor, Nesiminin diliyle Adem diyor.
Nesiminin hürufiliği açık-açığına tebliğine hürufi arkadaşlarından çok Ademin kendisi karşı çıkıyordu. Diyor ki,


“Bir emin mehrem bulunmaz, ey Nesimi, çün bu gün
Halka faş etme bu remzi, keşfü-esrar isteme”.
Yani remzle konuş, açıklama her şeyi, sırrın izahını benden isteme, çünki bir “ emin mehrem”, sadık yakının yoktur bu gün. Ömrünün son Halep devrinde Nesiminin şöhreti o kadar artmışdı ki, hürufilerin onun her bir emrini derhal icra etmeleri Mısır sultanına bağlı şehir hakimini rahatsız etmeğe bilmezdi. Adem bu yüzden onun ihtiyatlı olmasını, “ebsem”, yani sessiz kalmasını istiyor, çünki beşer evladının ne kadar vefasız olduğunu Ademden güzel bilen yoktur. Diyor:


“Bivefadır çün bu alem, kimden istersen vefa?
Bifefa alemdesin, yare-vefadar isteme.
Gül bulunmaz bu dikenli dünyanın bağında çün
Ebsem ol, bihude gülsüz yerde gülzar isteme”.
Fezlüllahın idamından sonra Tebrize, sonra da Anadoluya gitmiş Nesimiye şiirlerine göre kimse dokunmamışdı. Ruhani dünyası ona nefret ediyordu ama, halk onu seviyordu. Anadoludan sonra Halepe giden Nesimi artık başka Nesimi oluyor, sanki remzlerle, gizli konuşmaktan usanarak her şeyi aşık-açığına tebliğ etmeye başlıyor ve taraftarları arttıkca memur tayfasından düşmenleri de artıyor; şehrin önde gelenleri Nesimide dünyevi hükümdar olmak isteği görüyorlar. Onu adım-adım mahv olmasına doğru götüren sebep de onun Halepteyken dünyevi hükümranlığa meyletmesi olmuştur. Baba yurdu Şamahıdan doğma kardeşi Şahxendan da bu zamanlar ona mektup yazarak ihtiyatlı olmasını, bu işi bırakmasını tavsiye etmiştir. Cevap mektubunda Nesimi mücadelesinin daha yenice başladığını ve bu mücadeleden asla vaz geçmeyeceğini bildiriyor. Adem de bu zaman Nesimiye diyor o beytleri onu durdurmak için. Diyor


“Şerbeti ağuludur fani cahanın, sen onun
Şerbetinden nuşidari umma, zinhar isteme.
Dünyanın sevgisi ağır yük imiş, menden işit
Nefsini yük etme ona, ey sebük, bar isteme”.
Yani senin görevin benim sözlerimi beşeriyyete yetirmekten ibarettir. Dünyevi işlerden, dünyanın zehirli şerbetinden uzak dur. Ama Nesiminin şehir hakimi tarafından tutuklanması, mahkemesi ve idamı gösteriyor ki, Nesimi ne kardeşini, ne Ademi, ne de hürufi arkadaşlarını bu meselede dinlememiştir. Bir Kelamü-Natik gibi Ademin haman o beytlerini insanlara iletmiştir ama, tavsiyesini ise dinlememiştir.


Nesiminin Kelimüllah değil, Kelamü-Natik olması onun missiyası ile peyğamberler missiyası arasındakı esas farktır. Ama bu hem de Nesiminin missiyasını anlamak için güzel mukayesedir; yani nice ki Allah peyğamberlerle konuşmuştur, öylece de Adem Nesimiyle konuşmuştur. Qezellerde peyğamberlerden hazreti Musanın tekrar-tekrar hatırlanması hiç de tesadüf sayılamaz yani. Nice ki hazreti Musa Allahın elçisi olduğu için diğer insanlardan Kelimullah gibi seçilmiş durumdadır, öylece de Nesimi Ademin elçisi olduğu için diğer insanlardan Kelamü-Natik gibi seçilmiş durumdadır. Nesiminin, tabii ki, Musa peyğamber gibi mücizeleri olmamışdır. Ama yani hazret Muhammedin mücizeleri olmuş mu? Bununla bile son büyük peyğamber değil mi? Niye? Çünki onun en büyük mücizesi kırk yaşına kadar hiç zaman şiir demediği halde birdence son derece güzel poetikayla Kurani-Kerimi söylemesidir. Mücizeleri olmayan Nesiminin de en büyük mücizesi her beyti sırlar hazinesi olan, son derece yüksek poetikayla söylediği qezelleridir. Bu qezellerde insanı vahid hakikate götüren vahid yolun o kadar derin mana çalarları var ki, hayrete geliyorsun ki, bu kadar da olamaz, bu, dünya insanının mı sözüdür yani? Diyorsun, hakikaten de:


“Hiç kimse Nesimi sözünü keşf ede bilmez
Bu, kuş dilidir, bunu Süleyman bilir ancak”.
Niye? Çünki Adem diyor o sözleri Nesiminin diliyle. Nesiminin fikirleri değil onlar. Böyle bir şair Batı aleminin olmuş olsaydı, her şehirde, belki de her caddede onun heykelini diker, aziz hatırasına ihtiram gösterirlerdi. Müsliman Şarkında ise onu idam ederek ciltini soymakla da nefretlerini bitiremediler, başsız ve derisiz vücudunu günlerce Halepin kale kapılarından astılar ki, karğa-kuzğuna yem olsun.


Eğer Nesimiye nasihat verirken Adem kendi adına konuşuyorsa, kendisini tarif ettirirken “nesimileşiyor”. Adama öyle geliyor ki, bu artık Nesiminin kendi sözleridir. Ama hayır. Onlar da Ademdendir. Genel konu da bu oluyor ki, Allah hiç bir şey yaratmadığında sonsuzlukta Onun varlığından haberi olan hiç bir şey yoktu. Varlığını bilsinler diye yaratmağa başlıyor ve meleklerle ilk cin olan İblisi yaratıyor. Ama onlar Allahtan haberdar oluyorlarsa da hiç birisi Hüsnü-Camala benzetilerek yaratılmamışdı. Bu yüzden sonradan Kendisine benzer, Kendi sıfatlarında olan ama, konkret vücuta malik Adem adlı bir varlığı, ilk insanı yaratıyor.


“Hak suretinde gelen insan sensin cahana
Ey Tanrının sıfatı, alemde cavidansan”.
Bunu Nesimi diyor Ademi tarif ederek. Allah Ademi de bütün başka yarattığı varlıklar gibi kelamıyla, ayeleriyle yaratmıştır; cennetten kovulurken de maddi mekana çevrilişi için ona kelamıyla “Ol” demiştir, maddi mekanın içindeki büyüklü-küçüklü her bir hareket de Onun ayelerinin icrasıdır, yani bütün maddi alem Allahın ayeler toplusudur Kıyamete kadar. Bütün peyğamberlere gönderilmiş ayeler, nazil olan Kitaplar maddi mekana, yani Ademin kendisine gelmiştir. Odur ki Nesimi Ademi tarif ederken devam ediyor:


”Üzün kitabi-münzel, zülfü-rüxündür ayet
Ey Xaliqin kelamı, dilimde tercümansan”.
( “rüx” – çöhre,yüz)
Yani maddi alemde giden bütün proseslerin aslı Ademin ilkin halindeki yüzünde olan ayeler toplusu olan Kitabi-Münzeldir, indirilmiş Kitabdır. Ayeler ise o yüzün etrafındakı saçlarıdır Ademin. Bu beytteki mananın bu cür açılışı olmadan diğer qezeldeki güzel bir beytin manasını açmak asla mümkün olamaz. Bakın, Adem diyor Nesiminin diliyle:


“Mişkin saçın zülmatına yol bulmak ister, Xızrı gör
Lelin şerabın içmişem men, abi-hayvan gelmişem”.
Mişk saça sürtülür. Onun saçların dibine kadar gitmesi için Hızır peyğamberi niye görmelidir insan? Ama eğer ayeler yüzün zülfüne, saçına benzetilmişse, demek, ayenin “zülmatına”, yani ondakı mananın derinliğine yol bulmak isteyen mişk idraktır, akıldır. Yani, ey insan, senin idrakın ayenin mana derinliğine yol bulmak istiyorsa Hızır peyğamberi gör. Niye Hızır peyğamberi? Çünki çöllerde, sehralarda yollarını azmış adamlar onu yardıma çağırarlar ve o da yardıma yetişerek yolunu azmışlara yol gösterer dini inanclara göre. Eğer insan ayelerin mana derinliğine varmamışsa, demek, yolunu azmıştır. O zaman yol gösteren kimdirse onu görmeli, onun eteğinden tutmalıdır. Mana derinliğine giden yolun en doğrusunu ise Adem gösterebilir. Çünki peyğamberler Allahtan aldıkları ayeleri insanlara yetirmekle mükellefdirler. Bu ve ya diğer ayedeki mana derinliğini ise Allahın onlara bildirdiği kadar insanlara izah edebilirler, çünki qeybin anahtarı yalnız Allahın elindedir, peyğamberler ise beşer evladı olarak bizlerden birileridirler. Ademden başka hiç bir peyğamber cennette yaşamamış, hiç birisi o mekanda ve ondan da önce, ilkin yaratılışda “Lelin şerabından”, yani abi-Kevserden, dirilik suyundan içmemiştir. Yalnız Adem cennetin sakini olmuştur diye o mekan hakkında hertaraflı bilğiye sahiptir.


Muhafazakar dindarlık, tabii ki, hakikatın bu şekilde izahını kabül edecek akılda değildi; Ebu Cehller Rasulillahı anlamayarak ona “dinsiz” dedikleri gibi muhafazakar dindarlar da Nesimiyi anlayamadıkları için ona kafir diyorlardı. Nesiminin ise cevabına bakın:


”Hakkın kelamı mendedir, sanma meni Haktan iraq
Çünki gönül arşi-Haktır, bes arşi-Rahman olmuşam”.
İlk bakışta pafosla söylenmiş isyankar şair beyti diyerek geçmek mümkündür. Ama arif olanlar bu acaip güzel beytin yanından geçer mi? Görmüyorlar mı büyük bir mana ilave hiç bir izah verilmeden, bir tek misraya nice kısaca bir şekilde yerleştirilmiştir? Hangıdır o mana?


Ğönül yürek değil. Yürek kanı, sadece, damarlara kovalayan maddi bir orqanik pompadır. Ğönül ise ruha aittir; ruh akılla ğönülün vahdetidir. Akıl ruhun yaratıcı tarafıdır, ğönül ise hal, hiss, duyğu tarafı. Akıl ruhun temelidir, ğönül ise o temelin etrafını Ayın halesi Ayı bürüdüğü gibi bürümüştür. Sidretül-münteha maddi alemin etrafını bürüdüğü gibi. Ve ya Arşi-Ali cennetler mekanının etrafını bürüdüğü gibi. Hem maddi alemin, hem cennetler mekanının sonu vardır diye onların içindeki ilahi ğönül onları sidretül-münteha ve Arşi-Ali olarak bürüğebilir. Ama Allahın İlkin Ruhu sonsuzdur, etrafsızdır diye İlahi Gönül İlahi Aklın etrafını bürümüştür demek doğru olamaz; İlahi Gönül İlahi Akılla birlikte sonsuzluk boyuncadır. Eğer insanın yüzü, camali olmazsaydı gönlünün kazap, sevinc, keder, pişmanlık ve sair hallerini sözle bildirmekle tasavvür etmek mümkün olmazdı. Gönülün halinin görüntüsü için yüz, sıfat, camal mevcuttur, yani yüz gönülün aynasıdır, yüzdeki her hangı bir mana ğönülün o andakı halinin görüntüsü, beyanıdır. Allahın Hüsnü-Camalı da Onun İlahi Gönlünün beyanıdır, yarattığı varlıklar cennetten Ona baktığında Onun Gönlünün halini görsünler diye. İlk insan gibi Ademi yarattığında da bu benzerlikle yaratmışdır ki, onun da sıfatı olsun ki, gönlünün halini beyan edebilsin her an. Cennettekilerin gördüğü Hüsnü-Camal olar, “Allahı görüyoruz” derler ama, O ne İlahi Akıldır, ne de İlahi Gönül. Yani İlkin Ruh değildir. İlahi Ğönülün beyanı olarak İlkin Ruhun beyanıdır. Ilkin Ruh ise, yani İlahi Akılla İlahi Gönül birliği ise ebediyyen bir kimseye görünmez, çünki benzeri yoktur. Nice ki, biz bir cisme, bir insana baktığımızda onun yalnızca vücutunu, sıfatını görüyoruz, içindeki akıl-gönül vahdeti olan ruhunu ise görmemiz mümkün değildir. Adem kendi gönlüne arşi-Hak diyor; maddi alem halindeki Adem için arşi-Hak sidretül-müntehadır. Yani benim gönlüm maddi alemi Ayın halesi gibi bürümüş sidretül-münteha böyüklüktedirse, ey beni hakikatten uzak hisap eden insan, maddi aleme çevrilmezden önce cennette kamilliyimle Rahmana kavuşarak arşi-Rahman olmamış mıyım? Tabii ki, Rahmanın arşi, hüdutu, sonu olmaz. Rahmanın tecellisi olan mekanın, yani cennetin arşi vardır ki, bu da Arşi-Alidir. Arşi-Aliye kavuşan varlık hakikatten, dinden nice uzak olabilir? Fikrimi bir azcık da izah edeyim, çünki oldukca ince konudur. Yalnız seven gönül zengindir ve yalnız ilimli akıl üstündür. Ama bir tek zengin gönülle ve ya bir tek üstün akılla ruh kamil olamaz. Kamil ruh ilimli akılla seven gönülün birliğidir. İlim sevgiden ileridir Allah için ama, sevenlerin ruhlarının gönülleri kavuşur o gönülün bürüdüğü akıl ilismsiz olsa bile, sadece, Allah katında derecesi aşağı olar o ruhun ilimsiz olduğuna göre. Yukarıda dedim ki, biz insanlar canlılığı yanlış anlıyoruz. Bir kum zerresi de içinde ilahi nur, ruh parçası vardır diye canlıdır; topraktan ruhu çıktığı zaman ölü topraktır Ayın toprağı gibi. Canlıdırsa, demek, içindeki ruhun aklı ve gönülü vardır. İki su damcısı biribirisiyle birleşerse bu yalnız onların ayrı-ayrılıktakı ruh parçalarının gönüllerinin birliği değil, hem de onların cismani birliğidir; birleşerek tam oluyorlar. Erkekle dişinin biribirisine asıl sevgisi ise cismani değil, yalnızca gönüllerinin birliğidir. Gönül ise ruhtan ayrı olmadığı için sevgi ruhların kavuşmasıdır. İnsanın doğaya, Allaha olan sevgisi de bu tür ruhani, gönülce kavuşmasıdır. Eğer insan maddi alemin tam bir vücut olarak Ademin cisminden yaratıldığını kabül ederek onu severse, insanın gönlü maddi alemin gönlüne kavuşar. Yani arşi-Hakka kavuşar. Yani sidretül-münteha büyüklükte olar gönlü. Eğer Adem cennetteyken cennet mekanının Rahmanın zühuru olduğunu kabül ederek onu sevmişse, demek, gönlü cennet mekanının gönlüne kavuşmuştur. Yani Arşi-Rahmana kavuşmuştur. Yani Arşi-Ali büyüklükte olmuşdur gönlü. Buna göre Adem Nesiminin diliyle demek istemişdir ki, bir beşer evladı gibi, bir “feqirü-geda” gibi Arşi-Hakkım, maddi alemin gönlüne kavuşmuşum, çünki beşer evladı için gönül sidretül-münteha büyüklüktedir. Cennetteki Adem gibi ise Arşi-Rahmanım, cennet mekanının gönlüne kavuşmuşum, çünki cennet ehli için gönül Arşi-Ali büyüklüktedir. Cennet mekanı için sidretül-münteha çok-çok küçüktürse hangı biriniz kamil olsanız bile dini hakikatı benden çox bileceksiniz, ona benden daha yakın ola bileceksiniz, ey beşer evlatları? Ben sizlerden farklı olarak bir Adem gibi “Gah çıkaram gök yüzüne seyr ederem alemi”, bir Nesimi olarak da “Gah inerem Yer yüzünə seyr eder alem beni”. O halde benden çok mu bileceksiniz?
Bak, bütün bu dediklerim o kadar büyük hakikattır ki, Adem Nesiminin diliyle diğer bir şiirde böyle diyor:


”Yüz yaşında ruhban görse gerdeninin ağını
İncili suya bırakır, vaz geler haçtan geçer”.
Ruhban hristian papazıdır, yeni doğmuş çocuklar hristian olsunlar diye onları haç suyuna salarak çıkarar. Hakikatın göz kamaştıran parlaklığı ise remzi olarak güzelin gerdeninin, sinesinin beyazlığına benzetilmişdir. Yani bu hakikat öyle parlaktır ki, çocukları yüz yaşına kadar haç suyuna salarak çıkarmağı doğru iş bilen bir papaz bile onu görürse çocuğu değil de, İncilin kendisini tahrif olunmuştur diye suya bırakır, haçını reddeder. Veya:


“Hacılar hacce giderken çölde görseler seni
Hayran olub mat kalırlar, vaz gelib haccden geçer”.
Yani anlarlar ki, haccin anlamı Kaabe etrafında dönmekte, Sefa-Merve arasında koşmakta, kurban kesmekte
değildir. Hakikatı derk etmeden icra edilen bu emeller, sadece, dini merasimlerdir. Hakikat onları hayran eder, tasdik ederler ki:


“Haktan gelen kelamın mücizdir, ey Nesimi
Sensin ki, künte-kenzin esrarına beyansan ”.
Bu hem de ona göre büyük hakikattır ki, asrların arasından geçerek bu günümüze kadar var ola bilmiştir, hatta bu ilim-teknoloji asrında bu hakikat esasında hristian alimleri tarafından “Kaynar kainat” modeli diye Büyük Patlayış teorisi de yaratılmışdır. Bu teorinin temelinde Kainattakı bütün cisimlerin çok-çok küçücük bir tek maddeden yaratılması duruyor. Bu teoriye göre belli olmayan guya bir tek şeydir: o tenha cismi kim yaratmışdır? Diğer her şey ise bellidir; guya ölçüsü santimetrenin trilyonda bir hissesi kadar küçücük bir zerreciğin içinde baş veren patlayıştan sonra bir takım prosesler sonucunda bir göz kırpımındaca bütün Kainatı dolduran sema cisimleri yaranmıştır. Başka nice diyebilirler? Derlerse haman o cisim Ademin kendisi olmuştur, “Büyük patlayış” sonucunda vücutundan sidretül-münteha büyüklüyünde bu maddi mekan yaranmıştır, buna artık yeni değil, tamamen Nesimiden götürülmüş teori demezler mi?


Adem cennetten çıkarıldığında maddi aleme çevrilmezden bir an önce, tabii ki, sidretül-münteha çevresi büyüklüğünde olmamıştır. Mükayese için ikinci cisim yoktursa o cismin büyüklüğü-küçüklüği hakkında söz demek doğru değildir. Büyüklük-küçüklük de cismin hızı gibi nisbi anlayıştır; ikinci cisim, yani hisaplama noktası yoktursa cismin harekette mi, sükunette mi olduğunu demek mümkün değildir. Daha doğrusunu ise bu zaman o iki cisimden kenardakı üçüncü cisim bilecek, çünki iki cismin biribirisine yaklaşması ikisinin de harekette olması anlamına gelmez; olabilir birinci sükunettedir, yaklaşan ikincisidir. Olabilir ikinci sükunettedir, yaklaşan birincidir. Hatta olabilir ikisi de karşı-karşıya değil, aynı tarafa hareket ediyor, sadece, ikinci cismin hızı birincinin hızından büyüktür diye ona yaklaşıyor. Üçüncü cisme göre ise bu zaman doğru bilmek olur ki, onlardan hangısı harekette, hangısı sükunettedir. Büyüklük-küçüklük de böylece nisbidir; kainatta tenha cisim Qalaksiler kadar büyük olsa bile mahduttur, konkrettir diye sonsuzlukla mukayesede küçücük bir zerredir, biz ise cismani küçük olduğumuz için, tabii ki, Qalaksiler bizim için son derece büyüktür. Güneş sistemimiz bizim Qalaksimızın kenarlarına yakın yerleşiyor. Qalaksimiz de milyarlarla Qalaksiden oluşan yıldız toplulukları sisteminin kenarlarındadır. Yani biz Kainatın merkezinden, sidretül-münteha çevresinin merkezinden çok-çok uzaklardayız. Bu büyüklükte Ademe, tabii ki, cennet mekanı yaşamak için dar olardı; çünki hadislere göre, cennetin eni gökler ve Yer genişliğindedir. Yani Adem cennette maddi mekan büyüklüğünde olmuş olsaydı cennetin enine zorla sığardı. Ademin maddi mekan hali cennetten çıkarıldıktan sonranın son derece genişlenmiş halidir. Din de, ilim de tasdik ediyor ki, Kainat her zaman genişlenmektedir.


Maddi aleme çevrilme anındakı Adem sidretül-münteha büyüklükteki Ademle mukayesede, tabii ki, çok küçük, zerre halinde olmuştur. O bir başka sorudur ki, küçük bir cisimden bu büyüklükte alem nice yaratılmıştır. Bunun mümkünlüğüne “Büyük patlayış” teorisi artık cevap vermiştir, sadece onu diyeyim ki, her birimiz doğduğumuzda el büyüklükte bir çocuk, ondan da önce ise anne betninde yalnız mikroskop altında görüne bilecek bir zerrecik değil miyiz?


Maddi alemin bu gördüğümüz yıldızlar, gezegenler, Qalaksiler gibi büyük hali ilahi zaman ölçümüyle bir göz kırpımındaca baş vermiştir. Bu hale yetmeğin ise, tabii ki, ilkin hali ve sonrakı inkişaf merhaleleri olmuştur. Bu gördüğümüz alem maddi alemin mümkün ola bilecek en son halidir ki, çok sonralar bu son hal için Yer yüzü insanı yaratılmıştır; maddi alemin bu son haline yanlışlıkla birinci dünya diyoruz, aslında, bu, son, yedinci dünyadır. Birinci dünya ise Ademe cennetten çıkarıldığında Allahın “Ol” emrinden hemen sonrakı maddi alemin ilk, ibtidai halidir. Ona göre Nesimi diyor:


“İbtidadır, ibtidadır, ibtida
İbtidadan hasil oldu inteha”.
“İnteha” bizim yaşadığımız bu yedinci dünyadır. Aslında yedi dünya bölgüsü şartidir, bir tek maddi alem vardır. Kalan altı dünyayı Güneş sisteminin diğer orbitlerindeki ve ya diğer Qalaksilerdeki yıldızlarda aramak doğru değildir, çünki o yıldızlar, gezegenler de bu yedinci dünyanın maddiliklerindendir. Sadece, şimdilik o uzak Qalaksilere gidecek inkişaf seviyyesinde değiliz. Ama bir gün gidecek olursak oraları da bu vücudumuzla görmek-duymak derecedeki vücut ölçülerinde, intervalındayız. Yedi dünya maddi alemin biribirisinden doğan, sonrakı öncekinin bir üst hali olan, iç-içe inkişaf yoludur. Yedisi de Ademin maddi aleme çevrilişi zaman, ilkin yaratılış zamanı aynı andaca var olmuştur. Sadece, biz insan olarak önceki dünyaları görmeden en son, yedinci dünyada yaratılmışız. Ve yalnızca bu yedinci dünyayı görmek, işitmek, duymak aralığında yaratılmışız. Gözlerimiz kırmızı-viole renk dışındakı infrakırmızı ve ultraviole renkleri görmeğe, kulaklarımız yüksektezlikli sesleri işitmeğe, ciltimiz kayri-maddi hiç bir şeyi hiss etmeğe kadir değildir. Burnumuz da mahdut kokubilmeğe, dilimiz de mahdut tatbilmeğe uyğundur. Ciltimizle de yalnız yedinci dünya maddilikleri türünün dokunuşunu hiss ede biliyoruz. Bu beş duyğumuzun bu dünyadakı vücut türüyle alemi duyumumuz diğer altı dünya için çok ibtidaidir. Yani varlık alemi hiç de gördüğümüz gibi değildir, sadece, yedinci dünya, bu dünya gördüğümüz gibidir. Daha nice renkler, tatlar, sesler, kokular var ki, bu vücutla biz onların varlığını bilemiyoruz. Biz mikroalemi de göremiyoruz, ona mikroskop altında bakıyoruz ama, mikroskopun bile göstere bilemediği daha hangı mikroalemler var, o bize belli olmaz bu dünyada. Misalçün, biz ağacı ağac gibi görüyoruz ama, mikroalem için de mi o, ağactır? Hayır, o alem için ağac, sadece, molekullar, atomlar, atom nüvesi etrafında dönüşen elektronlar, o nüvelerin içindeki protonlar-neytronlar, o protonların-neytronların içindeki daha neler-neler toplusudur. O ağacın etrafını sarmış hava da öylece mikrozerrecikler toplusudur. Sadece, o mikrozerrecikler toplusu bizim yedinci dünya mühitine uyğunlaştırılarak yaratılmış derketme cihazımız için şekillenmiş haliyle, ağac haliyle görünüyor diye biz ona ağac diyoruz. Bir başkasına yıldız, bir başkasına taş, bir başkasına inek, bir başkasına da insan diyoruz, yani sonuç itibariyle, her bir şey zerreciklerden ibarettir, gördüğümüz ne varsa hepsi şekillenmedir, surettir, obrazdır. Kalan altı dünya haman o zerrecikler toplusunun yedinci dünyamızdakı şekillenme hallerine kadarkı merhaleleridir. Biz öldükten sonra kalan altı dünyayı da, yani bundan önceki altı inkişaf yolunu da göre bileceğiz. Maddi alemin önceki her inkişaf merhalesine, her dünyasına uyğun olan yeni vücutlarda yaşamakla gösterilecek bize haman önceki dünyalar, tabii ki, bir başka şekillenmeleriyle. Allah buna göre diyor ki, Biz insanların beden emsallerini değişmeye, onları bilmeyecekleri daha nice bedenlerde yaşatmağa kadiriz. Adem de Nesiminin diliyle “Bu neçe mekanı geçtim ki, bu cismü-cana geldim” derken haman o önceki altı mekandan konuşuyor. O altı mekan, o altı dünya haman bu maddi alemin içindedir, o mekanlara qeyb alemi diyorlar. “Alemül-qeybin vücudu Kainatın eynidir” misrasının açılışı budur. Öldükten sonra her birimiz o altı dünyada yaşaya-yaşaya maddi alemin en ilkin hali olan zamanına da gideceğiz, Allah bize o ibtidai mekanı da gösterdikten sonra bizi tekrar bu yedinci dünyada öldüğümüz ana getirecek ve bizden önce ölmüşlerle birlikte Kıyameti, her şeyin silinerek yok olmasını ve tekrar dirilişi bekleyeceğiz. Beş duyğumuz aynıyla kalacak, duyğular değişmezdir ve bütün insanlarda aynıdır. Değişen vücut türümüz olacak; yani duyğularımız değil, duyğu orqanlarımız, cihazlarımız değiştirilecek. Ölmek, altıncı dünyaya geçmek, sadece, başka beden türüne geçmek demektir, dünya, alem ise haman dünya, haman alemdir, şarti olarak altıncıdır. Altıncıda yaşayarak bu dünyada yaşayanları göre bileceğiz, işiteceğiz ama, müdahale ede bilmeyeceğiz. Sonra beşinciye geçerek yine başka bir beden türüyle orada yaşayacağız, bu defa yalnız yedinci dünyadakıları değil, altıncı dünyadakıları da göre bileceğiz, işiteceğiz ama, yine de müdahale ede bilmeyeceğiz. Böylece, bütün dünyalarda yaşaya-yaşaya birinci, ibtidai dünyanın da sakini olacağız. Bedence en mükemmel halimiz haman o ibtidai dünyada olacak. Ama yine diyorum ki, ibtidailik-alilik bölgüsü şartidir, merhale-merhale ğeçtiyimiz için ona ibtidai diyoruz, aslında ise ilkin yaratılış zamanı ibtidai ile ali dünya arasında, yani bu gün yaşadığımız dünya arasında zaman ölçüsü olmamıştır, her şey bir göz kırpımında yaratılmışdır. Bedenimiz ise ona göre mükemmel olacak ki, çünki o ilkin dünyadan bütün sonrakı altı dünyayı da, o dünyaların sakinlerini de göre bileceğiz, işiteceğiz. Başka sözle, maddi alemi ibtidai-ali haliyle bütünlükle, aslında olduğu gibi görebileceğiz. Yani ölüm diye bir şey yoktur; beş duyğumuzla, aklımız-şüurumuzla bir beden türünden diğer daha üstün beden türüne geçmek vardır. Ve bu bakımdan aslında dünyadan dünyaya geçmek meselesi yoktur, bedenden bedene geçmek vardır; maddi alem birdir, dünya da birdir, maddi alemin kendisidir. Sadece, maddi alemin bize yedi tür bedende yedi intervalda gösterileceği düşünülmüştür diye yaşayacağımız her intervala ayrıca dünya diyerek bu vahid alemi yedi hisseye bölmüşüz.


Belli bir devirde, Allahın seçtiği peyğamberler de o devir insanları içinden yalnız birisi olmuştur. Mesela, Musa peyğamberin zamanında ikinci bir peyğamber var mıydı? Ama bu o demek değildir ki, Allah yalnız Musa peyğamberde tezahür etmiştir. Peyğamberler de dahil her şey Allahın yarattığı değil mi? Sadece, Allah Kendi sözünü bildirmek için o devirde yalnız birisini, Musa peyğamberi seçmişti, ona seslenmişti. Ademin kendi sözünü bildirmesi için Nesimiyi seçmesinde, ona seslenmesinde fark, hem de çok-çok büyük fark bundadır ki, eğer Allah Kendi yarattığı varlıkları içinden hazret Musayı seçmişse, Adem kendi cisminden yaratılmış varlıklar içinden Nesimiyi seçmiştir. Hazret Musa adlı Kelimüllahı yaratan, yaşatan, öldüren Allahtır. Nesimi adlı Kelamü-Natiki yaratan, yaşatan, öldüren ise Adem değildir, çünki kendisi de Allahın yarattığı varlıklardandır, Allahın hükmündedir. Adem yalnız Natikdir, söz diyendir, seslenendir ama, Nesiminin ve ya bir başkasının kılına bile zarar veremez. Nesimi kamil olduğu için onun dediklerini insanlara söylemiştir ama, söylemezse Adem ona hiç bir zarar dokunturamazdı, bir başka kamil insan seçerdi kendisine. Peyğamberler de kamil insanlardır ama, Allah onları Kendisine elçi seçmişse, onlarda Onun dediklerini insanlara söylememek özgürlükleri yoktur; seçilmişlerse söylemelidirler. Hira dağında hazret Muhammed melek Cebrayılın “Oku” emrine “Hayır” deyince melek dönüp gitti mi? Hayır. Neden? Çünki Allahın emrine karşı gelmek olmaz, “Oku” demişse okumalısın. Ama Nesimi Ademin sözünü işitmeğe mecbur değildir. İsterse söyler, dediklerine emel eder. İstemezse söylemez, dediklerine de emel etmez. Bu özgürlüğü yüzünden de Halepte Ademin “Halka faş etme bu remzi, keşfü-esrar isteme” diyen israrlarına bakmadı. Yani Ademin Nesiminin diliyle qezel söylemesi onun Nesimi obrazında cahana gelmesi gibi anlaşılmamalıdır, Nesiminin sözleriyle cahana beyan olması gibi anlaşılmalıdır.


“Sevdan ile mest olmuşam, hem içmişem qemden müdam
Mesti-Elestin camıyam, neçün ki tüğyan gelmişem”.
Adem Nesiminin sevdasıyla mest olmuştur. Ama cennetten çıkarıldığı zaman devamlı qem-keder içmiştir. Çünki “mesti-elestin”, yani varlık mekanının yaratılışının param-parça olup dağılmış, sepelenmiş piyalesidir, camıdır o; bir tek Nesimi değildir yani, onunla birlikte ayrı-ayrı halde görünen bütün maddilikler onun vücutunun tüğyan olmuş parçalarıdır.


Ben demiyorum bu yaztıklarımla Nesimini tam anlamak mümkündür. Nesimini yakın müritlerinin bile tam anladığını hiç zannetmiyorum; o, büyük bir sır gibi geldi geçti bu dünyadan. Sadece, bu anlattıklarım da olmazsa onu asla ve asla anlamak mümkün olan bir şey değildir. Qezellerde müracaat objektinin acaip bir değişkenliği vardır, bu hüsus çok önemlidir. Bu deyişkenlik qezele sanki bir canlılık, bir hareketlilik veriyor. Yani aynı qezeldece Adem gah Nesimiye, gah Allaha müracaat ediyor, gah Hak Ademe sesleniyor, gah da Nesimi Ademi tarif ediyor. Hankı beytin kim tarafından söylendiğini ve kime ünvanlandığını tayin etmek o qezeli anlamağın ilkin şartıdır. Bu günece qezellerin şerhini veren nesimişinaslar bile ya bu önemli makama dikkat yetirmemişler, ya da bunu anlamakta zorluk çekmişler diye beytlere akıllarına geldiği manayı vermişler. Bazen bir qezelde bir varlık üç-dört ünvana sözünü diyor. Ekser qezeller ise dialoq halindedir. Ama hatta qezelin dialoq halinde kurulduğuna emin olduktan sonra bile hankı beytin bu dialoqdakı hankı varlığa ait olduğunu belli etmek hazırlıksız adam için çok zor bir iştir; bunu gizli tutmakla, hitaptan hitapa aniden geçmekle sanki şair bütünlükte qezeli açılması çok müşkül olan bir sır perdesine bürümüştür. Mesela, diyor:


“Üzünü menden nihan etmek dilersen, etmegil
Gözlerim yaşın revan etmek dilersen, etmegil...
Canımı ayırdın veslin şerabından, ey gözüm
Eynimi gövherfeşan etmek dilersin,etmegil”.
İlk bakışta şair sanki sevdiği bir kıza diyor bunu. Ama qezelin ardını okuyan ve Nesimi dünyasını az-çok bilen dindar öyle hisap edecek ki, Ademdir, Allaha yalvarıyor. Cennette yasak olunmuş ağacın meyvasını yeyince bedeninin değiştiğini ve Allahın ona öfkelendiğini gördüğü andır sanki, anlıyor ki, Allah bunun için onu cezalandıracak, cennetten çıkaracak. Cennetten çıkarılarsa Allahın Hüsnü-Camalı ona nihan, gizli olacak, göremeyecek artık Onu.
Yalvarış devam ediyor:


“Çünki eşqin meskenidir gönlümün viranesi
Hasrete onu mekan etmek dilersen, etmegil”.
Bedeni değişince viran olmuş gönlü o ana kadar Hüsnü-Camala olan aşkının meskeniydi, cennetten çıkarılarsa o aşka mesken olan gönlünün viranesi artık hasrete mekan olacak.
Yani sanki suçun kendisinde olduğunu itiraf ediyor Adem; gözüm gördü meyvayı, nefsimi tutamadım gibi. Ama hayır. Asla doğru değildir. Çünki Nesimi qezellerinin Ademi qem-kederden uzaktır,


“Cennetü-firdevs için bir lehze qemgin olmazam
Talibü-didare yaram, şadimanam, xürremem”,
diyor. Yani ben cennetin değil, “Yar”ın, yani direk Allahın görüşünün talibiyim, o yüzden şad-hürremim, o yüzden “Fariğem dünyada ve uqbada qemden, biqemem”. (“Fariğ”- qayğısız; “üqba”-ahiret). Buna göre diyorum ki, kimin kime müracaat etmesini bilmek esas şarttır Nesimi qezellerini anlamak için. O beytlerde Adem değildir Allaha yalvaran; Nesimi Ademe yalvararak diyor o beytleri. Gök yüzünde ikinci Güneş gibi parlamağı rica etmiş diye Ademin kırğınlığını görmüş, bu yüzden onun küsüp gideceğinden, Kelamü-Natikliğine son verileceğinden endişeleniyor. Ademin ona söz söylemesi anları “veslin şerabı”dır, madem Adem ona küsmüştür, artık onu göremeyecek, yani gözleri canını onunla vüsalın şerabından ayıracakmış.
Yukarıda gösterdiğim iki beytin arasında daha iki beyt vardır; çok-çok düşündürücü beytlerdir. Dikkat edin:


“Bergi-nesrin üzre mişkin zülfünü sen dağıtıb
Aşiqi bixaniman etmek dilersen,etmegil.
Qaşların qqövsünde müjganın xedengin gizleyib
Ey gözü mestane, qan etmek dilersen, etmegil”.
Bir aşiqin “bixaniman” edilmesinden, onun kanının dökülmesinden söz ediliyor burada. Bu dilektir, arzu ediliyor o aşiqin ölümü. Kimden arzu ediliyor? Tabii ki, Allahtan, Haktan. Eceli yazan Odur. Kim arzu ediyor? Nesiminin hürufileri isyan için Halepe topladığından rahatsız olmuş, ondan ikinci Güneş gibi görünmesi rica edilmiş Adem. Yüz binlerce günahsız insanın kırılacağındansa bir tek Nesiminin ölmesini doğru hisap etmiştir. Ama Hak Ademin bu isteğine karşı çıkıyor, “kan etmek dilersen, etmegil” diyor. Gözleri mestane olan Ademdir; şair bir çok qezelinde Ademe böyle müracaat ediyor. Yani o iki beyt Hakkın Ademe dedikleridir.
Bunu işitince Nesimi hayret ediyor. Hakka değil, Ademe diyor ki,


“Qoymuşam eşqinde men kövnü-mekanın varını
Can nedir ki, qesdi-can etmek dilersen, etmegil”.
Bu söze Ademden cevab geliyor; Nesimiye kırğınlığının sebebini anlatıyor:


”Bürqeyi açarsan üzünden meğer namehreme
Gizli esrarı eyan etmek dilersen, etmegil”.
Örtük kız yüzünde olar, o yüzden cahil sanar ki, Nesimi sevdiği kıza diyor bunu, o halde “gizli esrar” da muhtemelen kızın güzelliğidir, mehrem olmayanlar görebilir. Ama hayır. Misrada remz vardır. Adem Nesimiye diyor ki, hürufilik üstünden remz örtüsünü açmışsın, şimdi de bana ait gizli sırrı ayani göstermeği diliyorsun benden. Tabii ki, Adem kendi hakikatinin bütün beşeriyyetin bilmesini istemiştir, aksi halde Nesimiyi kendisine Kelamü-Natik seçmezdi. Ama Nesiminin devrinin cahillik derecesini bildiğinden onun remzleri bırakarak açık-aşkar tebliğine karşı çıkıyor ki, Nesimi mahva doğru gitmesin, çünki muhafazakar ruhaniler içinde böyle bir sırrı açıkca tebliğ etmek bilerekten kendini tehlikeler içine atmak, canına qesd etmek demekti. Nesimi son devirlerinde yalnız remzlersiz konuşmuyordu, hem de hürufileri açık-açığına isyana çağırıyordu:


“Ey bülbüli-qüdsi, ne giriftari-qefessen?
Sındır qefesi taze gülistan talep eyle”,
diyordu. Adem de yaratılmışlardan birisi olduğu için ileride neler olacağını bilemez, peyğamberdirse de ileride baş verecek olayları yalnız Allahın istediği kadar bile bilir; Kıyamete kadar maddi alemde, yani onun vücutunda baş verecek ne varsa hepsi ilericeden ayeler şeklinde ona bir proqram gibi verilmiştir, yani “üzü Kitabi-Münzeldir” ama, o ayeler yalnız icra olunduğu zamanda Adem bundan haberdar olabilir, icra zamanı gelmeğen ayelerden onun haberi yoktur, yani geleceği bilemiyor o. O yüzden Nesiminin başına gelecek kötülüklerden haberi olamazdı; o, sadece, Nesiminin açıkca tebliğinin kötülüklere yol açacağını tahmin ediyordu, bu sebepten de Nesiminin hayatı için endişeleniyordu. Çünki Nesimi öldürülerse Ademin kendi hakikatını beşeriyyete bildirmesi işi yarıda kalabilirdi. Beytteki “gizli esrar” ( “sırrı pünhan”) Kıyamet yaklaşacağı zaman gökte parlayacak ikinci Güneşin Ademin yüzü olacağı sırrıdır. Yani daha Kıyamete çok varken ben yalandan gök yüzünde nice parlaya bilirim, neden bu “gizli esrarı ayan etmeği” diliyorsun,”etmegil”. Hatta diyor:


“Yandırırsan gönlümü eşqinde, malum oldu ki,
Onu rüsvayi-cahan etmek dilersin, etmegil”
Yani hürufileri isyana kaldırmak hatirine böyle bir sahtekarlığa gidersem,sonra Kıyametin baş vermediğini görenler benim hakkımda neler söylerler? Rüsvayi-cahan etmek istiyor musun beni?
Ama Nesiminin isyan işinden dönmek istemediğini gören Adem yüz binlerce insanın kırılacağına bais olmaktansa Nesiminin ölümüne, Kelamü-Natiklik işinin yarıda kalmasına razı olmuş artık, o yüzden Allahtan onun ölümünü istemiştir.
Ardınca Nesiminin cevabı geliyor. Ölümden korkusu yoktur, bir tek korkusu Ademin ona küsmesidir. Aşkında doğru olduğunu, küsüp giderse hasretten belinin büküleceğini, “qeddinin keman gibi eyileceğini” anlatıyor.


“Doğruyam eşqinde oktek, kipriğin tanık durur
Qeddimi neyçün keman etmek dilersen, etmegil”.
Son beyt ise Ademin halindeki değişikliği gösteriyor; aşiqine ölüm dilediğine pişman olmuş ve Haktan rica etmiş ki, Nesimi onun böyle dilekte bulunduğuna inanmasın. Yani bilsin ki, her şeyi konuşan Haktır, O konuşturmazsa Adem asla konuşamaz. Ama Hak hakikate karşı olamaz diye bu ricayı kabül etmiyor. Çünki Ademin dilinden Kelamü-Natike yalnız Hak adına iletilen sözler Hakkındır, tüm beşeriyyete söylenmesi içindir, bunun dışında Ademin söylediği her şey bir müstakil varlık olarak Ademindir. Her iki halde Ademi konuşturan Haktır bütün on sekiz bin alemdeki varlıkları konuşturtuğu gibi ama, ikinci halde her bir varlık kendi haline uyğun konuştuğu gibi Adem de kendi haliyle konuşmuştur. Yani mesela, Kurani-Kerimin bütün ayeleri, her bir kelimesi Haktandır, onları hazret Muhammed insanlara söylemiş olsa da Hakka aittir onlar. Ama günlük hayatta sahabeleriyle, komşularıyla, ailesiyle konuşurken dedikleri onun kendi sözleridir bir beşer evladı gibi. O yüzden Nesimiye ölüm dilemek Ademin kendi sözleridir, Hakkın sözleri değildir. O yüzden Hak diyor:


“Çün yeqin bildi Nesimi ağzının var olduğun
Ol yeqini sen güman etmek dilersen, etmegil”.
Burada “ağzın var olması” mecazi anlamdadır, çünki her zaman konuşan Adem idi diye Nesimi onun ağzının var olduğunu, tabii ki, çoktan biliyordu. Ademin dudaklarını, ağzını defalarca qezellerinde vasf etmiştir. Mesela,


“Lebine ehli-nezer can dediler, gerçek imiş
Ağzına nukteyi-pünhan dediler, gerçek imiş”
( “leb”- dudak; “nukteyi-pünhan” – gizli fikir”)
Veya:


“Ağzın esrarine endişe haçan vaqif ola
Ki, üqul ehli ona nukteyi-pünhan dediler”
O yüzden beytte “ağzın var olması” Ademin müstakil fikre sahip olması anlamındadır. Yani Hak diyor ki, ey Adem, bu zamanaca Nesimi öyle sanıyordu ki, senin her bir kelimen istisnasız olarak Bendendir, guya sen Adem olarak kendinden hiçbir şey demiyorsun. Ama artık o, senin de kendi, müstakil fikre sahip olduğundan emin oldu, yeqin etti bunu. Sen Nesimide onun bu eminliğine karşı şüphe, tahmin uyandırmamı diliyorsun Benden. Olamaz ama, ne hakikattırsa hakikattır. Yani demişsinse sen demişsin.
Üstünden az mı-çok mu belli bir zaman geçiyor, aynen buna benzer ikinci qezel ortaya çıkıyor; Hak, Adem ve Nesimi bu konuya tekrar dönüyorlar. Sebep de bu oluyor ki, haman o zaman içinde aşiqine ölüm dilediğine çok pişman olmuş Adem onun “gök yüzünde görünmek” ricasını yerine getirmesi için Hakka yalvarıyor. Cevabında bakınız Hak ne diyor ona:


“Zülfünü enberfeşan etmek dilersen, etmegil
Qareti-din, qesdi-can etmek dilersen, etmegil”.
Aslında manasına, heca sayısına ve “etmegil” redifine göre birincinin devamıdır bu qezel, sadece, ilk beytte “enberfeşan” ve “qesdi-can” diye iki qafiye verilmiştir, o yüzden müstakil qezel gibi veriliyor. Nedir “zülfü enberfeşan etmek”?
Ademin zülfü ayelerdir, bizim bildiğimiz saç değildir onun zülfü. “Enberfeşan etmek” ise o ayelerin hoş atırını etrafa saçmak, yani ayelerin icrasını göstermektir. İkinci Güneşin görünmesi ayeleri onun zülfündeki o ayelerin en gizlisidir, bunu Nesimi diğer qezellerinde açıkca bildiriyor:


“Dilbera, zülfün şebinde mahi-taban gizlidir
Enberin zülfünde daim enberfeşan gizlidir”.
“Şeb” gece demektir. “Zülfün şebinde”, yani ayelerin karanlığında parlak yüzün gizlidir, ey Adem. “Enberin zülfünde”, yani enber kokulu, hoş atırlı ayelerin içinde daim en gizli olanları Kıyamete dair ayelerdir.


Ademden sonra sözünü Nesimiye diyor Hak:
“Bürqeyi terh eylemişsen, ey qemer, üzünden uş
Fitneyi-axırzaman etmek dilersen, etmegil”.
(“fitneyi-axırzaman”- Kıyamet)
Cevabında Nesimi neden remzlerle konuşmalı olduğunu anlayamadığını diyor:


“Çün enelheqden götürdü suretin mahı niqab
Sen Hakkı neyçün nihan etmek dilersen, etmegil”.
Hakkın sureti, Rahmanın sureti Ademdir. Yani ey Hakkü-Teala, “Enelheq” söylemekle senin suretin niqabı götürmüş oldu artık yüzünden. Hakikat olan bir şeyin neden nihan, gizli kalmasını istiyorsun?


Haktan bu soruya cevab geliyor:
“Qemzeden misri kılıc vermişsen esrük türke ki,
Kanbahasız nice kan etmek dilersen, etmegil”.
Hürufilerin silahı yokmuş; onların silahı “qemze”, yani ilimdi. Silahsız adamların isyana kalkarak boşuna kanlarının dökülmemeleri için remzlerle konuşmalı olduğunu bildiriyor yani Hak.
Sonra Hak Ademe sesleniyor:


“Kipriğinden canşikar okları düzmüşsen,meger
Qaşların yayın keman etmek dilersen, etmegil.
Bada vermişsen perişan zülfünü sen dağıtıp
Canları bixaniman etmek dilersen, etmegil”.
Adem “kipriğinden canşikar okları dizmiş”, yani insanları kırmak için tam hazır durmuştur, o okların atılması için “kaşlarını keman etmeği”, yani emr vermeği, aye göndermeği diliyor Haktan. Ama Hak “bada vermişsen perişan zülfünü”, diyor ona, yani rüzgara vermişsin saçlarını. “Bada vermek” ifadesi zamanca kendi ilkin manasını kayb etmiştir, sadece, “boşuna uğraşmak” anlamını almıştır. Aslındaysa “zülfü bada vermek” ifadesinin direk anlamı “başı soyuğa vermek”, “kafayı üşütmek” demektir. Yani kafayı üşütmüşsün, ey Adem, günahsız insanları kırğına vermeği diliyorsun Benden, diyor Hak.
Ardınca Haktan bu işe nokta koyan kesin emr geliyor ve Adem bu emrden Nesimini haberdar ediyor:


“Lateherrük ayeti geldi beyanın şenine
Ol beyanı sen beyan etmek dilersen, etmegil”.
Yani, ey Nesimi, Hak bana “Hareketsiz ol” emrini verdi bu meselede, o yüzden bundan sonra benden kendimi gök yüzünde beyan etmemi dileme.
Son beyt de Ademden geliyor:


“Ey Nesimi, haktan götürmek istersen perdeyi
Putperesti bigüman etmek dilersen, etmegil”.
Haktan perdeyi götürmek Ademin gökte beyan olması demektir, onu gören herkes fakt karşısında kalmış olacak, şimdiyece Nesimini ilahi alemin varlıklarıyla konuştuğu için yalancı hisap edenlerin hiçbir tahmini, gümanı kalmayacak. Ama Allahın “lateherrük” emrinden sonra artık Adem isterse bile bunu yapamaz, o yüzden Nesimiye diyor ki, bundan sonra puta tapınanları “bigüman” etmek dileğinde bulunma.
Yani Nesiminin qezellerinde hangı beytin, hangı misranın kim tarafından kime müracaat edilerek deyildiğini bilmek o beytin, o misranın manasının bir numaralı anahtarıdır. Eğer diyorsa:


“Üzün Kitabi-Münzel, zülfü-ruhundur ayet,
Ey Xaliqin kelamı, dilimde tercümansan.
Haqq suretinde gelen insan sensin cahana,
Ey Tanrının sıfatı, alemde cavidansan”,
bu, Nesiminin Ademe dedikleridir. Ardınca ise Adem Nesimiye diyor:


“Haktan gelen kelamın mücizdir, ey Nesimi
Sensen ki künte-kenzin esrarına beyansan”.
Sanki Ademle Nesimi dialoqdadırlar, bu ona diyor, o buna. Ama anlaşılan budur ki, hatta Nesimi devrindeki hürufilerin bile bir çoğu qezellerdeki bu hususu anlayamamışlar; sanmışlar ki, Adem yalnızca Nesimiye söz diyen değildir, o hem de onun cisminde tecella etmiştir, o halde Kitabi-Münzel olan yüz Nesiminin kendi yüzüdür ve demek ki, onun yüzü kıblegahtır. Bu cahillikten Adem çok kızarak diyor:


“Barmak ile gösterirler ki, üzündür kıblegah
Ol şehadetten dönübdür küfri-iman sizlere...
Abi-heyvanın qiymetin heyvana yok, Xızra sor
Çünki idrak eylemez her deqme heyvan sizlere”.
Bu yerde Nesimi ifrata varmış hürufi arkadaşlarını anlatmakta aciz olduğunu, çaresiz kaldığını bildiriyor, Ademe “şahe-xuban”, yani iyilerin, peyğamberlerin şahı diyerek:


“Eşq içinde bineva kaldım, heder cehd eylerem
Halimi erz eyleyemem, şahe-xuban, sizlere”.
Ve küsmemesi için yalvarıyor ona:
“Ehli-alem yılda bir eyd ederler kurban için
Her zaman kurbanınam, ey cümle, kurban sizlere.
Lütfi-ihsan vaktidir, şaha, mene ihsan gerek
Çün ezelden kısmet olmuş lütfi-ihsan sizlere”.
Cevabında Adem diyor:
“Ey Nesimi, xubların bir başı vardır, min dili
Eşq ile bel bağlama bu ehdü-peymansızlara ”.


“Xublar”, yani iyiler hürufilerde peyğamberlerdir. Cahillere “divler” diyorlardı. Kendilerini de Ademden bilgi aldıkları için xublar biliyorlardı. Nesimi Ademe müracaat ettikte “xub” sözüyle hem peyğamberleri, hem de hürufileri nezerde tutuyor ama, Adem Nesimiye müracaat edirken “xub” olanlar yalnızca şairin müritleri olan hürufilerdir. Yani Adem diyor sana küsmüyorum ama, inanma böyle ifrata varmış arkadaşlarına, bunların bir başı vardır bin dili, dilleri dediklerini yürekleri demiyor yani, o yüzden sevme böyle ahdsız, vefasızları.

SON EKLENENLER

Üye Girişi