Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

SAYFA:4/31-40

31-DELLOCAN-GÜLTEN AKIN
Kayşa’dır toprağı Kemaliye’nin
Akar gider Karasu’yla Dellocan
Geçim bir hışımdır kullar üstüne
Doymaz bakır işleyen el, oyma yapan el
Yozur gider bahçesinden bağından
Dellocan sana kurban

Sohmarik’ten Ovacığa inmişem
İşlediğim, koca bir kış satmışam
Yağ almışam, tütün almışam, kenger almışam
Önüm seldir, yanım dağdır hey anam
Dellocan
Dönüp gelebilsem, gelebilemem

Dağların ardı ağıttır, şivandır
Oğul yitik, haber gelmez
Gurbetin sinsi dülgeri
Usulca çalışır bağrımızda

Keşik vermez, dur durak dinlemez
Acı, analarla yoldaş olmuştur
Bir uzak selam, belirsiz bir haber
Kanadı gümüşlü bir kuştur
Gümüşlü bir kuştur.

İNEGÖL HEY İNEGÖL-AHMET NECDET
(1933)
1.
Ben bir İnegöl'lüyüm / İnegöl güzel yurdum
İlk kez orada açtım dünyaya gözlerimi
Bin dokuz yüz otuz üç senesinde
Yıldızları ilk kez orada gördüm
Ay ayazı bir mart gecesinde
Ve ilk kez orada selamladım insanları
Cin Aralığı’na yakın iki katlı
Çivit mavi badanalı bir evin
Fesleğen kokan penceresinde
2.
Ben bir İnegöl’lüyüm / İnegöl tatlı yurdum
Orada Cuma Mahallesi’nde
Önce çiçekleri tanıdım / sonra kuşları / böcekleri
Unutmamak gerekir arsız kedileri de
Ve hüzün yüklü bir evin ortanca / hanımeli
Ve mor salkımlarla dolup taşan bahçesinde
Orada öğrendim Hazret-i Ali’yi ve Zülfikâr’ı
Issız Ada’yı / Robenson’u / ve Cuma’yı
Anneannemin sıcak nefesinde
3
Ben bir İnegöl’lüyüm / İnegöl şirin yurdum
İlkokulu İshakpaşa’da okudum ve
Nice dostluklar arkadaşlıklar kurdum
Ben de varım bu okulun tarihçesinde
Ve en güzel günlerinde çocukluğumun
Sonsuzluğa uçtu güzel annem
Sessiz sakin bir çınarın gölgesinde
Ve tatile girince hemen her yaz
Bir kulağım bakırcıların çekiç sesinde
Kitaplar devirdim bir medresenin
Kasvetli ve serin kütüphanesinde

DOĞUDAN BİR KENT-HİLMİ YAVUZ
(1936)
siirt, ağaçsız gömütlük çocukluğu doğal kireç
bir kent, orda her kuyu
bir ermiş kadar su bilir
hüzne kil, öfkeye kum
bir kent, orda duyguyu
doldurur boydanboya zakkum

siirt, rüzgârı saralı
gençliği yolgeçen hanı
bir kent, korkunun pirinci
gibi ayıklar zamanı
dilencisi, kör nergis
bir kent, ölü bir balı
gömer arıya, peteksiz

siirt, üzümü ayna
yaşlılığı beton lâledan
bir kent, onra güz bile
kurur acıyla birlikte
çürür gurbetler yüklükte
ve ölüm, bir büyük aile
gibi dağılır konaklarından

BEN MERSİN’E GİTTİĞİM ZAMAN-ÖZDEMİR İNCE
(1936)
Dönersem Mersin’e kışın giderim
yanımda kitaplar sevdiğim ozanlardan.

Dönersem Mersin’e yazın giderim
buğday tanesi yere düştüğü zaman
yanımda “istersen burada kal” diyen biri
arkamda kumru ve havuz sesleri.

Ben Mersin’e gittiğim zaman
kış sen de gel benimle
bir yol aç bana geniş ve uzun
kara servilerden portakal çiçeklerinden.

Ben Mersin’e gittiğim zaman
sen de gel yaz benimle
denizin pencerelerini göster
balıkların adını yazdır bana.

Ben Mersin’e gittiğim zaman
bir portakal fidanım olacak
üzerinden kuşlar uçacak her sabah
bazan bulutlar geçecek dağlara bir de
bir badem ağacım olacak.

Ben Mersin’e gittiğim zaman
yüreğimden geçecek Samanyolu.



35-AVLU -ÜLKÜ TAMER

Burası mıydı taban döşediğim yer,
Nurgana mıydı?
Sarıt’a yakın mıydı Nurgana,
Sarıt, Yılanca’nın berisinde miydi,
Zırambı, Salmanlı, Yazlıbecer,
Ya Ulumasere, o neredeydi,
Neredeydi Antep?
Neredeydi Antep, Antep neresi?

2
Meyan şerbeti içinde kalmış yaz akşamlarını
bir kâhkeci toplar, avluya götürürdü;
Yatsı usul usul sokulurdu aralarına,
Otururlardı.
Sakalına yıldızlar düşerdi Bilbil Hoca'nın.
Havuzun çevresine yayardı
Bellur Baba, Zemge’den kaldırdığı türküyü.
Yirik Muslu yemeni düşleri görürdü gözü açık;
Suyun üstünde yürürdü yemeniler,
On çift kırmızı, on çift kara yemeni.
Humuslu Bozan’ın kendi döşünde dolanırdı sesi.
Şecaat Nahsen’in bir yanı fırın, bir yanı curun;
Doğmamış oğlana don biçerdi boyuna.
Yarasaları kollardı Patpat Hanefi
Arişin altındaki döşekte
Hacı Dede’sinin kucağında.
Koruklar içinde gelirdi uyku.
Ay Padişahı'nın arabasıyla.
Sular, suları katlardı çeşmenin yalağında,
Yaylasında yüreğin, dağları katlardı dağlar,
Usulca olurdu bunların hepsi,
ne deve yürürdü, ne çan seslenirdi.

3
Burası mıydı taban döşediğim yer?
Hele ki kocamışım, karıştırsam ne çıkar,
Eşkin yürüyen kim bu saatten sonra,
Gün buldum, geldim işte yatsıya
Ama Antep, o neredeydi, neresiydi Antep?
Yoksa avludaki o döşek miydi?
Belki gitti ola.


YILMAZ ERDOĞAN (1967)

hiçbir kelimesini kullanmıyorum
eski hikâyelerimin.
yeni sözlerde yıpranmış şeyler vardır.
toz, buğu ya da kir.
nasıl sevinirse bir kedi,
bir karanfil.
her mevsim kendini
kendi yağışına yedirir.
buluttur bir bakıma
yağmurun anavatanı.
İşte benim
dönüp dolaşıp
Anadolu'ya yağışım bundandır.


KÖYLÜLERİ NİÇİN ÖLDÜRMELİYİZ?- ŞÜKRÜ ERBAŞ

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakırdikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgârı ve güneşi
Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünmezler...
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar karılarını döverler
Seslerinin tonu yumuşak değildir
Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.
Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.
Adım başı pınar olsa da köylerinde
Temiz giyinmez ve her zaman
Bir karış sakalla gezerler.
Çocuklarını iyi yetiştiremezler
Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur.
Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz
Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.
Birbirlerinin evlerine ancak
Ölümlerde ve düğünlerde giderler.
Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
Binlerce yılın kalın kabuğu altında
Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
Aldanmak korkusu içinde
Sürekli birbirlerini aldatırlar.
Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
Karılarından en az on adım önde yürürler
Ve bir erkeklik işareti olarak
Onları herkesin ortasında döverler.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
Kendilerinden olanlarla alay edip
Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
Devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
Yiğittirler askerde subay dövecek kadar
Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır
-Ezim ezim ezilirler.

Enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler
Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler.

Dindardırlar ahret korkusu içinde
Ama bir kadının topuklarından
Memelerini görecek kadar bıçkındırlar
Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
Şehre giderler!..

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar.
Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
Zengin bir akrabalarından söz ederler.
Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre
Yollara tükürürler...
Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde...
KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL NASIL KURTARALIM?

 
GÂVURDAĞLARI’NDAN RİVAYET -ATTİLÂ İLHAN

- 5. göçmenler
harmanlar devşirilip mevsim güze yetince
gayrı yağmur mevsimi başlamış demektir
şimşekler çatallanır çakar gömgök çelik rengi
ardınca gök gümbür gümbür gümbürlenir
oy yiğenim göçtü sanırsın şu dağları
sonra nasıl selli sulu indirir
dört bir yanı deryalara döndürür
çok geçmeden coşkunlaşır selleri
coşkunlaşır köpürür
yıkanır dağların tozumuş havası
çamlar ıslak ıslak kokar
gök yıkanmış toprak kokar
karderesi başlar yine hikâyesine

benden sana selâm olsun hasanbeyi yaylası
bilirim koynunda yaşıyan on sekiz hane göçmeni
vardım birisine sordum sual eyledim
hilâfsız anlattı maceralarını
şimdi erkân ile ben dahi nakledeyim
anasıl bulgaryalı imişler
kimisi filibe’den kimi Sofya'dan
toprakları bire yirmi verirmiş
karıları hünerli çocukları kıvrak
erkekleri bin türlü marifet bilirmiş
gel o taraf bulgarlık olalı beri
bir gariplik sinmiş içlerine
altın kafesteki bülbül misâli
yurt hasreti işlemiş iliklerine
gözleri hiçbir şey görmez olmuş
tarlayı toprağı satıp savmışlar

balkan dağlarında şafak sökerken
bir sabah usul usul yola çıkmışlar
anayurda doğru göçmen kafileleri

yeni bir hayat bekliyormuş onları
tunca’nın arda’nın meriç’in gerisinde
taksim edilmiş kızanları
bölük bölük memleketin dört bucağına

hasanbeyli’ye düşmüş on sekiz hânesi
bir türlü sığamamış gözbebeklerine
ilk seferde büklüm büklüm gâvurdağları
bir heybet ki dalga dalga dağılmış
görmüş çarpılmışa dönmüşler
o eşkıya dağların kara kucağında
ne kadar küçülmüşler
ve ne kadar yabancı gelmiş
ilkin anlamamışlar toprağın dilini
nasıl yer fıstığı nasıl çeltik
nasıl yazma yapraklı tütün yetiştirir
yeni insanlar girmiş hayatlarına
erkekleri sapına kadar erkek
kadınları bakır yüzlüdür
ala gözlüdür
çobanları heyheylenir
hayvanları tez huylanır
bir baş soğan bir yumrukta ezilir
güzellere güzelleme düzülür
çok sual sorulmaz dost olmak için

çiler gönül neylesin hatırlamak bu
efkârlanır içinde bir türkü kımıldar
meriç’i geçerken kulakları sağır olan
öğretmen eskisi düğme gözlü receb’in
yağmur hoyratça böler hatıralarını
gözleri büsbütün küçülür
neden sonra bakışıyla kucaklıyarak
gâvurdağları'nın birbirine çarpa çarpa açılan
dev yelpazesini
bir tek kelime söyler ama güç duyulur
lâkin tarife sığmaz lügata sığmaz
o kadar büyük manalar kazanır ki
şu çetrefil kıraca toprağım derken
hasanbeyli köyünün göçmen sağır recib’i


MEMLEKETİMİ SEVİYORUM-NAZIM HİKMET

Memleketimi seviyorum:
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gideremez iç sıkıntımı memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.

Memleketim:
Bedreddin. Sinan. Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim:
Memleketim ne kadar geniş,
dolaşmakla bitmez, tükenmez, gibi geliyor insana.
Edirne. İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Teraslardan bir kerre olsun geçemedim diye
utanıyorum.

Memleketim:
develer, tiren Ford arabaları ve hasta eşekler, kavak
söğüt
ve kırmızı toprak.
Memleketim:

Çam ormanlarım, en tatlı suları ve dağbaşı
göllerini seven alabalık
ve onun yarım kiloluğu
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu’nun Abant gölünde yüzer.

Memleketim:
Ankara ovasında keçiler,
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağıt fındığı Giresun’un,
Al yanaldan mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
İncir
kavun
ve renk renk
salkım saikını üzümler
ve sonra kara sapan
ve sonra karasığır
ve sonra: İleri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir... ...
not: buraya kadar olan şiirler SİMGE dergisinin ANADOLU sayısından alınmıştır


40-BEN ANADOLUYUM - YAVUZ BÜLENT BAKİLER

Ben Anadoluyum…
Yıllar yılı susuz kaldım, yıllar yılı aç…

Şükrederek, kalktığım sofralarımda
Ya soğan ekmek olur, yahut bulamaç.

Hastalarım ölüm yataklarında
Ne doktor yüzü gördüm, ne ilaç.

Zaman zaman nankör çıktı büyütüp okuttuğum,
Gölge vermedi çok kere diktiğim ağaç…

Devlet denince hep vergi geldi aklıma
Jandarma deyince kırbaç…

En gümrah ırmaklarım boşuna akıp gitti
Üç beş adım ötesinde toprağım vardı kıraç.

Gittim, yiğitçe döğüştüm gazâ meydanlarında
Ne tak-ı zaferler istedim, ne taç…

Savaşta çiğnetmedim hilâli düşmanlara
Barışta düştü üstüme gölge gölge haç…

Yolsuz, okulsuz köylerim, kasabalarım hâlâ
Alın terine muhtaç…

Ben Anadoluyum, acılı, mahzun;
Bende bitmez tükenmez dert kulaç kulaç…

İLGİLİ İÇERİK

CUMHURİYET DÖNEMİ ŞİİRLERİ

DİVAN EDEBİYATI ŞİİRLERİ

HALK EDEBİYATI ŞİİRLERİ

KONULARINA GÖRE ŞİİRLER

29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI İLE İLGİLİ ŞİİRLER

19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA HAFTASI ŞİİRLERİ

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK ve ÇOCUK BAYRAMI ŞİİRLERİ

ATATÜRK ŞİİRLERİ

ÖLÜM ŞİİRLERİ

TÜRKÇE İLE İLGİLİ ŞİİRLER

ÇANAKKALE İLE İLGİLİ ŞİİRLER

İSTANBUL İLE İLGİLİ ŞİİRLER

SON EKLENENLER

Üye Girişi