Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 

 

3.BÖLÜM
Ademle ilk görüşüne kadarkı biliklerine eski bilikler diyor şair, hürufiliğe kadarkı sufi devrine ise eski zaman, eski takvim. Ademle her görüşünden aldığı ilahi bilikler o eski takvimin her defa bir az daha eski olduğunu, itibarsız olduğunu anlatıyor ona. O yüzden saqiden, cennet hurisinden camı getirmesini rica ediyor. Ve nihayet, sonuncu beyt: şair camı istemesinin nedenini Ademe sübh rüzgarıyla ilettiği ricada bildiriyor.


“Sen Nesimi razını, ey dan yeli, yara yetir
Sensizin halim perişan, biqerar oldu yine”.
Görüyor musunuz, nevruzla, gül ile, bülbül ile başlayan ve toplam yedi beytten ibaret olan küçücük bir qezelin mana açılımı nerelere gitti?
Onun anlaşılmaz dini hakikatler barede dedikleri dini tasavvürlerde büyük bir çevriliş idi. Tabii ki, Ademin ilkin ve cennete girme halinin Yer insanının ilki gibi olduğunu kabül etmiş ananevi, mühafazakar dindarlar onunla barışamazlardı. Onun dediklerini tamamen küfr hisap ediyorlardı. On sekiz bin alemi yaratmazdan önce Ademi yaratmıştır Allahü - Teala, diyor şair. Yaratacağı alemlerin ayelerinden oluşan Ana Kitabı Ademin yüzündeki Levhi - Mahfuza yazmış, sonra alemleri yaratmışdır. Yani alemlerin yaratılışı Ademin yüzündeki Ana Kitabdakı ayelerin icrasıdır. Dolayısıyla, alemlerin varlık hali Ademin yüzündeki ayelerin mecmusudur. Alemler Levhi - Mahfuzdakı ayelerin suretiyse, ayeler o alemlerin aslıdır. Bu yüzden Ademe “On sekiz bin aleme ayine oldu suretin” diyor şair. Alemler bir gün ezelden yokmuş gibi siline bilir ilahi tarafından ama, onların aslı olan Levhi - Mahfuzdakı ayeler ebediyyen silinmez, çünki Adem ebedidir. Ve yaratılışın aslı ayeler halinde hifz olunduğu için Allahü - Teala Kıyametten sonra istediği alemin bir kum tanesine kadar tamamen aynısını tekrar yaratmağa kadirdir. Ve de istediği kadar aynısını yaratmağa kadirdir.


“ Ey Nesimi, vechü - Allahın kelamıdır üzün
Ki bu vechüllah içinde fezlü - Rahman buldum uş”.
Vechü - Allah, vechüllah Ademdir. Onun içinde yazılıdır Rahmanın fezli olan ayeler. Ve Nesimi de yaratılmışlardan birisi olduğu için Rahmanın o vechüllah içindeki, Ademin içindeki ayelerinden , kelamlarından birisidir. Aynı qafiyeli, aynı on beş hecalı diğer qezelde ise böyle diyor:


“Ey Nesimi, dilberin vechi kelamullah imiş
Men onun vechinde bismillahir - Rahman buldum uş”.
İlk bakışta aynı manalı beytlerdir. Ama hayır. Bu beytte “dilberin vechi” vechüllah değildir. Çünki dilberin kendisidir vechüllah; vechü - Allahdır, Ademdir o. Demek dilberin vechi vechüllahın, yani Ademin vechidir. Maddi alemdir yani. Daha doğrusu, Ademin cennetteki halinin “kun fe kane” olarak maddi aleme çevrilmesidir ki, bu alemde her şey Rahman adıyla, “bismillahir - Rahman”la başlar. Yani birinci beytte maddi olanın aslının Adem içindeki aye olmasından, ikinci beytte ise Ademin içindeki ayelerin maddi alemde maddiyat gibi görüntüsünden söz ediliyor.


“Dilberin vechi”, yani maddi alemin yaratılışı on sekiz bin alemin yaratılışından sonranın işidir. On sekiz bin alemlerden birisi olan cennetler aleminde yaratılacaktı o alem. On sekiz bin alem ise Ademin ilkin yaratılışından sonranın işidir. Adem yaratıldığı zaman o alemler varlık halinde mevcut değillerdi. Ademin yüzünde “müselsel hatt ile mestur idi”, gizli idi yani o alemler ayeler şeklinde. Allahü - Tealanın emri üzerine Ademdeki o ayelerden tezahür edecekti o alemler. Yani önce Ademdir vech olan, sonra bu vechten on sekiz bin alemler vech oluyor, daha sonra bu alemlerden birisi olan cennetler mekanında maddi alem vech oluyor. Yani “vechin vechinin vechi”dir bu maddi alem. İç - içedir yaratılış. Birisi diğerinden tezahür edendir. Nesimi de maddi alemin içinde vech olanlardan birisidir. O yüzden diyor:


“Külli şeyin halika la reyba illa vechehu
Gör bu vechi ki, ne vechin vechine bürhan olur”.
Şair vechüllahın vechinin vechine bürhan, delil olduğu için, yani bunca insanlar içinde ilahi hakikatleri Ademin bir tek onunla paylaştığı için bahtiyarlığını bildiriyor bu beytte. Beytin birinci misrası Kurani - Kerimdendir. Tercümesi böyledir: “Onun vechinden başka, şüphesiz ki, her şey ölüb gidendir”.
“Onun”, yani Allahü - Tealanın vechinden başka. Vechi kimdir? Adem. Daha doğrusu, Ademin ilkin yaratılış hali. O vechten başka her şey ölüb gidendir. Aksi halde Allahü -Teala onu melekler ve cin için secdeye layik bilmezdi.
Ademle alemler mukayesesinde alemler surettir, Adem ise işin aslı. Ama Ademle Allah mukayesesinde Adem surettir, asıl olan Allahtır.


“Çün on sekiz bin aleme vücudum oldu ayine
Ol suretü - Rahman menem ki, halka mestur olmuşam”.
( “mestur” - gizli)
Bunu Adem diyor Nesiminin diliyle. Nesimi ise onu görünce bu yüzden böyle diyor:


“Merhaba, insanü - kamil, canımın cananesi
Alemin cismi sedeftir, sen misin dürdanesi?
Vechini sebül - mesani okuyan günden beri
Gör ki ne divana düşmüş aşiqin divanesi?”
Hankı vechini? İlkin yaratılış halini. O halinde onun yüzünde “sebül - mesan”ı, yani Fatihe suresini okumuş şair, okuyunca da asıl imanın ne olduğunu anlamış diye aşiklerin en divanesi olarak “deli olmuş”, Hakkı bulmuş yani. ( Ve burası da çok önemlidir ki, bunu şair hele genclik yıllarından, “Seyyid” adıyla yazdığı zamanlardan anlamıştır.


“Şemi - vahdettir camalın, söhbeti rövşen kılır
Karşıda çok - çok yanadır Seyyidin pervanesi” ).
Yani maddi aleme kadarkı yaratılış makamları konkret vücut, fert, görüntü halinde olsalar da kesinlikle müstakil makamlar değiller. Tabii ki, ilkinden, Allahü - Tealadan başka. O, yaratılmamıştır, Ezelden vardır. Alemlerin Rabıdır. Hiçkimse onu doğmamış ve hiçkimseyi de doğurmamıştır. Diğerlerin ise birisi diğerine bağımlı, herbirisi öncekinin sureti, sonrakının aslıdır. Bir tek Allah hiçbir şeyin sureti değildir, bütün sonrakıların ise aslıdır. Ademin ilkin hali Allahü - Tealanın Hüsnü Camalının suretidir, on sekiz bin alemin ise aslı. Ademin cennetteki hali onun ilkin halinin suretidir, maddi alemin ise aslı. Maddi dünya Ademin cennetteki halinin suretidir ama, hiçbir şeyin aslı değildir, çünki bu dünya “aşağıların en aşağısı”dır, bundan aşağı hiçbir yaratılış makamı yoktur. O yüzden bu beyt Ademin ilkin yaratılış haline aittir. Aynı qezelden diğer bir beyt ise Ademin cennetlik haline aittir. Diyor ki:


“Ol şahidü - qeybi menem ki, Kainatın eyniyem
Ol nitqü - Rabbani menem ki, dilde mezkur olmuşam”.
Yani benden sonra cismimden yaratılmış maddi alemin, Kainatın eyniyim, aslıyım ama, benden yukarıda olan Rabbın nitkiyim.
O halde şaire sorduklarında ki, “peyğamber misin?”, şair bu soruya nice cevap vermeliydi? Farsca “peyğünber” sözünün tercümesi “haber getiren” demek değil mi? “Peyğamber değilim” derse diyeceklerdi “haber getirmiyor musun göklerden?”


Evet. Getiriyordu. O, ilahi bilikleri qeyb aleminden alıyordu. Ama hiç bir qezelinde peyğamber olduğu barede bir kelime bile yoktur. O, Kelamü - Natikdir. Peyğamberler Allahın unutulduğu, Allaha şerik koşulduğu ortamda Yaradanın vahid olduğu haberlerini getirenlerdir. Nesimi yaşadığı devirde ise içinde olduğu mühit Kuzey Afrikadan Hindistana, Kafkaslardan Yemene kadar Allahı tanıyanların, Onun Kitablarını, meleklerini, peyğamberlerini kabüllenenlerin, ahirete inananların ümmeti olan mühittir. O ümmete Tövhidi vaaz etmeğe ihtiyac yoktur. Nesimi Tövhid hakkında değil, Adem hakkında konuşuyor. Rahman hakkında değil, suretü - Rahman hakkında konuşuyor. Hak barede değil, suretü - Hakk barede konuşuyor. Adem hakkındakı yanlış tasavvürleri dağıtıyor, Ademin asıl halini anlatıyor. Ve sadece Ademi anlattığı için de bu haberleri qeyb aleminden getirdiği halde “peyğamberlik” etmiş olmasına rağmen kendisine peyğamber demiyor, Kelamü - Natik diyor. Ve bunu şair demiyor, bu, şairin sözleri değildir; bunu Adem onun ağzıyla diyor. Ve bu sözler Ademin de kendi sözleri değildir; onun ağzıyla Hak konuşuyor. Ve Hak kendi adına konuşmuyor, onun konuşması bütün Hüsnü - Camalın konuşmasıdır. Yani Nesiminin Adem hakkında dediklerinde “küfr” bulunmuş olsa bile bunda Nesimi asla ve asla suçlu bulunmamalıdır. Sözler Haktan geldiği için de onlarda küfr olmaz asla. İnsanlar Nesiminin dediklerini yanlış anladıkları için ve ya ümumen anlayamadıkları için onları küfr hisap edebilirler. Ebu Cehller, Ebu Lehebler hazret Muhammedi anlayamadıkları için onu “dinsiz, imansız” hisap etmiyorlar mıydı? Bedevi cahillerin başçısı Malik ibn - Auf “o kudretli cini diz çöktürmek bana borc olsun” diyerek kendi cahil sürüsünü çekerek peyğamberle kanlı savaşa kalkmadı mı Hüneyn deresinde?


Ademi anlatırken onunla alakalı diğer mevzulara da dokunuyor şair tabii ki. Ruhül - Kudüs melek Cebrayıl mı? Ve ya yalnız melek Cebrayıl mı? O, Ruhül - emindir. Ruhül - Kudüs ise ilahi nurdur, Ruhül - Evveldir ki, maddi ve maddi olmayan her bir şeyin zatında vardır; bu nursuz hiçbir mevcudat yoktur. Bir kum tanesi bile konuşa bilse der ki, o nur bende de vardır. Yalnız insan konuşa bildiği için “Hak bendedir” demiştir. Melek yalnız nurdan ibaret değildir, o da yaratılmışlardandır; işıktan olan vücutu değil nur, vücutunun içindekidir. Ademin vücutu değil nur, vücutu od - toprak - hava - sudur. Nur onun içindeki ruhtur. Bir ağac, bir kömür yanınca kül olan onun vücutudur, işık saçan ise onun içindeki nurdur, alev zamanı ışık hızıyla onu terk ettiği için işık saçıyor.


Hak Adem vasıtasıyla bir tek Nesiminin ağzıyla konuşmuyor; konuşan kim varsa, mümin - kafir, ihtiyar - çocuk, erkek - bayan, hristian – yahudi - muhammedi, hazret Ömer - Ebu Cehl - firavun, derviş - sultan, Teymurleng - Cengizhan, hepsini konuşturan Haktır. Hak insanların herbirisini aklına, gönlüne, durumuna, haline, makamına göre onun kendi dilinde konuşturuyor. Teymurlengin diliyle Hak, tabii ki, kasap - bakal - demirçi gibi konuşmaz; çünki Teymurleng hükümdardır, pazar adamı değildir, aklı - düşüncesi - emeli savaşa hedeflidir. Nesiminin diliyle ise hükümdarmış gibi konuşamaz, çünki o, tarikat lideridir, şeyhtir, şairdir, ilahiyyatçıdır. Hiçbir insan kendi kendisinden konuşamaz; Hak konuşturmazsa hiçkimse bir tek kelime, bir tek harf bile diyemez.


Bak buradaca ince bir makama dokunmak gerekiyor. Nesimiye göre onunla konuşan Ademdir diye Kelamü - Natikdir. Yani şaire göre natik Ademdir, o ise onun kelamıdır, kelamını söyleğendir. Adem ise diyor ki,


“Söyleğen Haktır menim dilimde herdem, yoksa men
Çahar enasirden mürekkep bilisanü - ebkemem”.
( “çahar enasir” – dört ünsür, yani od - toprak - hava - su; “bilisanü - ebkem” - susmuş dilsiz)
Yani Adem diyor ki, Hak konuşmazsa, konuşturmazsa ben dilsizin birisiyim. Şair Hakka Allahın nuru dyerek şiirinin, nezminin Ondan geldiğini bildiriyor.


“Nezmi Nesiminin yeqin Allahü - nurun şerhidir
Ol nuru her kim bilmedi, Haktan nesibi nar imiş”.
( “Nar” - cehennem ateşi; “nezm” – şiir. ).
Ve ya:
“ Sen değilsen söyleğen, Haktır, Nesimi söyledi
Ol ki aydır, hem zeminü asimanın nuruyam”.
( “aydır” - diyor; “zeminü - asiman” - Yer ve gök)


Yani Adem değil söyleğen. Ademin diliyle “Yerin, göklerin nuruyum” diyen Hak söylüyor Nesiminin söylediklerini. Demek, nice ki, Nesimi beşeriyyet için Ademin Kelamü - Natikidir, öylece de Adem qeyb alemi için Hakkın, Allah nurunun, Ruhül - Kudüsün Kelamü - Natikidir. Ademin vücudu değil, içindeki nur Ruhül - Kudüsdendir. Eğer Adem diyorsa ki, “On sekiz min alemin mövcudu gönlümdür menim”, bu, Ademin kendi sözleri değildir, bu sözleri Hak, Ruhül - Kudüs, Allahın nuru Ademin diliyle Nesimiye diyor. Bu, Allahü -Tealanın Hüsnü - Camalındakı nurdur, maddi ve maddi olmayan herşey bendendir, benim, diyor.


“Alemül - qeybin sıfatı menden oldu aşikar
Ey besiretsiz, meni gör ki, ne zatü - ezemem”.
Ve Hak bütün Mübarek Adlar yerine konuştuğu için “maddi ve maddi olmayan herşey Hüsnü - Camaldandır”, gibi anlaşılmalıdır.
Ademin kendisi de, ona secde eden melekler de benim, bendendir, diyor Hak. Arşi - Rahman da, Kainat da, Adem de, Ademe edilen secde de, haşr da, Kıyametten sonrakı hesap günü de, müminin kalbi de, Ruhul - Kudüs de benim diyor Hak.


“Hem menem insü - melek, hem Ademü - xaki ile
Bulmuşam hem arşü - Rahman, cümle oldum Kainat
Ademem, hem Ademe oldum sücud ihlas ile
Tutmadı ol emri, şeytanü - leini nara at
Hem menem haşr ile mezher, hem menem yövmül - hisab
Hem bu yövmün haceti, hem olmuşam ehli - zekat.
Müminin kalbi, sefası, hem menem Ruhül - Kudüs
Hem sıfatımdan olubdur aleme nuri - necat ”.


Hak da diğer Mübarek Adlardan her birisi gibi Allahü - Tealanın Hüsnü - Camalındadır, Onun konuşması Hüsnü - Camalın konuşması demektir. Fikrim bir az daha aydın olsun diye böyle bir mukayeseyle diyeyim: insan vücutunun da her bir noktası konuşmaz, konuşan yalnızca ağızdır. Ama ağızın konuşması bütün vücutun konuşması gibidir. Çünki ağızdan çıkan söz bir tek ağızın değil, bütün vücutun sözüdür. Öylece de Hakkın konuşması diger bütün Mübarek Adların sözüdür. O yüzden anlamak lazımdır ki, Nesimiyle Adem ( öylece de melek, huri, peri) vasıtasıyla konuşan Allahın Hüsnü - Camalıdır. Eğer Nesimi diyorsa


“Ademi - xakiden Esma öğrenenlerdir melek
Divin aslı od idi, öğrenmedi Esmamızı”,
( “Ademi - xaki” - toprak Adem )
bunu Hak Ademe diyor ama, burada Hak bütün diger Esmail - Hüsna adından konuşuyor. Diyor ki, Yüce Mecliste Adem eşyaların adlarını değil, Mübarek Adları söylerken melekler ondan öğrenmişler o Adları ama, “div”, yani İblis alevden yaratıldığı için öğrenmemiş Onları.


“Ondan Esma okuduk, Esmai - küll derler bize
Qem değil div er müsellem tutmasa devamızı”.
( “müsellem” – mübahiseedilmez )
Bakınız, Ademden Esma okuduk, diyor. Öğrendik demiyor. Yani o Mübarek Adları Ademin diliyle Biz okuduk. Esmai - küll, yani bütün Adlar, yani Hüsnü - Camal okudu o Mübarek Adları. Ademi yalnızca Hak konuşturmuştu ama, bütün Adların yerine konuştuğu için “Biz” diyor, “Ben” demiyor. Ama İblis bunu anlamadıysa, bunu Ademin konuştuğu gibi anladıysa “Bize qem değil”.
Ama konuşanın konkret olarak hankı Mübarek Ad olduğunu bildirmek gerektiğinde Hak “Biz”den “Ben”e geçiyor.


“Men ki mana gülşeninde söylerem bülbül gibi
Hasret eyler nitk ile tutiyü - şekkerxa Bize”.
“Mana gülşeni” Ademdir. Mana gülşeninde söylemek Ademde söylemek, onun diliyle söylemektir. “Tutiyü - şekkerxa” Nesimidir. Yani Mübarek Adların içinde bir tek konuşan benim, diyor Hak. Ben konuşuyorum ama, bir tek bana değil, Bize hasret ediyor tutiyü - şekkerxa. Çünki bütün Adların yerine konuşuyorum, yalnız kendi Adıma konuşmuyorum. ( Kurani - Kerimdeki ayelerde Allahın adından neden “Biz” yerine bazen “Ben” deyilmesinin cevabı da bundadır. Nesimiden başka hiçbir yerde buna bu kadar mantıklı izah bulamazsınız).


Şair Ademi vesf ettiği zaman yüzünü ona tutuyorsa da onunla konuşanın Hak olduğunu bildiği için diyor:


“Suretin vasfını sordum ise her taifeden
Meninin güzgüsüne suretü - Rahman dediler
Seni bu hüsnü - camal ile, bu lütf ile gören
Korktular Hak demeğe, döndüler insan dediler”.
Yani Adem Esmail - Hüsnadan farklı olarak konkret vücut halinde olduğu için ona Hak diyememişler, insan demişler. ( Beşer evladı değil, qeyb aleminin insanı demişler. Nesimi dünyasında qeyb aleminin insanı yaratılış, vücut bakımından beşer evladından tamamen farklıdır). Aslında ise o, Esmail - Hüsna sıfatlarının mahdut kısmının “çahar enasir”le, yani od - toprak - hava - su ile yoğrularak Hüsnü - Camalın tezahür formalarından birisi gibi yaratılmışdır. Hak Esmail - Hüsnanın Ademde olan sıfatları adından derken


“Ümmühatın zübdesiğiz, Hakka mezher olmuşuz
Şöyle zatız ki, bulunmaz bir dexi hemtay Bize”,
bunu nezerde tutuyor. “Ümmühatın zübdesi “ annelerin gövheri demektir. Araplar od - toprak - hava - su ünsürüne “anneler “ diyorlardı, yedi sema cismine ise “babalar” . Yani Adem çahar enasirle yoğrulup yaratılarak Hakkın mezheri olmuştur ve ona beraber ikinci bir yaratılış bulunamaz.


“Cennet ehli ki, üzün bağına, ey cennetü - hur
Rövzeyi - xüld ile rizvan dediler, gerçek imiş
Möcüzat ehli ki, yazın görücek suretine
Levhi - Mahfuz ile Kuran dediler, gerçek imiş ”.
Hak Nesimiye bunu anlatıyor ki, Adem bir görüntüdür Allahü - Teala için bir yaratılış olmak itibariyle, cennette çok yüksektir makamı, cennet hurudur o, cennetten önceki ilkin halinde ise bütün cennet bahçeleri onun yüzünde aye şeklinde yazılıdır, Kurani - Kerimin hifz olunduğu Levhi - Mahfuz da onun yüzündedir, onu görüntü eden çahar enasirdir. O görüntü, o çahar enasir olmazsa Biz ilahi sıfatlar olarak Hüsnü - Camala ait, kimseye görünmez ilahi nurlarız.


“Çahar enasirdir Bizi suretde kıldıran karar”.
Hak anlatıyor ki, Biz Ademi on sekiz bin alemi yaratmağa maksat olarak yaratmışız. Yani Adem Hüsnü - Camalın mezheri olmakla alemlerin yaratılışında ilkin aşamadır; önce o alemlerin nice yaratılacağı hakkında ilahi emrler, ayeler yazılmıştır Ademin yüzünde, sonra Allah “Ol” deyince bir andaca o ayelerin icrası baş vermiştir ve Ademin yüzündeki Levhi - Mahfuza yazılı haman o ayelerden cennetler alemi de dahil olmak üzere on sekiz bin alem yaratılmıştır. Yani bir vücuttan on sekiz bin “vücut” yaratılmıştır. Sonra o alemlerden birisi olan cennete salınmış Ademden, daha doğrusu, Ademin cennete sığacak ikinci halinden bu maddi alem yaratılmıştır. Yani Ademin ilkin hali on sekiz bin alemin yaratılmasından bir önceki makamdırsa, Ademin cennetlik hali maddi alemin yaratılmasından bir önceki makamdır.


“Ey Camalın mezheri zatü - sıfat
Sende zahir oldu resmü - feli - zat
Ay üzündür Hakk -Teala güzgüsü
Pertövi - çöhrenden oldu Kainat”.
(“pertövü - çöhre” --- parlak yüz )
Ve ya:
“Çün Nesimi Ademi bildi ilahın mezheri”
İşte rövşen mezherin medlul dalı mendedir”.
Bu, oldukca büyük vasıfdır Adem için. Bu sözlerde meleklerle cinin neden Ademe secde etmeli olduklarının cevabı vardır. Yarattıklarından hiçbirisini Adem yüceliğinde yaratmamıştır Allahü - Teala. Ve madem ki, Adem “ilahın mezheri”dir, Mübarek Sıfatlardan oluşan yüce bir varlık olarak Ademin Nesimiyle konuşması Hüsnü - Camalın Nesimiyle konuşması anlamındadır. Yani Nesimiyle konuşan Allahtır, Adem aracılığıyla konuşuyor.
Bak, Nesimi qezellerinde zaman - zaman hatırlanan, bazen bir tek mısrayla dokunularak üstünden geçilen, sanki diğer mısralardakı fikirlerin gölgesinde saklanmağı istenen sır --- “Nesimi sırrı” budur.
Yani Nesimi “ya Rab”, “ya Hakkü - Teala”, “ya Rahman” derken kesinlikle Ademe değil de, Allah'a, Onun Hüsnü - Camalına, Onun Mübarek Adlarına müracaat ediyor. Ona yüzünü tutarak kudretine hayranlıkla Ademi soruyor.


“Ya Rab, ol üzün çırağı şemü - xaverden midir?
Ya Rab, ol servin yanağı verdü - ehmerden midir?”
Yani şair Allahın Adlarından birisi olan Rabdan Ademin çok parlak iman şölesi saçan yüzünü, yanaklarının gül gibi kırmızılığını soruyor. Ademe “yüzü niqablı gül” diyor.


“Ya Rab, ol mişkin selasil ki, niqab olub güle
Mişki - tatari deyim, ya sünbüli - terden midir?
Ol yanağın cüresinden esrimiş Ruhül - Qüdüs
Ya Rab, ol camın şerabı abi - kevserden midir?
Ey şekerdendir diyen ol cani - şirinin lebi
Billah onu baxşıya sor, gör ki şekerden midir?..
Berqü - nesrin üzre, ya Rab, ol dizilmiş inciler
Sübhdemi vaxtında düşmüş çey mi, ya terden midir?..
Dilberin cövrü tükenmez, aşiqin bahtı uyur
Baht eder, ya Rab bu cövrü, yoksa dilberden midir?
Ol saadetli kemer ki, qucur onun belini
Talihi mesut imiş, ya kuvveti zerden midir?”
Bu füsubkar qezelin hiçbir şerhe ihtiyacı yoktur zannindeyim. Her şey belli. Sevgili yara hayranlığın bunca incecik ifadesini bu günece okuduğum hiçbir şairin şiirinde göremedim vallahi. Şahsen bana sorarlarsa “ Nesiminin zariflerden zarif, hoş sabah rüzgarı gibi ruh okşayan qezeli hangısıdır?”, hiç düşünmeden “bu qezeldir” derim. Böyle bir şaire bu gün bile kafir diyenlerle onu küfrde suçlandırarak idam edenler arasında ne fark olabilir yani? Adam bu dünya sakini olsa da sanki bir ayağı qeyb aleminde olmuştur. Son beytte, bakınız, nice yumuşak bir tarzda buna işare vuruyor:
“Adı mahv oldu Nesiminin, qelem çek harfine
Ey bu defterden habersiz, ol bu defterden midir? “
Yani, ey bedbaht düşman, Nesimi cismen mahv olabilir, Yer yüzü “defter”inden sile bilirsin onu ama, o, ruhen bu defterden midir ki? Sildin nolacak, silmedin nolacak? İlahi alemin defterinden nice sileceksin onu?

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi