Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 2.BÖLÜM

Şair o geceye kadar hiç bir zaman, hiç bir yerde böyle bir güzellik görmemiştir; bütün yaratıcılığı boyunca bunu itiraf ediyor. Bu güzellik onu ondan almış, “gönül evini yağmalamışdır”. Can ile iki cahanı vermeye razıdır, yeter ki, yine onu görsün.


“Gel meni qurtar ferağından ki, kafir canına
Damu etmez bu azabı ki, mana hicran eder.
Can ile iki cahanın ver, nigarın veslin al
Kim bu beyi kılmadı, sermayesi hüsran eder”.
( “damu” – cehennem)
Rüyada ilk defa görünce onu melek sanıyor. Ama o zamanlar daha bilmiyormuş ki, Ademmiş o. Daha doğrusu, Ademin cennetteki hali. Sonralar bilecekti ki, onun gözüne huri, peri şeklinde görünen de odur.
Sonra bu “dilber”, “nigar” onun rüyalarına devamlı gelmeğe başlıyor, onunla her defa ilimden, hikmetten konuşuyor, Kurani-Kerim ayelerinde bazı karanlık kalan makamları anlatıyor ona şiirle. Yalnızca sübh zamanı, dan yeri sökülmeğe yakın anlarda geliyormuş o. İlahi alemden güzel haberler getiriyormuş ona. Her defa onun gelişinden az önce ılık, hoş bir sübh rüzgarı hiss ediyormuş şair. Buna “nesim” diyorlar. Sübh nesimi. Adem bazen uzun zaman görünmediğinde Nesimi sübh nesimine soruyor onun halini.


“Ey nesimi-sübhdem, billah şu yarım hoş mudur?
Ol hebibim, dilberim, alemde varım hoş mudur?”
Ve her böyle görüşten sonra şairin sanki ilahinin kudretinden yoğrulmuş acaip güzel şiirleri yaranıyor. Yaranınca da işitenlerin kalbini ovsunluyor sanki. Mısralara inci gibi dizilmiş sözler, bazen üç - dört - beş anlam ifade eden mısralar deli aşktan vulkan gibi püsküren şair gönlünden bedaheten, sanki kendi - kendiliğinden bir şelale gibi aktıkca akıp gidiyor. Seyyid Ali Seyyid Muhammed oğlu bundan sonra önceki lakaplarını bırakıp “İmadeddin Nesimi”, ve ya kısaca “Nesimi” lakapı götürüyor kendisine. Ve kısa bir zamanda bu şiirler bir tarafta Afrikanın kuzey memleketlerine, Mağrip ölkelerine, diğer tarafta Asyanın ortalarına, Maveraünnehre kadar gidip çıkıyor. Ve müsliman şarkında ondan çok sevilen, ondan yüce bir şair olmaz oluyor. Bu lakapla sanki “dilber”in, “nigar”ın gelişini haber veren sübh rüzgarına, nesime minnettar olduğunu göstermek istiyor şair. “Nesimi”, yani nesimden olan, nesime ait, nesime has.


“Çün gördü Nesimi üzünü zülfe dolaşmış
Bildi şebi-hicr ötdü ve vakti-seher oldu”
Yani onun gelişinin sübh zamanları ve de rüzgarla, yani “bad ile” olduğuna öyle alışmış ki, “şebi-hicr”in, ayrılık gecesinin bittiğini ve sübh açılmakta olduğunu artık onun yüzüne dolaşmış zülfünü görünce biliyor.


“Bad ilen gönder mana saçın buyin her sübhdem
Ta ki yandım, geçti hadden intizarım, hardasan?”
( “bad” – rüzgar)
Veya:


“Sübhdem dildarımı gördüm, otağından gelir
Öyle sandım huridir, firdevs bağından gelir
Ya meger nuri –t ecellidir, eyan oldu yeqin
Ay ile Gün teleti gülgün yanağından gelir”
Sübh zamanları onun gelişinden cennet atırı bürüyormuş her tarafı. Hatta Yer yüzü atırları, Çin nafesi, enberi - falanı gözünden düşmüş artık şairin.


“Çin nafesinden bezdi can, enberden usandı gönül
Her sübhdem ol dilberin zülf ile xalın arzular”
Şair onu görmediği zamanlar ona selamını, yürek sözlerini de haman o sübh rüzgarına, dan yeline diyor.


“Sen Nesimi razını, ey dan yeli, yare yetir
Sensizin halim perişan, biqerar oldu yine”
Melek sandığı varlığın vefalı olması, onun görüşüne devamlı gelmesi, sıradan yoksullardan birisi olan, malı - mülkü, var - devleti olmayan miskin bir dervişe, “fakir bir geda”ya gönül vermesi şairin nezerinde ilahinin ihsanı gibidir. “Kudreti kamil olanın adeti ihsan olur”, diyor.


“ Gerçi ihsan ettiğin daim vefadır aşiqe
Sen vefalısan, vefa kıl ki, cefa çendan gelir”
(“çendan” – o kadar)
Veya:


“Lütfi - ihsan vaktidir, şaha, mana ihsan gerek
Çün ezelden kısmet olmuş lütfi - ihsan sizlere”
Şair, ümumiyyetle, ne zamansa bir gün qeyb aleminin varlıklarıyla temas kuracağını beklemiyormuş. Arzusunda değilmiş demek hiç doğru olamaz yani. Böyle bir şeyi kim arzulamıyor ki? Şamahı medresesinde mükemmel tahsil almış, mantık - cebr - yıldız ilimlerinin inceliklerine sahiplenmiş şairin böyle bir teması arzulaması tam normal bir şeydir. Ama o devrin yüksek ilim almış adamlarının en büyük arzusu ilim aldıktan sonra dünyayı gezmek, insanları, halkları, şehirleri, köyleri görmek, tanımak idi, aksi halde tam ilim sahibi olamıyorlardı. Nesimi de dünyagörüşünü artırmak için gezergi hayatı seçmişti kendisine mürşidi Fezlüllah Neimi gibi. Ama samimi olarak itiraf ediyor ki, qeyb alemiyle teması onun için qefil, beklenmeden olmuştur.


“Senin eşqindir, ey dilber, mana hem mürşidü hem pir
Qefil men eşqine düşdüm, nedir çare, nedir tedbir?”
Veya;


“Nagahan bir Aya verdim gönlümü
Can ile yağmaya verdim gönlümü
Hüsnü bihemtaya verdim gönlümü
Münteha balaya verdim gönlümü”
( “nagahan”- qefilden, beklenmeden; “hüsnü bihemtay”- güzelliği eşsiz, benzersiz olan; “bala”- yüce ).
Hatta görüşüne gelen varlığın ilk zamanlarda hankı varlık olduğuna kesin karar veremiyor.


“Bilmenem huri misin, yoksa melaik, ya peri
Kim ki gördü üzünü, şermende oldu, hu tutar”
( “şermende olmak” – utanmak).
Hurilerin gözleri iri oluyor. Bunun gözleri ise çekik imiş. Moğal - Çin insanlarının gözlerine benziyormuş.


“Ol moğol-çin nergizinle çünki kaptın gönlümü
Bağrımı cövrünle pürxun, ey dilaram, eyleme”
Veya:


“Gözümden gerçi dilkeşdir saçın şivesi amma
Nesimiyi bu sevdaya bırakan ol moğol - çindir”
Veya:


“Ne yağmacı moğol - çindir bu, ya Rab !
Gözün sevdaları yağmaya düşmüş.
Neden düşmüş saçın hindusifat kim?
Yanağın hemrayi laleye düşmüş”
( “hemra” – kırmızı).
Veya:


“Ol moğol - çin nergizinle çünki kaptın gönlümü
Çün bilirsen ki, ne gizli dürlü esrar ondadır”
Ümumiyyetle, Nesimi onu, sadece, sifat türüne göre değil, yaratılış itibariyle de kesin türk bilmişdir. Hint tavuğunun yüzü gibi nazik yüzlü, çekik gözlü, uzun düz siyah saçlı, yağmacı bir Orta Asya türkü gibi tasvir etmişdir onu.


“ Ol alı çok ala gözün gönlüm evin yağmaladı
Yağmaçı türkün adeti her handasa yağma imiş”
Yani madem ki, türktür, gönlümü qaret etmesinde, yağmalamasında acaip bir şey yoktur. Neden? Çünki türkün adeti savaştır, yağmadır, sahiplenmektir.
Demek ki bu sıfattaymışsa huri değilmiş şairin rüyalarına giren o sırlı varlık.
Peri imiş mi? Hayır. Perilerin kanatları oluyor. Bunun ise kanatları yokmuş.
Melek de değilmiş. Meleklerin de kanatları oluyor. Üçer, dörter, beşer kanatlı oluyor melekler. Hem de melek qeyb aleminden haberleri ona rüyasında niye getirmeliymiş? Hem de melek haber getiriyorsa, o zaman Nesimi peyğamber olmalı değil mi? Ama peyğamberlik hazreti Muhammedle de bitmedi mi?
Daha akılalmaz tarafı budur ki, eğer o melekmişse, Nesimi onu görünce neden korkmamıştır? Son büyük peyğamber bile melek Cebraili görünce korkuyormuş. Allahü-Tealaya yalvarmış ki, kendisini görmeyeyim, yalnızca sesini işiteyim. Ve Allahü -Teala da onun bu yalvarışına göre ilk defalardan sonra Rasulillaha onun yalnızca sesini duyurmuştur. Nesimi ise o sırlı varlığı görünce ona bir gönülden bin gönüle aşik olmuştur. Onu yine görmek için dünyaları vermeğe hazır olmuştur.
Nihayet, sonrakı gelişlerinin birisinde sırlı misafir şaire açıkca adını söylüyor:


“Gerçi mühiti - ezemem, adım Ademdir, Ademem
Dar ile künfekan menem, men bu mekana sığmazam”
Şair onun büsbütün ayelerden oluşan vücutunu görünce onu Ruhül - Kudüs sanıyor.


“Ruhül - Qüdsün nefesidir nitqü - Nesimi
Hakk der ki, yine dembedem elminnetü - lillah”
Sonralar meleklerle de, perilerle de, cennet hurileri ile de görüşleri olmuştur Nesiminin. Onlar da, tabii ki, son derece güzelmişler ama, şair mukayese ederek onların güzelliğini Ademin güzelliği yanında bir hiç sanıyor.


“Vermez seni min cennetü, min hura Nesimi
Sen aşiqe hem cennetü, hem hurü - cinansan”
Ademi görünceğe kadar da Nesimi dindar idi. Kendisi de, babası da, dedesi de soyları peyğamberden gelen seyyidlerdendi. Seyyid Ali Seyyid Muhammed oğlu derlerdi ona doğma vatanı Şamahıda. Ama yalnız Ademin bütünlükle ayelerden oluşan vücudunu görünce imanın ne olduğunu derk etmişdir. Anlamış ki, Levhi - Mahfuz, “Xetmi – Kuran”, Rövzeyi - xüld ile rizvan, suretü - Rahman dediği bu nurlu, mübarek camaldır iman diye anlatılan şey.


“Ol dem ki, üzün görmüşem, yüz yerde secde kılmışam
İman şehadet etmişem, onda müsliman olmuşam”
Veya:


“Kabeden dönderdi üzün kim ki gördü üzünü
Gör ne gerçek kıbleyü - divara döndermiş üzün”
Veya:


“Ey qaşınla kipriğin, mişkin saçın ümmül - kitab.
Ehli -Tövhidin imamü mürşidi Kuran olur”
Veya:


” Yazılıdır sehfesinde suretin inna-feteh
Harf - harf onun üzünde xetmi - Kuran gizlidir”
Veya:


” Levhi - Mahfuz oldu qaşın, kipriğin eşq ehline
Suretin lövhünde, ey can, Hak dedi Fürkan gelir”


Nesiminin qezellerinin mayasını bak bu fikir teşkil ediyor. Sanki insanların itaatle imanın farkını anlamadıklarını, namazlı - oruclu her hankı bir dindarın kendisine “ben imanlıyım” demesini gören Adem Nesiminin diliyle insanlara imanın aslında ne olduğunu anlatıyor. Şair anlatıyor ki, ey zahid, sen, sadece, itaat ediyorsun, o dünyada cennetliklerden olarak ebediyyen cennet insanı gibi yaşamak arzusundasın. Biz ise ehli - aşikleriz, ehli - itaat değiliz, suretü - Rahmana kavuşmak hasretiyle yanıyoruz. Arzuladığınız cennet Ademin cennetten önceki halindeki yüzündedir, biz hürufiler sizlerden farklı olarak o yüze, suretü - Rahmana kavuşarak ebediyyen cennet huru ve hurisi olmak arzususyla yaşıyoruz. Cennet insanı gibi değil, cennet huru ve hurisi gibi ebediyyen yaşamak --- Adem Nesiminin diliyle insanları bak buna davet ediyor.


“Nesimi çün vüsalından irişdi cennetü - hura
Ne mehşerden hesab eyler, ne damunun azabından”
( “irişmek” – yetişmek; “damu” - cehennem )
Veya:


“Ey Nesimi, cennetü - hur ol nigarın veslidir
Çün men ol mehbubu buldum, cennetü - hur olmuşam”


Yani cennet huru olmak için Ademin vesline yetişmek gerektir, bunun içinse onun Nesiminin diliyle söylediklerini kabüllenmek lazımdır. Ben o mehbubu bulmuşum diye artık cennet huru olmuşum. Öldükten sonra mehşerde hisab vermem, cehennem azabından da telaşlanmam, çünki yüksek cennetlerde yüksek makamda olacağım.
“Tesbih ile seccadeyi arz kılma ehli - hala”, diye şair ananevi dindarlığa anlatıyor ki, tesbihle seccadeden çok - çok ileridir ilim. Çocuklar gibi şarakhaşarak tesbih çevirmektense al bir ilim öğren yani.


“Aşiqü - sadik tuzağın kuşu, ey zahid, değil.
Dane düzme tesbihi, seccadeyi dam eyleme”
( “dam” – tele)
Yani, ey ilimsiz dindar, sadik aşik olan hürufi tuzağa gelecek kuş değil, boşuna tesbihi dane dizerek seccadeyi ona tele etme. Yani bize tesbih değil, ilim önemlidir.
Muhafazakar dindarlar, tabii ki, ona düşman kesilmişlerdi küfr ediyorsun diye. Ama Nesimi dediklerinden dönmezdi. Suretü - Rahmana --- Ademe kavuşmadan, yani ilahi ilme sahiplenerek imanlı olmadan cennet bizlere gerekmez, diyordu.


“Cennetü - didar imiş maksudi - ehli-marifet
Bir nefes onsuz gerekmez cennetü - meva bize...
Yar eşiğinden bizi, zahid, çağırma cennete
Cennetü - meva size, bu suretü - ziba bize”
(“ meva” – mesken; “ziba” – güzel)
Diyor ki, marifet ehlinin maksatı cennetle görüştür ama, bize, yani hürufilere bir tek nefes bile onsuz, suretü - Rahmansız gerekmez cennet meskeninde. Ey mühazakar dindar, “yar eşiğinden”, yani suretü - Rahmandan bizi cennete çağırma, cennet meskeni size olsun, bu güzel suret bize.


Çün bize malum olubdur manayi - Ümmül - Kitab
Arifem, semime sığmaz zahidin efsanesi.
Kafirin bütxanesi var, müminin --- Beytülharam
Aşiqin yar eşiğidir Kabe ve bütxanesi”
( “ Ümmül - Kitab” - göklerdeki Ana Kitab; “sem” - kulak; “yar eşiği” - suretü Rahman, Adem ).
Nesimi remzi olarak ona “dilberim”, “nigarım”, ”sevgili yarım” diyor. Yani, tabii ki, platonik bir aşktır bu. Şair onun eşsiz güzelliğinde Yaradanın kudretini görüyor. Ona insan diyemiyor, böyle insan olamaz, diyor.


“Ger desem Haksan nigara, qüsseden iblis erir
Ve desem insan, bu sığmaz eqle ki, insan budur?
Gözlerin Allahü - nurun sözlerin tefsir eder
Ey bu manadan habersiz, suretü - Rahman budur”
Acaip güzel beytlerdir. Şiiriyyattan ilave derinlerden derin mananın ne kadar da az sözlerle söylenmesine, hele sözlerin mısralarda yerleştirilmesine ve de hecalardakı gönül okşayan ritme bakınız. Sanki karanlık çöllükte yıldızlı gecede dervişler okuyup oynuyorlar; tambur çalmağa ihtiyac yoktur, tambur sesi mısralardan süzülüyor gibi. Mana da superdir. Diyor ki, Ademe Haksın dersem, ona secdeden imtina etmiş İblis deli olar, qüsseden erir. Ama insansın da diyemem, çünki hiç akıl almaz bunu ki, insan böyle mi olur? Ey cahil, onun gözleri Allahü - nurun, yani Hakkın sözlerin tefsir eder, sen bundan habersiz olduğun için bilemiyorsun ki, suretü - Rahmandır o.
Şairin muhafazakar dindarlara, esasen de, sufilere mantıklı ve açık - aşkar aşağılayıcı sözleri onları çileden çıkarıyordu .


“Zerqü - riyası çoktur, sufi sözüne uyma
Niçün ki, işi daima tezvir ile riyadır”
( “tezvir” – hile )
Ama, onun acaip güzel şiirleri karşısında --- Fezlüllahın idamından sonra hürufiliğin bu en kudretli silahı karşısında aciz idiler. Bütün Şark aleminde Nesimiye beraber ikinci bir şair yok idi. Tevazökarlıkdan uzak görüne bileceğinden çekinmeden şair bunun hakikat olduğunu şiirlerinde açıkca söylüyordu; sanki “varsa bana beraber birisi, çıksın meydana” diyordu.


Elfazi Nesimi bu gün bir mücizedir ki
Benzer ona bir lölöi - şehvar ola bilmez”
( “elfaz” – sözler; “lölöi-şehvar” - şahlara layik inci ).
Veya:


Vasfinda Nesimi değil ol zat ki onun
Mislin göreler, ya bulalar zatına hemtay”
Hoş bir sabah rüzgarı gibi ruh okşayan bu qezeller şaire mescitlerden, meclislerden lanetler yağdıran sufi dindarların her türlü çabalarına rağmen acaip idi ki, genellikce sufi dervişlerin gönüllerine yol bulmuş, dillerinin ezberi olmuşdu. Şair sufilere karşı geldiğini ayani göstermek için dervişlerin giydikleri sufu bile bırakarak “gebenek” denen yapıncı geyinmiş olsa da sufi dervişler şehirleri, köyleri, dağları, dereleri gezerek onun esrarengiz qezellerini bütün Şark alemine yaymaktaydılar. (“ Gebenek” sözü yanlışlıkla Anadolu lehcesinde “gelebek” anlamında olan “kepenek” gibi yazılıyor ve bazı araştırmacılar hayallerinden kuvvet alarak şairin düşüncelerinde gelebeğin çok mühüm rol oynadığı hakkında tamamen esassız fanteziler uyduruyorlar. “Kepenek” değil, “gebenek” diyor şair, ey nesimişinaslar. Üst geyimdir bu, hırkadır, yapıncıdır, suf gibi çiyine atarlar. Şair kendisi de bunun bir elbese olduğunu açıkca bildiriyor.


“Gebenek geydiyime kimseler eyb eylemesin
Kim ki halıma menim kılmadı nöksan gebenek
Merifet ehline geldi gebenek atlasi - has
Ne revadır ki, giye cahilü - nadan gebenek
Ey Nesimi, yeri gey, hırka erenler donudur
Giymedi münkir onu, sandı ki, zindan gebenek”)
Yani Nesimi elbesesiyle de ananevi dindarlığın karşıtı olduğunu göstermişdir. Çünki o, kesinlikle “gül - bülbül şairi” olmamışdır. O, qeyb aleminin varlıklarıyla devamlı alakada olarak onlardan ayelerin karanlık tarafları hakkında mükemmel bilgiler alan ve kendisini bu bilgileri beşeriyyete iletmekle görevli bilen kamil ilahiyyatçı, fevkalade derin ilim ve iman sahibi olmuştur. Qezellerin sembolik olan ilkin manasından yola çıkarak onlardakı yüksek poetik süsü, bedii tasvir ifadelerini araştıranların gerçek nesimişinaslıkla hiçbir alakası yoktur. Nesimi derya değil, sahilsiz bir okyanustur, mısralardakı satıraltı manaları gizlemek için kullandığı remzlerse o okyanusta yüzen küçücük tekneler gibidir; o teknelerde yüzerek okyanusun içine dalmadan onun derinliklerinde nice kıymetli incilerin, mücevherlerin olduğunu asla bilmek olmaz.


“Sendedir ol genci - pünhan, gezme her viraneyi
Denize dal, ondan iste, ey gönül, dürdaneyi”
( “genci - pünhan” – gizli hazine)
O gizli hazine sendedir, kafanı çalıştır, aklını kullan, ne demek istediğimi anla yani, diyor şair. Mesela, qezel böyle başlıyorsa ki, “Mevsimü - nevruz neyistan aşikar oldu yine”, ilk olarak düşünce derhal nevruza kökleniyor, diyorsun bu qezelde muhtemelen nevruz bayramından konuşulacak. İkinci ve üçüncü beytler bu fikri bir az daha kuvvetlendiriyor.


Qönçeden gül baş çıkardı, saldı üzünden niqab
Bülbüli - şeyda xetibü - lalezar oldu yine
Köhne dünya yeni halat geydi bu mevsimde uş
Çöhresi dövri bu gün neqşi - nigar oldu yine”
İlkbaharda qönçe örtüğünü, “niqab”ını salar, içinden gül çıkar. Bülbül de gül - çiçekleri görünce bu “lalezarın hatipi” olar. Şarkı söyler yani. Eski dünyanın yeni elbese giymesi de herhalde kıştan bahara geçmek, toprağın yeşile bürünmesi demektir, diyorsun. Remzlerin farkına varmazsak buraya kadar yüzde yüz nevruzdan konuşuluyor hiç şüphesiz. Ama bakınız dördüncü beytte ne diyor?


“Nergizi gör, cam elinde mey sunar ariflere
Cümlesin mest eyledi, kendi xumar oldu yine”
İlk bakışta bu da önceki beytler gibidir; millet bayram ediyor, yiyor, içiyor, eğleniyor. Birisi elindeki camdan şerap süzüyor ariflere. Hepsini sarhoş etmiş, kendisi de humar haldedir.
Ama hayır. Bu beyttece şair düşünen beyinlere çok yumuşak bir şekilde işare veriyor; bu işareyi anladıysan, sonrakı üç beytin ve tekrar qezelin başına dönerek önceki üç beytin de asıl manasını anlayacaksın. Bu işare “arifler” kelmesidir. Qezelin asıl manasının anahtarıdır bu kelime. Çünki düşünüyorsun: neden nergiz yalnızca ariflere mey sunmalıymış ki? Nevruz bütün milletin bayramı değil mi? Hem de nergiz çiçeklerden birisidir; neden onca çiçeklerden yalnızca onun elinde cam olmalıymış? Bu yerdece hatırlıyorsun ki, şair Ademe “gözleri nergiz” diyor qezellerinde. Kendisi değil, gözleridir nergiz. Cennetliklere cam elinde cennet içeceklerini veren “saqi” huridir nergiz. Ademin yüzündedir o. Çünki cennetin kendisi de Ademin yüzündedir. “Hur ile insü melek bende oldu cümle sana” diyor bir qezelinde. ( “bende” - “benim içimde” anlamında değildir burada, “kul”, “Allah bendesi”ndeki bendedir). Peki neden her insana değil de, yalnızca ariflere sunuyor camdan meyi cennet hurisi? Demek ki, camda olan mey ilahi biliklerdir, onları yalnız arifler anlar. O halde qezeldeki nevruzun, ilkbaharın gelişi Ademin Nesiminin görüşüne gelişlerinden birisidir. Her gelişi bayramdır onun. Yine gelmiş, yine bayram olmuş şaire ve müritlerinden arif olanlara. O halde “bülbüli - şeyda” Ademin diliyle konuşan, ona bu bilikleri veren Haktır. Diğer bir qezelinde vasfettiği “mana gülşeninin bülbülü”dür o. İlahi “lalezarın hatipi”, natikidir o. Ve bu düşünceler içinde sonrakı, beşinci beyti okuyorsun, görüyorsun ki, hakikaten de, nevruzdan bir iz bile kalmıyor artık.


Bade içmek rövzede ger sen dilersen hur ile
Yar elin tut, bahçeye gir, nevbahar oldu yine”


Yani, ey insanoğlu, eğer sen de rövzede, yani cennet bahçesinde huri ile içmek istersin, yalnız “yarın”, yani Ademn elinden tutarak girebilirsin o bahçeye. Ademin Nesimiye sunduğu bilikleri kabüllenerek girebilirsin.
Altıncı beytte şair artık bunun ahiret dünyasıyla ilgili bir qezel olduğuna hiçbir şüphe yeri bırakmıyor.


Saqiya, camı getir ki, men uşattım tevbemi
Köhne takvimim menim bietibar oldu yine”
Eski takvim derken neyi kastediyor?

( devamı var)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi