Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

Kolay ve bol yazabilenlere her zaman gıpta ettim. Bazan eski yazarların bıraktıklarına, bazan da şimdiki köşe yazarlarının her gün kaleme aldıklarına bakarak. Kolay yazmadan bahsettiğim için bu ifadenin arkasında kolay yazmanın küçümsenmesi gibi bir mana aranmasın. Ama gıpta etmekte, kıskanmaktan özenmeye ve imrenmeye kadar bilumum hayranlık ve hayret duygularını aklınıza getirebilirsiniz. Eskiden böylelerine velûd kalem sahibi derlerdi. Şimdiki karşılığı herhâlde doğurgan olmalıdır. Bu gibi yazarlar için “Yazdıklarını toplasanız boyunu geçer.” veya “Ömrünün yılların­dan fazla kitabı vardır.” gibi sözlerde pek de mübalağa yoktur.

Gerçekten böyle insanların hayatlarının yılları ile yazdıkları nisbetlendirildiğinde bugünün insanı için hayret verici kıyaslarla karşılaşılır. İlkçağın Yunanlı büyük filozofu Aristo’nun 400 veya 1000 kadar eser yazmış olduğu herhâlde efsane gibi bir rivayet olmalıdır. Ortaçağın büyük İslâm filozofu İbn Sina’nın ise 200’den fazla eseri olduğu bilinmektedir. Endülüslü filozof İbnürrüşd’ün de 100’den fazla eseri olduğu bilinir. Her biri büyük istisna olan bu üç büyük filozofun eserleri için verilen sayılarda mübalağa olabilir. Nitekim rivayet edilen bu eserlerin bir kısmı bulunamamış, bir kısmının da başkalarına ait olduğu söylenmiştir. Ancak kalanlar ve onlara ait olduğu kati olarak bilinenler bile onları velûd insanlar olarak baş tacı yapmaya yeterlidir. Tabii bu insanlar, bu olağanüs­tü zekâlar için devirlerinin şartlarını da düşünmek gerekir. Maddî ulaşımın, dolayısıyla bilgi iletişiminin ne şartlar altında ve hangi vasıtalarla olabildiği, kendilerinden önce yazılmış kitaplardan hangi kütüphaneler yoluyla faydalanabildiğim tasavvur ettiğimizde âdeta okuduklarından daha fazla yazdıklarına karar vermek gerekecektir. Tabii bu şahsiyetlerin eserlerinin, günümüz ulemasınınkiler gibi, mevcut bilgileri toplamak, nihayet olsa olsa onları yorumlamaktan ibaret değil, çok defa zihnî yaratıcılığa ve terkibe dayandığını da düşünmek gerekir.

Bizde basının gelişme gösterdiği Tanzimat sonrası yazarları arasında da böyle velûd olanları vardır. Bunlardan sadece basılı kitaplarının sayısı 100’e yaklaşanlar veya geçenler arasında Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi, Mehmed Celâl, Avanzade Süleyman gibi isimler akla geliyor. Kitaplarının yanında gazeteci olmaları dolayı­sıyla yine zengin bir yazı repertuvarı olanlardan da Hüseyin Cahit Yalçın ve Peyami Safa hatırlanmalıdır. Benim hatırlayamadığım veya bilemediklerim de muhakkak vardır. Bizzat gazete veya dergi yayımlamış yahut gazetecilik yapmış olanların güçlü kalem ve üslûp sahibi oldukları takdirde velûdiyetlerine imkân açılmış oldu­ğu da düşünülmelidir.

Yazar için, özellikle edebiyatçı için doğurganlık ile gerçek değer arasında belirli bir nisbet kurulamayacağı muhakkaktır. Ancak eskilerin “Kıymet nedrettedir.’’ sözü de bu konuda her zaman geçerli değildir. Hâsılı doğurganlık ve değer bana birbirinden ayrı kavramlar gibi görünüyor. Biri kaliteye, diğeri kantiteye ait.

Yukarıda adlarını saydıklarım arasında zikretmem gereken iki isim daha vardı: Ahmed Midhat Efendi ve Şemseddin Sami. Bunlara daha başka türlü gıpta ettiğim için ayrıca üzerlerinde dur­mak istedim.

Geçen yüzyılda Ahmed Midhat Efendi’ye bilmem kaç bey­gir gücünde yazı makinesi lâkabını boşu boşuna vermemişler. Velûdiyette kaliteye değil kantiteye yer verileceğinden işi biraz rakamların keyfine bırakalım. Efendi’nin kitap hâlinde basılı eserlerinin sayısı 200’ü buluyor. Aralarında iki-üç formalık risalelerden bin sayfanın üzerinde olanlarına, cep kitabı boyutlarından çift sütu­na dizilmiş battal boyda olanlarına kadar akla gelebilecek hemen her konuda ve edebiyatın şiirden başka hemen her türünde olanları var. Yayımladığı dergilerden 10 sayı çıkabilen Dağarcık ile 34 sayı çıkan Kırkanbar da bazı kalem arkadaşları varsa da yazılarının çoğu kendisine ait. (Her iki derginin sayfa toplamı 1300) 1878 yılın­dan başlamak üzere ölüm tarihi olan 1912’ye kadar yayımladığı, başında bulunduğu Tercüman-ı Hakikat gazetesi koleksiyonunun toplam sayısı ise 11.000’in üzerinde. Ahmed Midhat’ın romanları­nın ve bunların dışındaki kitaplarının çoğu burada tefrika ediliyor. İmzalı imzasız pek çok yazıları; hatta haber sütunlarıyla neredey­se gazetenin tamamını kendisi kaleme alıyor. Dahası, yazılarını e-mail’le, fax’la gönderecek hâli yok. Zaten gazetenin sahibi olduğu için hemen her gün Beykoz’dan iki-üç saatlik vapur yolculuğuyla Eminönü’ne ve Babıâli’ye gitmek zorunda. (Yazılarının, roman­larının pek çoğunu bu uzun vapur yolculuklarında kaleme almış olduğunu hatırlatmaya gerek var mı?) Kaliteye gelince, o bir halk romancısı, halk eğitimcisi, bir “Hâce-i Evvel”. Hem de pek avam- firib: demagog olmadan. Popüler bir yazar; ama bana göre popülist değil. Mühim bir misyonu yüklenmişti. O, Osmanlı okuryazarından (Yalnız okuryazarından değil, illetre yani ümmî olanlarından da; çünkü konaklarda, evlerde, kahvelerde bir de okuyanları dinleyenler vardı.) bir gazete okuyucusu, bir tefrika takip edicisi çıkarmasaydı kendisinden sonra gelenler bu alanlarda kolay kolay tiraj bulama­yacaklardı.

Şemseddin Sami’ye gelince. Onun yayıncılığı daha âlimâne. Onun için kantitede Ahmed Midhat’ın biraz gerisinde. Fakat yine de şaşmamak elde olmayan olağanüstü bir mesai, olağanüstü bir hayat. O da gazete ve dergi yayımlıyor, onun da değişik alanlarda otuz kadar kitabı var. Fakat birkaçı, asırlar boyu kültürümüzün birer âbidesi olarak onun ismini ebedî kılmaya yeter. Biri Kamusü’l- Âlâm. Yani özel adlar (yer ve kişi) ansiklopedisi. Ansiklopedi boyutunda, çift sütun üzerine beş bin sayfaya yakın. Bugün kaç kişilik bir bilginler heyeti böyle bir çalışmanın altından çıkabilir? Diğeri karşılıklı olmak üzeri iki cilt Kamus-ı Fransevi. Bu da 3.500 sayfa. Üçüncüsü, meraklıların hâlâ baş tacı ettikleri, belki de bugünkü bütün sözlüklerimizin ağababası Kamus-ı Türkî, 1.500 küsur sayfa.

Bir sözlük nasıl vücuda getirilir? Bir kelimenin, kavramın tarifi nasıl yapılır? Hele size öncülük edecek örnek Türkçe sözlük­ler yoksa. Birçok dilden faydalandığı için o sözlükler, etrafından, masasında nasıl sıralanırdı? Bilgisayarı mı vardı? Fiş mi tutardı?

Şimdi bu insanlara rahmet okumadan evvel biraz duralım. Artık elimizde Ahmed Midhat Efendi ve Şemseddin Sami’nin kul­landıkları abaküsler değil, pilli hesap âletleri var. Ahmed Midhat Efendi 67, Şemseddin Sami ise 54 yaşında öldüler. Yirmi yaşlarında da yazmaya başladıklarını kabul edelim. Kâğıdın rahatça karalama yapıp yırtılacak kadar bol olmadığı, kurşun kalemin, hatta demir uçların bile bulunmadığı, divite, hokkaya batırılan kamış kalem cızırtısıyla bu adamların yazdıkları sayfaları ömürlerinin günlerine bölmeye himmet buyurun bakalım.

Bu söylediklerim kolay yazanlar içindir.

(Zaman, 2 Nisan 2000, Pazar, s. 14)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi