Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

4. BÖLÜM 

Nesimi qezellerindeki birinci sır “Nesimi sırrı”dır demiştim. Onu açtım. Şimdi ikinci sırra geçiyorum. “Sırrı - pünhan”a yani.
Beşeriyyet Ademi görmüyor diye şair ona “niqablı gül” diyor. Gören bir tek Nesimidir, ona da inanmıyor muhafazakar dindarlık. Onu yalançı, sahtekar, fırıldakçı, dinsiz, kafir diye aşağılıyorlar. Son devir qezellerinde şair Ademe yalvarıyor ki, aç götür niqabı yüzünden, görsünler, bilsinler seni. Ama Adem neden buna gitmiyormuş? Neden gizli kalmak istiyormuş Kıyamete kadar? Niqabı götürünce hankı büyük hadise baş verebilirmiş?
Nesiminin bu yalvarışı muhafazakar dindarlığın ona karşı olan hakaretine, hücumuna, kınamalarına son vermek için miydi? Hayır. Asla. Şair ilahi aşkı yüzünden ona karşı edilen her bir hücuma karşı her zaman sakindir, bu hücumları normal hisap ediyor, onlara karşı sabırla, metanetle durmağı deli bir sevdaya düşmüş aşik gibi kendisinin kutsal görevi sanıyor. “Bir kez görmek için canını ve iki cahanı vermeğe her an hazır olduğu” Ademle görüştüğü için cahillerin neler söylemesi umrunda bile değildir. Bu yalvarışlarda şairin maksatı başkadır. Bunu yalnız hürufiler biliyor ve diğer mezhep adamlarından gizli tutuyorlardı.
Ve her taraftan yavaş - yavaş Halepe toplanıyorlardı.
“Niqabı götürmek” meselesine açıklık getirmezden önce bir hususa da dokunmak gerekiyor; bu, Nesimi qezellerinde çok ince makamdır. Şair Ademden başka perilere, cennet hurilerine, meleklere de müracaat ediyordu. Mesela, periye müracaatı:


“Mühnetinden, ey peri, haşa ki men üz dönderem
Yanaram pervanetek ber - nar, senden dönmezem
Her reqibin günde min kez tenesin nuş eylerem
Men Nesimi, sen peri, zinhar senden dönmezem”.
Ve ya melek görünce ona müracaatı:
“Hankı bürcün yıldızısan, ey melek, bilsem seni
Menzilin ref oldu yüz min kövkebü - seyyareden”
( “kövkebü - seyyare” - yıldız)
Ama hankı varlıkla konuşuyorsa konuşsun, biliyor ki, hepsi Ademin maddi alemde bu ve ya diğer görüntü formalarıdır. O yüzden melek görünce:


“Kıbleyi - iman göründü sen büti - eyyareden.
Aferin olsun, seni ne hoş yaratmış Yaradan”
( “büti - eyyare” - zirek put )
diyor. Yani melek görünce iman kıblesi hisap ettiği Ademi görmüş gibi oluyor şair. Neden? Çünki biliyor ki, maddi ve maddi olmayan külli - mevcudatın doğum, yaşam, ölüm ayeleri ilericeden inceliklerine kadar Levhi - Mahfuzda yazılıdır, o Levhi - Mahfuz da Ademin ilkin yaratılış halinin yüzündedir. Bir beşer evladı olarak Nesiminin de doğum, yaşam, ölüm ayeleri, tabii ki, o Levhi - Mahfuzdadır ve daha bu fani dünyaya gelmeden, bu maddi alem oluşmadan, on sekiz bin alemler yaratılmadan Nesimi de bütün beşeriyyet gibi o Levhi - Mahfuzda ayeler şeklinde doğmuş, yaşamış ve ölmüştür. Nesimi dünyasının bu izahı olmadan daha dünyalar, alemler yaratılmazdan önce onun Ademin yüzündeki Hak nişanesini nice göre bildiğini asla ve asla anlamak mümkün değildir. Diyor ki:


“Düşdüm ezelde zülfüne dam olmadan henuz
İçtim lelin şerabını cam olmadan henuz ”
Bu qezeldeki “Ben” Nesimi değildir. Adem de değildir. Haktır konuşan. Ademin ilkin yaratılışında Allahın sıfatlarından birisi olarak Ademde tezahür ettiği ilkin zamandan konuşuyor Hak. Ademi anlatıyor.


“Yazmış üzünde sureyi - Rahman elesselam
Arş ile kürsü, Levhü qelem olmadan henuz.
Gördüm üzünde nuru, tecellihü şövqünü
Ay ile Güneşte nuri - qiyam olmadan henuz...
Vechinde yazmış idi onun yirmi sekiz harf
Xettü - beyanü - harfü kelam olmadan henuz”.
Mana derinliğine varıldığında arif olanların akıllarını donduracak nitelikte ağır bir qezeldir. Ve son beyt. Yalnızca son beytte Nesimiden konuşuyor.


“Görmüş idi üzünde Nesimi nişanü Hak
Ol dem nişanü sübh ile şam olmadan henuz”.
Yani Nesimi Ademin yüzünde Haktan nişane olduğunu, onun beşeriyyetten farklı olarak Hak suretli insan olduğunu hele dünyalar yaranmazdan, sabahlarla akşamların nişanesi bile olmadığı zamanlardan biliyormuş. Aslında bu bilgi bütün diğer insanlara da aittir ama, onların besiret gözü açık değildir diye bilemezler. Bir tek Nesiminin besiret gözü açıktır, çünki Hak yalnızca onunla konuşuyor.
Ve madem ki, cennet huru ve hurisi de, peri de, melek de Ademin tezahür, vech formalarıdır, Adem de Hüsnü - Camalın tezahür, vech formasıdır, o zaman onlar konuşunca da onların da sözlerinin Allahtan geldiğinden emin idi şair. Yani Ademle konuşuyor ama, Adem araçılığıyla Allahla konuşuyor. Qezellerde “Nesimi sırrı” diye geçen sır budur.
Fezlüllah Neiminin idamından sonra İrana, Anadoluya, daha sonra da Halepe giden Nesimi artık remzlerle konuşmayı bırakarak bu sırrını açıyor, her şeyi açıkca söylemeğe başlıyor.


“Zülfi - rüxsarın Nesimi sırrını faş eyledi
Ki, bu esrarın beyanı arşi - Rahman gösterer”.
Veya:


“ Razımı faş etti ahım, ol sebepten ey nigar
Vesline vesl olmağa çün deqme her nadan gelir”.
( “razımı”--- sırrımı).
Adem buna kesinlikle karşıdır. Sırrın açığa çıkması zamanı daha yetmemiştir. Nesimiyi uyarıyor ki, bu işten kan kokusu geliyor, remzlersiz konuşmasın. Ne kadar ki, Nesimi insanlara onunla, sadece, Ademin konuştuğunu, “sübhçağı zamanları” Ademin onun görüşüne geldiğini diyordu, muhafazakar dindarlık onu, sadece, hayaller aleminde tahayyülüyle şiir yazan romantik ruhlu bir şair kabül ediyordu. “Derviş terki - dünyadır, onun yar sevmesi günahtır”, ”Yarın ile hoş musun?” gibi sözlerle onu kınıyorlardı. Ama onunla konuşulan makamın Hüsnü - Camal olduğunu söylemesi artık peyğamberlik iddiasıydı cahillere göre. Din alemi, tabii ki, bunu kabül edemezdi; çünki hazreti Muhammedden sonra peyğamber olamazdı.
Ama Nesimi Ademi dinlemiyor, Halep şehrine gidiyor. Açıkca mübarizeye başlamak fikrindeydi. Ama neden Anadoluyu terkediyor? Oradaca mübarizeye başlaya bilmez miydi?
Büyük İpek Yolunun üstünde olan Halep şehri şairin ilmini dört bir tarafa yaya bilmesi bakımından, tabii ki, önemliydi. Ve nesimişinaslar Nesiminin Halepe gitmekte maksatının genellikce ilmini yaymak sebebinden olduğu kanaatındadırlar. Ama o yıllarda onun buna, ilminin yayılmasına ihtiyacı var mıydı yani? Hele Teymurlengin sağlığından onun qezelleri Merkezi Asyaya kadar gidip çıkmamış mıydı? Mübarizeye başlaması için Halepi seçtiği zamanlarda müsliman dünyasının hemen - hemen her bir şehrinde, her bir köyünde şairin qezelleri diller ezberi değil miydi?
O halde neden Halep?
O zaman bu şehir Mısır memlük sultanlarının idaresindeydi. Mısır bir Kuzey Afrika ölkesi olarak Mağrip ölkelerinden hisap ediliyordu. Hadislere göre ise, Kıyametin alametlerinden birisi bu olacak ki, mağripten ikinci bir Güneş doğacak.


“ Çıktı mağripten Güneş, keşf etti eşqin remzini
Perdesi açıldı, hüsni - dilber oldu aşikar”.
Ve ya;


“Doğdu mağripten Güneş, indi Mesih
Burğu çalındı ve haşr oldu sehih”
Bakınız, Mağripten ikinci Güneşin doğmasıyla dilberin, yani Ademin hüsnü aşikar oldu, diyor. İsayi Mesih indi göklerden, sur çalındı, meşher oldu, diyor. Kıyamet daha olmamış ama, oldu diyor. Kıyamet zamanı insanlar hepsi mahv olmuş ki, sur ikinci kez çalınmış ve haşr, yani tüm insanların yeniden dirilişi baş verdi, diyor. Diyelim bir Kelamü - Natik gibi Kıyamet devrine ait ayelerin icra olunacağı zamanlardakı hadiseleri besiret gözüyle gördüğünü diyor. Ama Ademin hüsnü neden aşikar olmuş ikinci Güneş görününce? Ümumiyyetle, Halep devri qezellerinde Kıyamet, ikinci Güneş, mehşer gibi konular neden ağırlık basıyor?
Belki Kıyamet yakınmış ve Mağripten doğacak ikinci Güneş o olacaktı Kıyamet koparmak için Halepte ?!


Hayır, hayır. Nesimi kendi devrinin dünyevi ilimlerinin yanı sıra Kurani - Kerimi ve hedisleri mükemmel biliyordu. Bunca ilimli bir imamü - mezheb anlamaya bilmezdi ki, Kıyametin yaklaştığını gösterecek alametlerden birisi olan ikinci Güneşin zühuru Ayın ikiye bölünmesi gibi gerçek anlamdadır, çünki bu , sehih olduğu kadar da manası müstakim hadislerdendir. Eğer o, kendisini haman ikinci Güneş ilan etmiş olsaydı, buna hürufilerin kendileri bile inanmazdı. Kıyametten az önce gök yüzünde Güneşten çok daha parlak ikinci Güneş görünmelidir; Halepte, Mekkede, Medinede, Hebeşistanda, Mısırda -falanda değil, mutlaka gök yüzünde görünmelidir. Ve de Batıdan doğmalıdır o parıltı. Bunun aksini ve ya mecazi anlamını kimse kabül etmezdi. Eğer Nesimi Kıyametin yaklaştığına inanıyormuşsa ve buna göre Anadoludan Halepe gitmiş, hürufilerin de oraya toplanmasını istemişse, onda böyle çıkıyor ki, şehir hakimi Yaşbek Kıyameti hürufilerin kiyama, isyana kalkmaları gibi anlamıştır. Bu yüzden şehir içindeki hürufilerden başka kale etrafındakı çöllüklere toplanmış Nesimi müritlerinin çadırlarının gitgide arttığından telaşa düşmüştür. Nezere almak lazımdır ki, Mısırla Osmanlının münasebetleri hiç de iyi değildi ve türkler memlük sultanlığının sınır şehirleri için daimi tehlikeydi. Bundan on beş yıl önce Ankara yakınlarında sultan Bayaziti ağır mağlubiyyete uğratan Teymurleng artık on yıldan çoktu ki, hayatta değildi. O öldükten kısa bir sure sonra oğullarının taxtü - tac uğrunda didişmeleri babanın kırk yıllık bir zamanda kolu gücüne kurduğu koskoca imparatorluğu temelinden sarsıtmışdı. Osmanlı bu yüzden kısa bir zamanda toparlanmış ve Avrupaya da, Orta Doğuya da , Batıda Karakoyunlulara da yeniden kuvvetini göstere bilecek bir hale gelmişti. Mısırın onunla sınırda olan şehirleri, köyleri her an elden gidebilirdi. Azacık isyan tehlikesi olacağı halde hemen karşısı alınmalıydı.


Tabii ki, her bir dindar gibi Nesimi de bilmemiş değildi ki, Kıyametten önce mehdi sahibezzaman zühur etmelidir. Onun gelişi beşeriyyetin tamamen dinsiz olduğu zamanlar olmalıdır. Mehdi bütün dünyayı yeniden dine getirecek, ondan sonra beşeriyyet yeniden dini terkedecek. Ve yalnız ondan sonra Kıyamet yaklaşacak.
Ama dünya tamamen dinsizlemiş miydi? Mehdi sahibezzaman gelmiş miydi?


Cengizhanın hücumlarından sonra yaklaşık yüz kırk yıl moğal baskısı altında olan Orta Asya ruhaniliyi o “kafirlerin zulmünden kurtulmak için” savaş meydanına yenice atılmış genc Teymuru fetvayla “mehdi sahib ez - zaman” ilan etmişlerdi ama, o, hakikaten de, mehdi miydi? Eğer mehdiymişse neden o zamankı dünyaya belli olan üç kıtada --- Asyada, Avrupada, Afrikada islamı tamamen hakim din haline getirmemişdi? Neden koskoca Çin, Hindistan, ümumen Uzak Doğu, Afrikanın yarıdan çoğu dinsizler yuvası olarak kalmıştı? Hatta o, hakikaten de, mehdi olmuş olsaydı ve o öldükten sonra Halepteki hürufiler gök yüzünde, hakikaten de, ikinci Güneşin parladığını görmüş olsalardı, hankı mantıkla Nesimi onları Halep şehrinde hakimiyyeti ele geçirmek için isyana kaldıracaktı? İkinci Güneş doğacaksa, demek, Kıyamet an meselesidir; bütün beşeriyyet bir andaca mahv olacaksa, dağlar didilmiş yün gibi göklere atılacaksa, depremlerle - vulkanlarla her şey dağım - dağım olacaksa hakimiyyeti o kısa süre için ele almağın ne önemi varıydı yani?
Ama Nesimi israrlı idi; müritlerini yakın zamanda gök yüzünde ikinci Güneşin görüneceğine inandıra bilmişti. Çünki...
Bakınız, “niqab” meselesi budur... O, Ademe yalvararak onu dile tutacağına inanıyordu ki, tek birce kere o Güneşten, Aydan çok - çok parlak yüzünü gök yüzünde beşeriyyete göstersin.


“Göster üzünü bir kere, ta ki Nesimi can vere
Çün eydü - ekberdir üzün, yüz can ona qurban gerek”.
( “eydü - ekber” - büyük bayram. Kurban bayramı)
Yüzünü görünce neden ona canlar kurban gitmeliymiş?
Çünki bu parıltı hürufileri harekete geçirmek için gökten bir işaret olacaktı, herkes sanacaktı ki, bu, hedislerdeki haman o ikinci Güneştir.


“ Camalın fitnesi tuttu cahanı
Çıkarıb perdeden razi - nihanı...
Görün ki, qemzesiyle uykudan
Oyardı fitneyi - axırzamanı”
(“razi - nihan”- gizli sır. Başka sözle, “sırrı - pünhan”)
Yani Hüsnü - Camal perdeden “razi - nihan”ı, gizli tutulan sırrı açığa çıkardığında, Ademin yüzünü açık - aşikar gök yüzünde beşeriyyete gösterdiğinde “cahanı fitne tutacak”, Kıyamet kopacak, ahirzaman olacak. Yani Nesimiye göre, Kıyametten önceki ikinci Güneş, hakikaten de, Ademin yüzünün görüntüsü, “niqabı yüzünden götürmesi” olacak. Ve bunu Halep devrinde artık:


“Axır - zamanın fitnesi ol gözleri şehla imiş
Gel düş onun sevdasına, gör ki, ne xoş sevda imiş”,
diye açık - aşikar söylüyordu.
Ama asıl Kıyamete daha çok kaldığını bilen şair hürufiliği hakim makama getirmek için Ademe Kıyamete kadar bir kere yüzünü göstermesi için yalvarıyordu.


“Götür niqabını , xalqa görün, ey şemsü - qemer”.
Ve ya:


“Sal bürqeyi üzünden, ya suretü - Rahman
Terh eyle gümanı
Her kim ki camalın göre, ey xosrovü - xuban
Qurban ede canı”.
( “ Xosrovü - xuban” - iyilerin şahı. Yani Adem)
Ama tabii ki Adem buna gidemezdi, hatta Nesimiyi kırmak istemezse bile bunu yapamazdı, çünki bir yaratılış olarak o da Allahın emrindedir. Allahın emri olmadan hiçbir şeyi kendisiinden yapamaz. İkinci Güneş gökte bir kez görünmelidir ve yalnız Kıyametten bir az önce. Bu, Allahın emridir ve Allah vaadinde doğrudur. Ve on sekiz bin alemde, Kainatta giden proseslerden en küçüğünü bile ilericeden tayin ettiğinin aksine değişmez ve ya onlara ilaveler etmez. İlericeden Levhi - Mahfuzda ne nice yazılmışsa öylece de olmalıdır. O yüzden Adem anlatıyor ki, hakikaten de,


“Lamekanın tahtına sultan menem
Künte - kenzin sırrına bürhan menem”,
ama kendi başıma değilim, böyle hile de bana yakışmaz, çünki:


“Men vücudi - mütleqem, mütleq derim
Hak tanıktır, Hak bilir ki, heqq derim
Künte - kenzin sırrını müğleq derim
Eyledi barmak ile Ay şeq derim”.
( “müğleq”- aydın olmayan)
Yani, ey Nesimi, gök yüzünde ikinci Güneşin görüneceği zaman Ay şaqqalanmalı, ikiye bölünmelidir. Bu olmadan nasıl görüne bilirim Kıyametmiş diye? O “güneş”in benim yüzüm olacağını yalnız hakiki Kıyamet öncesi bilmeliydi beşeriyyet, o zamanaca bu bir sır olarak kalmalıydı, hatta peyğamberlere bile bunu “müğleq”, aydın olmayan şekilde anlatmışım, bir tek sana itibar ettim açtım bu sırrı, sen ise bütün beşeriyyete bildirdin.
Yüksek iman ve derin bilik sahibi olan Nesimi bunu güzel biliyordu ama, o, Kelamü - Natiklikten başka hem de şair idi. Şairler ise hayalsever, aşkın gözü de kör oluyor. Deli sevdasına umutluydu zavallı. Adem onu kırmazdı herhalde.
Ama, maalesef, umutu hakikat öldürüyor. Adem bir süre görünmüyor, şairle konuşmuyor.
Şair zaman - zaman umutsuzluğa kapılıyor, ya Rab, Adem tamamen küsüb gitti mi diye. Böyle manevi böhran zamanlarında kırk sekiz yaşlı şair sanki dünyadan çoktan el götürmüş yüz yaşlı bir uhtiyar idi. “Hanı ol günler ki, geçti dilberi - eyyar ilen” diye feryat ediyor,


“Ta meni teqdirü - Yezdan eyledi senden cüda
Dide giryan, sine büryan, men bu ahü - zar ilen”
( “teqdirü - Yezdan” - Allahın takdiri; “cüda” - ayrı; “dide”- göz)
diye göz yaşlarını sel gibi akıtıyor. Ademi kınamıyor, bu “cüda”nın, ayrılığın takdirü - Yezdanla, yani Allahın takdiriyle olduğunu diyor.
Niqabı yüzünden götürmek istemezsin, beşeriyyete görünmek istemezsin, sen bilirsin ama, öncelerdeki gibi bir defa olsun gel, göreğim seni, gelmezsin kafir ola bilirim, belime zünnar bağlaya bilirim, diyor. Belki Adem onun kafir olacağına razı olmasın da gelsin diye.


“Barı hakka, bir dexi göster mana didarını
Yoksa kafir oluban bel bağlaram zünnar ilen”
( “dexi” - daha; “didar”- görüş; “zünnar”- hilafette hristianların müslimanlardan farklanmak için bağladıkları kemer).
Bilsem ki, yar yolunda ölürüm, yine bu yoldan dönmem, diyor. Korkuyor ki, Adem ondan tamamen yüz çevirsin, ilahi bilikleri vermek için bir başkasını seçsin.


“Yar yolunda ger ölürsem, Hak bilir, qayıtmazam
Qorxuram menden dönüben yar ola eğyar ilen”.
Hatta hürufileri Halepe topladığı için, gökte parıltı olacağı an isyana kalkmağa hazır olmaları için müritleriyle gizli söhbetler ettiğine bile pişman oluyor. Ademe olan aşkına ant içiyor ki, bir daha hiç kimseyle böyle gizli konular etmeyecek.


“Ey peripeyker, senin eşqin mana olsun haram
Bir dexi söhbet tutarsam sensizin deyyar ilen”
Ve nihayet, son beytte Ademin sesini duyuyor . Adem, tabii ki, onun haline acıyor. Yalvarışlarına duramıyor. Ama yapabileceği hiçbir şey yok. Çünki feleğin gerdişi Allahın emriyledir. Ademin isteğiyle değil. Allah nasıl dilerse öyle olur. Adem Allahtan öne geçemez.


“Ey Nesimi, sen feleğin gerdişinden qem yeme
Şadlık enduh iledir, hem qızılgül xar ilen”
( “enduh” – keder; “xar” – diken )
Yani Adem ona sabırlı olmağı, haliyle barışmağı tavsiye ediyor; nice ki kızılgül dikenlidir, şadlık da qüsseyle, kederle birdir, diyor. Yani Allah her sıkıntıdan sonra kolaylık verendir.
Ama şair onun sesini işitmek için değil, mübarek yüzünü görmek için yanıp yakılıyor.


“Canımı yandırdı şövqün, ey nigarım, hardasan?
Gözlerim nuru, iki alemde varım, hardasan?
Bağrımı qan eyledi acı ferağın, gel iriş
Ey lebi veslet, şerabü - xoşgüvarım, hardasan?..
Senden ayrı gönlüme yoxdur vefalı yare - dost
Ey cefasız, hüsnü kamil yadigarım, hardasan?
Ve ya:


“ Dildara müştaq oldu can, onun camalın arzular
Hicrine katlanmaz gönül, yarın vüsalın arzular”...
“Bir daha görmek camalın gönlüm, ey can, arzular
Xesteyi - derdü - ferağın derde derman arzular”.
Ama “xesteyi - derdü - feraq”, yani ayrılık derdinden hasta olmuş Nesimi derman arzu ediyorsa da Adem ondan yüz çevirmiştir. Halepe topladığı müritleri de, demek ki, ikinci Güneşi göremeğecekler gök yüzünde. Onlara ne diyecek? Şairin dünyası dağılmış artık. Bundan sonra yaşamakta mana göremiyor. Bir an önce ölmek istiyor.
Susuyor şair. Halep ve civarı hürufilerle kaynayıp taşıyor. Şair ise susuyor. Günün çok kısmını kendi fakir hücresine çekilerek sessizce ağlıyor, düşünüyor. Düşünüyor, ağlıyor. “ Senden iraq, ey senem, şamü - seher yanaram” diye. Yemek içmeği de unutuyor. Hayatının ikinci ve en ağır depressionundadır.


“ Çok dualar qılmışam men Xaliqin dergahına
Çün muradım hasil olmaz, men duanı neylerem?
Ey müslimanlar, bilin ki, yar ile xoşdur cahan
Çünki yardan ayrı düşdüm, bu cahanı neylerem?”
İlk defa bundan on altı yıl önce ağır depressiona düşmüştü; Elince kalesi civarında mürşidi Fezlullahın dört ata bağlanarak şaqqalanması zamanı. O dehşetli idam zamanı:


“Ey müslimanlar, medet, ol yare - pünhan ayrılır
Ağlamayım neyleyim, çün gövdeden can ayrılır.
Ey senem, hicran elinde naleyi - zar eylerem
Gözlerimden sanasan deryayi - ümman ayrılır...
Takatım, sebrim tükendi, yarsız men neylerem
Eqlimi şeyda qılan ol çeşmü - fettan ayrılır”


diye ah - nalesi göklere çıkmıştı. İdam zamanı o da orada, hürufi arkadaşlarının arasındaydı ve bütün o vahşet sahnesini gözleriyle görmüştü. Fezlullah gibi büyük bir alimin bunca vahşi bir şekilde idamı onun ince şair kalbini öyle sarsıtmışdı ki, idamın hemen ardından yakın arkadaşlarının sıkı koruması altında Güney Azerbaycana giderken intiharın büyük günah olduğunu unutarak sıldırım kayalıkların başından atlamak, o dünyada sevimli mürşidine kavuşmak istemişdi. Arkadaşları mane olmuşlardı, “ Fezlin ölümünden sonra imamü - mürşidimiz sensin”, demişlerdi, “sen de olmazsan başsız kalırız”. ( Hele on yıllarca öncelerden “Beni aksak birisi öldürecek” diye yazılarında ilericeden bildiren Fezlullah idamından az önce Şirvanşahın talebi üzerine onun sarayına giderken müritlerine vasiyyet etmişdi ki, idamımdan sonra Nesimi mürşidiniz olsun. Bu gizli vasiyyetten Teymurlengin haberi yoktu, yoksa belki de onunla birlikte o gün Nesimi de idam edilecekti. O yüzden Nesimiye, sadece, meşhur bir şair gibi bakıyordu. Fezlullahın ise “Cavidane - kebir” ( Büyük ebediyyet) adlı eserini okumuşdu; onun fikirlerinin mevcut dini tasavvürleri temelinden sarsıta bilecek bir gücte olduğu kanaatine vardığı için idamını talep etmişdi. Yani Nesimi ve ya diğer herhankı bir şair ona asla gerek değildi. Guya o idam zamanı Nesimi de tutuklanarak Teymurun hüzuruna getirilmiş ama, büyük emirin yüzüne cesaretle kınayıcı sözler dediğine göre emir ondan hoşlanmış, onu affetmiş ve hatta bir kaç gün onu aziz misafiri gibi ağırlamışdır. Hatta guya o bir kaç günde şairle olan söhbetlerinden sonra Teymurlengin dünyaya bakışları değişmiş ve o zamandan da kana - kırğına son vermişdir. Bu tür konular yazarların hayallerinin mahsülüdür.
Tarihte Nesiminin Teymurlengle görüşü olmamıştır. Ve Fezlin ölümünden sonra da Teymur kandan - kırğından uzak durmamıştır. Bir yıl sonra sultan Bayazitle savaşmış, üç yıl sonra da, yani ölümünden az önce Hindistan üzerine hücum emrini vermiştir.)
Ama Fezlullahın ölümü zamanı düşdüğü depression şimdikinin yanında bir heçti sanki.


“Dünyanın nazü – neimi, bağü – bustanı mana
Sensiz, ey sultani – xuban, bendü – zindan oldu, gel.
Ol gönül ki, işi daima işi seninle vesl idi
Yandı şövqünden, esirü – zindan oldu, gel.
Canımın canı vüsalındır, vüsalından onu
Ta ki ayırdı felek, biçare bican oldu, gel.
Aşiqin bağü - gülistanı üzün gülzarıdır
Hankı gülzarın adı gülsüz gülüstan oldu, gel.
Çün Nesimi senden ayrı bildi ki, yoxdur vücut
Küfrü - iman, veslü - hicran yerle yeksan oldu, gel.
Şehir hakimi onu tutuklayıp zindana saldığında da hiçbir mukavemet göstermemişdi. Mahkeme zamanı da susmuştu. Dört hakim onu qezellerinde küfr olduğu için kafirlikte suçlamıştı. Ama kendi beraatı için bir kelme bile dememişti. İdamına fetva verildiğinde de, sultandan o fetva esasında idam hükmü geldiğinde de, hatta idam zamanında da susmuştu.
Ölüme susarak gitmişdi şair. Dünyanın işine bak ki, gönülleri titreten binlerce qezel diyen şairin ölüm zamanı beşeriyyete diyecek sözü kalmamıştı sanki.
Binlerce qezellerinde kıymetsiz inciler misali onca sözler söyledikten sonra onu idama layik bilen beşeriyyete başka ne söylemeliydi ki? .

*

Yalnız türk dünyasının, yalnız müsliman Şarkının değil, bütün beşeriyyetin iftiharı olan Nesiminin idamını talep eden muhafazakar dindarlar, nadanlık yüzünden şairin kanına susamış ülemalar idama götürülen şaire nifrin, lanet yağdırıyor, islam dünyası bu “büyük kafir”den , nihayet, kurtulacak diye seviniyorlardı. O gün Halep şehrinin baş meydanına toplanmış şehir cemaatının, hürufi müritlerin ve sufi dervişlerin ise yürekleri kan ağlıyordu. En çok hürufiler sarsılmışlardı; gök yüzünde ikinci Güneşin parlayacağını bekledikleri halde adı diller ezberi olmuş sevimli imamü - mürşidin ebedi susturulacağını göreceklerdi. Bütün şehri bürümüş insan selinin isyan edeceğinden ihtiyat eden şehir hakiminin emriyle hem meydan, hem de bütünlükle şehir kalesi ordu birlikleri tarafından yüzük gibi ehateye alınmışdı.


Ama Adem haklıymış; hürufilere çok da umutlanma, “eşq ile bel bağlama bu ehdü - peymansızlara” diye zamanında şairi çok haberdar etmişdi. O ise onu dinlememişti. Ne o gün, ne sonrakı günler, haftalar, aylar, yıllar içinde müritlerden isyan adına bir ses çıkmayacaktı. Sanki ezelden yokmuşlar gibi. İsyana kalkmaları için gök yüzünde ikinci Güneşin parlayacağını bekliyormuşlar herhalde. Bekleyerek de ihtiyarlamış, dünyadan göçmüş, tarihe karışmışlardı.


Şairin facialı idam haberi kısa bir zamanda bütün islam dünyasına yayılmış, yayıldıkca da bu dehşetli habere her ağız bir renk katmışdı. Ve sonunda bütün müsliman ümmeti öyle sanmışdı ki, guya şairin diri - diri derisini soymuşlar. Ve hatta guya idam zamanı çok ünlü bir şeyh demiş ki, bu o kadar katı kafirdir ki, bunun bir damla kanı bile kimin üstüne düşerse derhal o yer kesilib atılmalıdır. O an şairin kanından bir damla onun parmağına düşüyor. Diyorlar, ya şeyh, parmağını kesmek gerekiyor, fetvayı kendin vermişsin. Şeyhin korkudan yüzü ağarıyor. “Aman, hayır, ben sadece bunun kafirlik derecesini anlatmak istedim”, diyor. Ve guya şair de bunu görünce “ Zahidin bir parmağın kessen dönüp haktan kaçar. Gör bu gerçek aşiqi serpa soyarlar, ağrımaz” beyti geçen qezelini söylemiştir.


Tabii ki, bu, halkın uydurduğu efsanedir. Qezel tam bir Nesimi qezeline yakın olmuş olsa bile hakikatle hiçbir alakası yoktur. Onun mahkemesi ve idamı aslında nice olmuşsa anlatacağım. Ama önce Nesimi dünyasının derinliklerine böylece vardıktan sonra yazımın başında üstünden sır perdesini götüreceğim dediğim o meşhur qezelin tamamıyla yeni izahını vermeliğim sizlere. Bu qezel sanki Nesimi şiiriyyatının mühürüdür; ömürleri boyunca onun bir tek qezelini bile okumayanlar da bu qezelin ilk misrasını mutlaka biliyorlar:

“Mende sığar iken cahan, men bu cahana sığmazam”.
Bu günece bu qezeldeki arap - fars kelimelerinin tümünün izahı belli olsa da mısraların ve bütünlükte qezelin, sadece, harfi manası hakikat gibi sunulmuştur nesimiseverlere, çünki Nesimi dünyasının kapısından içeri bile girilememiştir.
Nesimi qezellerinin küll halinde Vatikanda bulunması Sovyetlerin uzaya yol açtığı, komünizmin dünyaya meydan okuduğu devire tesadüf ediyor. Tabii ki, o devirde beyinleri Allahsız bolşevik tebliğatıyla yıkanmış “nesimişinaslar”ın bu qezelleri temeline kadar araştırarak şairin asla ve asla kafir olmadığı kanaatine varabileceklerini beklemek akılsızlık olardı. Okudular, araştırdılar ve yekdillikle tasdik ettiler ki, evet, şair, hakikaten de kafir olmuştur ve buna göre de “amansız islam dünyası” onun diri-diri derisini soymuşdur. Cahillik yüzünden kururlandılar bile, bakınız, nice cüratli şairimiz var, Allaha karşı çıkmış, insanı Allahtan üstün hisap etmiş, diye. O zamankı toplum böyle esassız yaklaşımıyla şairin kemiklerini kabirde sızlattığının, onun ilahi aşkla dolu saf ruhuna tükürdüğünün farkında bile değildi.
Sovyetlerden kurtulduk. Peki bu gün şaire yaklaşımımız nicedir?
Maalesef. Değişen bir şey yok. Altı yüz yıl Şark alemi onu nice kafir hisap etmişse bu gün de öyledir.
Nesimi de bütün ölmüşler gibi Ahiret dünyasında diridir. Bizi görüyor, işitiyor. Biz onu kafir hisap ettikce bizden uzaklaşıyor o. Kardeşlerim, o bizimdir, Azerbaycanındır, Şirvanındır, türk milletinindir, kemiğine kadar türkoğlu türktür. Onun asıl değerini biz vermezsek, kendisi Şamahıda dünyaya geldiği halde, babası Seyyid Muhammed, kardeşi Şahxendan Şamahıda ebedi uyudukları halde, tabii ki, Nizamiye fars şairi diyen komşularımız onu da kendilerinden hisap edecekler günün birinde. Nesimi türkce yazdığı için şimdilik ona fars şairi değil, İran şairi demeye başlamışlar. Sanki Sasanilerden sonra orta çağlarda İran adlı devlet olmuş, Azerbaycan topraklarını kendi içine almış, bu yüzden Şirvan cemaatı da İran tebaası hisap ediliyormuş. Tarih böyledir ki, Şirvan şahlığı kendi devlet müstakilliğini ta Şah İsmayılın oğlu Birinci Tahmasib devrine kadar korumuştur, yani Nesiminin ölümünden yüz yirmi yıl sonra Derbentle Kür arasında olan bu topraklar Sefevi - kızılbaş - türk devletine katılmışdır. O zamana kadar ise Şirvan cemaatı Şirvan tebaası hisap ediliyordu. Nesimi 1369 yılında Şamahı şehrinde dünyaya geldiğinde Azerbaycan ve fars toprakları, başkenti Tebriz ilan edilmiş İlhani moğal devletinin terkibindeydi. Onun çocukluk ve genclik yıllarında moğallara karşı savaş açan Emir Teymur onları mağlup ederek bu topraklara sahiplenmiş, yalnızca Şirvan şahlığına bağımsızlık vermiş, onu kendi müttefiki ilan etmişdi. Bunun mukabilinde Şirvan ordusu Derbent keçidini korumalıydı ki, büyük moğal hakanı Toktamış hanın Heşterxan taraflardan beklenen hücumunun karşısını alsın. Anadolu ve Suriye topraklarına hücum etmeği kafasına takmış Teymurleng kendi ordusunun arkasından gelebilecek moğal tehlikesini önlemek için Şirvan şahlığına müstakillik vermişti, yoksa Şirvanşah İbrahim-Evvelin kara kaşına - gözüne aşik değildi. Teymurun ölümünden sonra ta Sefevilere kadar yaklaşık yüz yıl boyunca da fars toprakları göçebe türk Karakoyunlu ve Akkoyunlu padişahlarının hakimiyyeti altında kalmıştı. Yani Nesiminin bütün hayatı devrinde Şirvanşahlar müstakil, fars toprakları ise türkoğullarının tapdağı altında olduğu halde İran masalı da nereden çıktı? Yok eğer “İran şairi” derken “İran” bir devlet değil de, sadece, coğrafi anlamdadırsa ve fars toprakları fars düşüncesinde Hemedana kadar değil de Araza kadar uzanıyorsa, yine de Şirvan şahlığı bu coğrafya dışındadır; Şirvan şahlığı Kürden yukarı başlıyor ta Derbente kadar uzanıyordu ve Arazla Kür arasındakı Aran - zemin topraklarını da, bu gün Ermenistan adlanan toprakları da, Nahçıvanı da zaman - zaman İran devleti değil, bu şahlık kendi içine alıyordu. Yani coğrafi bakımdan da Şirvan İrana değil, Kafkasyaya aittir. Bu yüzden Nesiminin Şirvanşahlar tebaasından bir Kafkasya türkü olduğunu inkar etmek, mesela, Sadi Şirazini İlhani moğalları tebaasından bir Asya şairi gibi ve ya Firdevsini arap hilafetnin şairi gibi kabüllenmeğe benzer.
Eynşteyne sormuşlar “Hayat nedir?”, demiş ki, “Ben hall edilmiş problemler üzerinde düşünmüyorum”. Şimdi biz de aleme belli olan tarihi meseleleri bir kenara bırakarak Nesiminin o meşhur qezelinin şerhine geçelim.

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi