Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 


Sancılı yağmur sızıntılarından dut yaprağının mizacına girmeye çalışıyorken ben...

Tur dağından on emirle dönen Musa'nın elinde, kilden yoğrulmuş on tablet vardı.

Nil vadisinde bir hurma lifiyken ben...

Taşlar ve ağaç plakalar yetmez olmuştu düşünen zihinlere ve papirüsleri yıkayan ırmağın bereketi ağustos güneşinde buhar olup ağdı göklere. Bergama'da benim en saygıdeğer atam sayılan parşömeni tesadüfen bulan zeytinci -Tanrı onu bağışlasın- ile benim doğduğum zaman arasında ise tam üç bin bahar geçmesi gerekti.

Çin ü Maçin'in lotus yapraklarında serpilip gelişmeye başladığımda ben...

Tarım Bakanı Tsai Lun, kırka yarılmış kıl kadar ince hayallerinden lifler kopararak potaya koydu beni önce, sonra ılık sular geçirip hücrelerimden dövdü günlerce ve canım yana yana keçeleştim. O gün benim miladımdı ve o gün, Nasıralı İsa Ruhullah'ın miladı üzerinden yalnızca yüz sene geçmişti. Ardından gelen beş asır boyunca Çin ülkesi dışında kimsecikler nasıl doğduğumu, doğurduğumu, doğurulduğumu bilemediler.

Dicle'nin serin yamaçlarında bir çilek iken ben...

İslam iklimine tutsak gelen Çinli askerlerin teknelerinden çıkıp Kelam-ı Kadim ciltbentleri arasına istiflenmeye başladım. Tomarlarım yaprak yaprak olup ziynetlendi, sayfa sayfa dizilip şereflendi. Kemiklere, ceylan derilerine, hurma yapraklarına emanet edilmiş ayetler birer birer nakışlandı bağrıma. Kaç bin yıllar bunu beklemişim meğer doğmak için. Sonra yayıldı din-i mübin kuzeylere ve güneylere, doğulara ve batılara ve gittim peşince her yana. Semerkand, Bağdad ve Şam... Çoğaldıkça çoğaldık. Kuzey Afrika ve Endülüs... Neşv ü nema bulduk.

Engizisyon mahkemelerine yolu uğratılan masumların giydiği gömlek iken ben...

Ambert, Troyes ve Essone... Arı sularla seyreltilerek eleklerden mermerlere döküldüm. Poseidon'da İncil oldum, Tevrat oldum Ken'an'da. Rönesans'ı gördüm, Luther'in ellerinde ufalandım Roma sokaklarında. "Tiz divit ve kağıt!.." nidasıyla koştum saraylarına kralların ve rahlelerine bilginlerin.

Hindistan'da bir ipek kozasında iken ben...

Bir gelin gibi süslendim ilk kez; ipek hulle biçildi sırtıma. İstanbul'da abadi koydular adımı. Sonra asalet unvanları aldım şarkın büyülü kelimelerinden; Adilşah kulu, Dımışk işi, Hoten güzeli, Semerkand kadifesi, Hind ipeği, sultan yaraşığı, muhayyer ve daha niceleri...

Dersaadet arastasına bir Çerkes cariye gibi satıldığım gün ben...

Mahir ellerden bedii tüller giydim; şal kuşaklar sarındım; inceldim, hüsn ü an ile eda buldum. Zenaatkarlar buna aherlenip mührelenmek diyorlar. Bir içim su olmuştum ve fligranlı Avrupa dilberleri çatlamışlardı hasetlerinden. Buyruğlar, menşurlar, fermanlar, hüccet ve nameler kılığında o vakit dolaşmıştım bütün Avrupa ülkelerini. Adıma beyaz dediler, yüzümü ak eylediler; yaprak dediler altını gül yaprağıyla boyadılar.

Kağıthane'de Nedim'in nigehban nergisleriyle koyun koyuna iken ben...

Battal, çifte battal, İstanbulin, eser-i cedid, takrirlik, tezkirelik gibi lakaplar taktılar ve adımı dillendirip dillere düşürdüler. Hercai menekşelerin rengine bürünüp zülüflere takıldım; eleğim sağmalardan ışık alarak müşemma fenerleri şeritleyip ele geldim. Üzerime şiirler döküldü dizi dizi, hikmetler söylendi defter defter.

Bakma ya Rab kararan defterime

Onu yak ateşe benim yerime

Yar elinde bir mektup iken ben...

Mumdan gemilerimle ateş denizlerine açıldım. Yakıcı sözlerden dağ vuruldu bağrıma, elifler çekildi sineme. Bülbül oldum güllere bir vakit, bir vakit sevinç oldum kullara. Hemdemi dillerin bendim ve bendim rehberi yolların. Yanağımı hüzünle okşayan, yüzümü özlemle koklayan, boylu boyunca bağrına basan kalplerin üzerinde uyudum kaç ömür boyu... Tarihin gizli sevdalarını, dile gelmeyen muhteşem sırlarını en iyi ben bilirim bu yüzden...

Ormanların vahşi coğrafyasında bir köknar, matbaaların gürültülü dünyasında bir rulo iken şimdi ben...

Kutsallığım unutuldu ve avare aşıklar gibi ayaklar altında sürünüyorum. Birbirine şiirler dolu kağıt uçuran sevgililer yok artık. Verilmiş bütün sözlerin hep kağıt üzerinde kaldığını görmekten usandım hayli zamandır. Kağıda dökülen maceralar da, kağıda kaleme sarılmalar da kayboldu birden. Sanal kağıtların baş döndürücü istilası beni helvacı dükkanlarının ambalajlarına hapsetti, kalakaldım boynu burulu, bağrı yaralı.

Renkten renge, şekilden şekile girmem de nafile şimdi, bunu anlıyorum!.. Ve çok özlüyorum beni yerden kaldırınca öpüp başına koyan o eski zaman efendilerini. Çok özlüyorum bir kalemin üzerime nakşedeceği kevn ü mekan satırlarını.

Nefesim daralıyor; beni kadim arşivlerin loş mahzenlerine götürün... Derin uykulara dalmış kardeşlerimin yanına!..

*

Ya Kebikeç; ihfazu'l-varak (kağıdı koru)!..

İskender Pala

4.05.2000

SON EKLENENLER

Üye Girişi