Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

              Bizim eğitim ve kültür geleneğimiz halk arasında daha çok sözlü geleneğe dayanmaktadır. Televizyonların, bilgisayarların, sinemaların olmadığı okulların da çok yaygın olmadığı zamanlarda bunların yerini sözlü gelenekler oluşturuyordu. İnsanlarımız uzun kış gecelerinde ramazan gecelerinde ve sair gecelerde ve zamanlarda hikâyecilerin, meddahların ve ilmihal okuyucularının, halk hikâyeleri, efsaneler, fütüvetnâmeler ve benzeri okuyucuların okudukları veya hikâye ettikleri metinlerle yetişiyorlardı. Bu gelenek dolayısıyla sözlü geleneğe dayanıyordu. Ancak özellikle Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri ve yerleşik hayata geçmeleri ile birlikte mektep ve medreselerin açılması ile yerleşik hayatın gereklerinden biri olan yazılı geleneğin de içinde yerlerini almaya başladılar. Belli yerlerde ve bölgelerde ilim merkezleri kurdular. Devletlerin başkentleri aynı zamanda ilmin de başkentleri oldu.

         Bağdat, Kurtuba, Isfahan, Herat,, Semerkand, İstanbul. Kahire… gibi şehirler aynı zamanda ilimin de başkentleri oldular. Özellikle Büyük Selçuklular döneminde kurulan Nizamiye Medreseleri, Endülüs’deki eğitim kurumları ilim dünyasında aydınlanmanın kilometre taşları oldular. Bu merkezlerde büyük mütefekkirler yetişti ve binlerce eserler yazıldı. Batılıların, saatin içindeki tıkırtıyı “İçine şeytan girmiş galiba.” dedikleri, kadınların ruhu var mı yok mu, insan mı değil mi?” diye tartıştıkları, Avrupa’nın doğusunda büyük denizler olduğu ve bu denizlerde büyük şeytanlar ve büyüler olduğuna inandıkları bu dönem İslam dünyasının ayla yıldızla uğraşıp binlerce ilmi eser oluşturdukları dönemdir.

         Bu eserlerin, Endülüs’ün batılıların işgalinden sonra yakılarak yok edildiğini, karşısını geçerek keyifle yaktıkları bu eserleri seyrettiğini, ayrıca Bağdat kütüphanelerindeki milyonlarca eserin Moğollar tarafından yakıldığını ya da Dicle nehrine atıldığını ve Dicle nehrinin günlerce mürekkep aktığını da biliyoruz.

Tarihe baktığımız zaman, kitaplardan, kütüphanelerden, ilimden, âlimlerden korkanların; zalimler, sömürücüler, yeni fikirlerin ve düşüncelerin kendi tahtlarını yok edeceği düşüncesi olan kişi ve kurumların olduğunu görüyoruz. Ama biliyoruz ki dünyayı geliştiren, yeni ufuklar açan da bu karşı çıktıkları şeylerdir.

         Öyle ilim adamları yetiştirmişiz ki bu insanlar kendi eserleri yanında birçok âlimin eserini aynı zamanda hafızasından yeniden yazdıracak kadar zekâ ve yeteneğe sahiptir. Onlar kütüphaneleri hafızalarına kaydetmiş dahi insanlardır. Günümüz yazarlarından Dursun GÜRLEK’ in bu insanlarla ilgili olarak bir kitabının önsözünde anlattıklarını kısaca anlatmaya çalışayım.

“İbn-i Sina’nın ne büyük bir hafıza şampiyonu olduğunu gösteren anekdotlardan biri de şöyledir: Ünlü bilgin, kaçak olarak yaşadığı sırada, bir gün Isfahan’a gelir. Fakat yanında kitaplarından hiç biri yoktur. Isfahanlı âlimler, onun en meşhur eseri olan “Kanun”u görmek isterler. İbn-i Sina, “Kitap yanımda yok, ama isterseniz ezbere yazdırabilirim!” dedikten sonra kâtiplere eserin tamamını yazdırır. Daha sonra Horasan’dan getirtilen asıl kitapla, bu nüsha karşılaştırılınca bir kelimenin bile eksik veya fazla olmadığı görünür. Hayret ki ne hayret!..

İşte böyle güçlü bir hafızanın, keskin bir zekânın, olağanüstü bir gayretin, akıllara durgunluk verecek bir okuma aşkının ve şevkinin ortaya çıkardığı seçkin simalara, dört başı ma’mur ilim adamlarına biz, “allame”, “canlı kitap”, “ayaklı kütüphane” gibi isimler ve unvanlar veriyoruz. Tarihimiz dikkatli bir gözle incelenirse böyle mütebahhir âlimlerin, koca koca kütüphaneleri kafalarında taşıyan ilim ve irfan adamlarının, kültür dünyaları okyanuslar kadar engin, hazineler kadar zengin hocaların, bilginlerin büyük bir yekûn tuttuğunu görürüz.

Mesela, zamanım boş geçmesin diye yemek yerken bile kitap okuyan, yüzlerce talebesine yolda ders veren büyük müfessir Fahreddin-i Razi, “Türklerin Faziletleri” adındaki eseriyle faziletini ispat eden, sadece gündüzleri değil, gecelerini de kütüphanelerde geçiren ünlü Arap edebiyatçısı Câhız, Fatih’in kütüphane memurluğunu daha doğrusu hâfiz-ı kütüplüğünü yapan ve bu büyük hükümdarla şakalaşacak kadar itibar sahibi olan Molla Lütfi; “Altmış beygir kuvvetinde yazı makinesi” diye anılan ve iki yüz yirmi beş eseriyle bu unvanı hak ettiğini gösteren Ahmet Mithat Efendi; mezar taşında kendisinden “Asrımızın İbn-i Kemal’i” diye söz edilen tarihçi, dilci, eğitimci, idareci, hukukçu, şair Ahmet Cevdet Paşa; tek başına ansiklopedi yazan Şemseddin Sami; “Destursuz Bağa Girenler” i sığaya çeken Orhan Şaik Gökyay; ancak devletin veya müesseselerin üstesinden gelebileceği bir işi tek başına yaparak “Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu” adındaki beş büyük ciltten oluşan hazineyi ortaya çıkaran M. Seyfeddin Özege; “Allah’ın, iç gözü daha iyi görsün diye diş gözünü kapadığı gerçek ve sahici münevver” diye övülen Cemil Meriç gibi şahsiyetler işte bu ayaklı kütüphanelerden bazılarıdır..“Canlı kitap” olarak tavsif edilen “ayaklı kütüphane”lerin birinci özelliği, kendilerine yöneltilen sorulan anında ve doğru olarak cevaplandırmalarıydı. Bunlar, “Kitaba bakarak cevap vermek, kabak bağlayarak yüzmeye benzer”diyorlardı.”

Cumhuriyet Dönemi şairlerinden Asaf Halet Çelebi, aslında birçok öğretim üyesinden daha fazla bilgi birikimi ve yeteneğe sahip olmasına rağmen, başka yerlerde görev yapma imkânı olmasına rağmen, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde memur olarak çalışmayı, kitaplarla beraber olmayı bütün görevlerin üstünde saymış, ömrünün sonuna kadar bu görevine devam etmiştir. Biliriz ki kitap dostların en vefalısıdır. İçinde sakladığı bilgi ve birikimleri başkaları ile paylaşmasını bilenlere sonuna kadar kapısını açık bırakmıştır.

M.T. 


 

 

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi