Göğsünde İstiklal madalyası kanayan bir gül gibi duruyordu. Bir battaniyeye sarılı olarak getirdiler mahkemeye. Mahkeme kapısının önü hayli kalabalıktı. Hastaydı...
Bütün vücudu titriyor, kulakları zor duyuyordu. Mübaşirin sesi yankılandı koridorda: "Sanık Mustafa Badıoğlu. Battaniyenin uçlarından tutarak oturttular sanık sandalyesine. Mahkeme heyeti hazırdı.
Cumhuriyet Savcısı; "Sanık Mustafa Badıoğlu evinde dini kitaplar okurken yakalanmıştır. Binaenaleyh bu durum laik Cumhuriyetin temellerini sarsmaktadır" diye başladı söze. İddianameyi sanığın yüzüne karşı uzun uzun okudu.
Sanığın kulakları duymuyordu.
Hastalıktan elleri ayakları titriyordu.
Hakim yüksek sesle; "Cumhuriyetin temellerini sarsıyormuşsun doğru mu bu?" diye sordu.
Ne savcının ne de hakimin dediklerini duymamıştı.
Elini kulağının arkasına götürdü yanındaki Hüsrev Efendi'ye "Ne diyor bunlar" dedi.
"Cumhuriyetin temellerini sarsıyormuşsun."
Yorgun gecenin sabahında perdeyi sıyırdığımda, taze bir günün ilk ışıkları doluyor odama.
Maraş, Ahır Dağı'nın eteklerinden bereketli ovaya doğru, sevdalı aşklara yelken açmış ece gibi bakıyor.
Bu güzel şehri görmeyeli tam on beş yıl olmuş. Şehre emanet ettiğim hatıralarım sabah aydınlığında görülen rüyalar gibi gözümde beliriyor.
Her şey çok canlı.
Hâkim bir tepeden bakıyorum.
Yüreğimin atışları yükseliyor.
Hatırıma, bir zamanlar, Ahır Dağı'nın eteklerinden ordusuyla Mısır Seferine yürüyen Yavuz düşerken, gözlerim, Ulu Cami'nin her daim nöbetteki minarelerine takılıyor.
Gök kubbenin şehrin üzerine çökmesinin bir tedbiri gibi duruyor, minareler.
Taş duvarlara kulağımı yapıştırıp, tarihin derinliklerinden gelen sesleri dinliyorum.
İstiklal Savaşı günleri...
Ulu mabette cemaat, Cuma nazmına durmuş. Havada bir ağırlık var.
Rıdvan Hoca, başında beyaz sarığı, sırtında cübbesi ağır adımlarla minbere çıkıyor. Bütün gözler onu takib ediyor. Hutbe okuması lazım ama okumuyor, duruyor, cemaate bakıyor, sonra gök gürler gibi haykırıyor;
"Cemaat! Ezan okundu. Sünnetleri kıldınız ama ben size bugün Cuma namazı kıldırmayacağım. Esir milletlere Cuma namazı farz değildir. Kalede Fransız bayrağı dalgalanıyor."
Saflar sınır tanımayan dalgalar gibi sarsılıyor.
Bir büyük gürültü kopuyor ulu mabedin içinde; "Bayraksız namaz olmaz" diye bağrışmalar...
Yokuşa akan sular gibi tırmanıyorlar kaleye doğru. Kalede Fransız bayrağı dalgalanıyor.
Ay yıldızlı bayrağımız ise, bir kenara fırlatılıp atılmış, hilali kırılmış, melale bürünmüş bir halde içli bir çocuk gibi mahzun bir şekilde öylece duruyor.
Fransız bayrağıni indirip, bayrağımızı burçlara çekiyorlar.
Kalede, dalgalanan şanlı bayrağın, yürekleri ısıtan kızıllığında eda ediliyor, namaz.
Bu muhteşem tabloyu evlerinin penceresinden kadınlar, kızlar göz yaşlarıyla izliyorlar.
Fransız komutan çarşıyı dolaşıyor, bir Maraşlıya;
"Bir bez parçası için bir sürü gürültü kopardınız, isteseydim hepinizi yok ederdim" diyor.
Kahraman Maraşlı; "O bayrak orada olmadan bizim üzerimize güneş doğmaz. Her Maraşlı sabah olunca önceye kaleye bakar, bayrağı görünce de Allah'a şükreder. Bayrağı görmemek için ya kör olmak ya da ölmek gerekir. Sen bizi topla, tüfekle korkutamazsın bir gün senin silahlarınla karşılaşacak olursak, arkamızdan ağlamasın, saçlarının teline namahrem eli değmesin diye önce karılarımızı, kızlarımızı vurur, sonra sizin karşınıza çıkarız. O zaman dünyanın bütün silahlarını getir bizi yine korkutamazsın. Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olmaz."
Maraş mücadelesinin parolasıdır bu sözler.
Gözlerim, şimdi de Uzunoluk'a doğru dönüyor.
Sütçü İmam mütevazı dükkânında sütleriyle meşgul...
Silah seslerini duyunca, dışarı fırlıyor.
Çakmakçı Sait kanlar içinde yerde kıvranıyor. "Burası artık Müslüman toprağı değil, böyle gezemezsiniz" diyerek sarkıntılık etmeye kalkan Fransız askerlerine müdahale etmek istiyor ama engel olamıyor. Kadınlar askerlerin elinden kurtulmak için çırpınıyor.
Olup bitenleri gören Sütçü İmam;
"Bu gün namusa sahip çıkma günüdür" diyerek, sarı sedef saplı tabancasını kaptığı gibi ateşliyor.
İlk kurşun, ilk soylu isyan, ilk kıvılcım Sütçü İmam'ın tabancasından dalga dalga yayılıyor bütün bir Maraş'a ve Anadolu'ya.
Yüreklerde biriken öfke taşıyor.
Aylardır derin bir suskunluğa sürüklenen halk silkiniyor. Öfke, dalga dalga sarıyor sokakları. Ok yaydan çıkıyor.
Evlerde çocuklar, kadınlar isli lambaların ölgün ışıklarında Yasinler, Fatihalar okuyor.
Işığı yanan evlerden sızıyor, sokaklara Kuran sesleri.
Işığı yanan evlerden, ışık yayılıyor ümitsizliğin karanlık gecelerine.
Dıştan yardım gelmeyince Maraşlı kendi kahramanını kendi çıkarıyor.
İğnenin deliğinden dağları geçiriyor, Maraşlı... Kurtuluş Savaşı sonrası, Maraş Valiliği'nden kahramanların listesi isteniyor.
Valilik, liste veremiyoruz çünkü Maraş'ın bütün halkı kahramandır, cevabını veriyor.
TBMM'de madalyayı bütün bir Maraş'a veriyor.
Aslan Beyler, Sütçü İmamlar, Rıdvan Hocalar, Çakmakçı Saitler, Mıllış Nuriler, Muallim Hayrullahlar ve daha niceleri göğüslerine İstiklal Madalyası takmadan gittiler ama Maraş bugün dünyada madalyası olan tek şehirdir.
Merhum Necip Fazıl, "Madde, ruhun hizmetine girdiği anda, kuvveti yüz binlerce kere büyür. O zaman bir teneke parçası, bir süngüye ve bir çakmak taşı bir topa bedel olur. O zaman kemik çeliği yer ve kan, ateşi yutar. Maraş'ı böyle anlayın" sözleriyle anlatır, Maraşlı-nın bu büyük mücadelesini.
Güneş iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlıyor.
Sıcak bir gün bizi bekliyor.
Hayalimin penceresi gibi odamın da penceresini kapatıyorum. Çantamdan kitabımı alıp, kaldığım yerden okumaya başlıyorum. "Göğsünde İstiklal Madalyası vardı. Bütün bir bedeni titriyordu. Yine hâkimin sesi duyuldu:
"Cumhuriyetin temellerini sarstığınız doğru mu?"
Düşmanın kurşunu bile bu kadar yaralamamıştı.
Sütçü İmamlar, Aslan Beyler, Rıdvan Hocalar, Ali Sezailer bu Cumhuriyet, bu bayrak için ölmemişler miydi? "O Fransız bayrağı oradan inmeden namaz olmaz dememişler miydi?
Yıkmak için mi kurmuşlardı Cumhuriyeti.
Hâkim insaflı biridir. İleri giden savcıyı azarlar.
Sanık Mustafa Badıoğlu göğsündeki İstiklal Madalyasına baktı, yerinde duruyordu.
Yutkundu... Yutkundu... Bir şey diyecekti... demedi.
Göğsündeki madalyada dondu gözleri... Kanı da donmuştu... Anadolu'yu yakan ateşi, yutan kanı da donmuştu...
Titreyen başını hafifçe kaldırdı; "Allah Allah! Hâkim Bey evladım, iyi de biz bu Cumhuriyet için savaşmadık mı?
Kanlarımızla kurduğumuz Cumhuriyeti neden yıkalım?"
KİME EMANET, HARUN TOKAK