Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

Bu sütunlardaki eski yazılarımdan birinde, değişen İstanbul’dan bahsederken, çiçek adı taşıyan pek çok sokak arasında yüze yakın sokak adının da gülle başladığını yazmıştım. O zaman, artık bahçe­si, bostanı, hatta kafesli pencereler arasında konserve kutularında yetiştirilen çiçekleri bile kalmayan İstanbul’da sokak adlarındaki bu gül kelimesinin bir hasreti, nostaljiyi dile getirdiğini düşün­müştüm. Şimdi anlıyorum ki gül aynı zamanda bir medeniyetin de sembolüdür.

Rahmetli hocam Mehmet Kaplan birkaç yazısında eski Türk destanları ve Dede Korkut hikâyeleriyle Yunus Emre’nin şiirlerini karşılaştırarak öncekilerin hayvan sembollerinin arkasındaki maddî güce, sonuncusunun ise toprağa ve nebatlara bağlı bir medeniyet anlayışına dayandıklarına işaret ediyordu. Gerçekten dünyada çiçe­ği, özellikle gülü bu kadar baş tacı edinmiş başka bir toplum bulmak pek kolay olmasa gerek. Eğer gül, günlük hayatımızın, sanatlarımı­zın, şiirlerimizin içinde gerçekten böyle olağanüstü denilebilecek seviyede bir yer almışsa İnsanî ilişkilerinde de zarafetin bayağı zirvelerini yakalamış demektir.

Eski edebiyatımızda gül hem hilkatin harikulade özellikleriyle ve gerçek manasıyla, hem de dinî-tasavvufı, lâdînî mecazlarıyla zengin bir mazmun estetiğine sahiptir. “Divan şiirinde gül” bütün öteki mazmunları kat kat aşacak bir çalışmanın konusu olmalıdır. Hat ve nakış sanatlarında, mimaride, ev içi süslemelerinde, kıyafet­te, mezar taşlarına varıncaya kadar taş oymacılığında, ağaç işlerinde gül yalnız çiçeklerin değil bütün öteki motiflerin de sultanı olarak başköşeyi alır. Çiçek olarak gülle ilgisi olmayan, hatta belki muh­tevasında gülden hiç söz açmayan yüzlerce yazma ve basma kitabı­mızın adı gülle başlayan terkiplerden oluşur: Güldeste-i, gülbün-i, güldân-ı, gülgonce-i, gülistan-ı, gülnihâl-i, gülşen-i, gülzâr-ı vs. adlarını taşıyan kim bilir kaç yüz kitap vardır. Bunların bazıların­da şiirler, bazılarında nesirler (inşâ) toplanmış, bazıları şairlerin, hükümdarların, dervişlerin, âşıkların hayatlarından, menkıbelerin­den bahsetmiş, bazılarında da şarkı güfteleri toplanmış. Demek ki şiirlerin, nesir parçalarının, mektupların, hükümdarların, dervişle­rin, güftelerin her biri bir gül olarak düşünülmüş.

Bizim şimdi katmerli gül dediğimiz, divan şiirinde yüz yapraklı gül manasında gül-i sadberk’tir. Eski kültürümüzde herhangi yüz adet konuyu ihtiva eden eserlere de bu adın verildiğini biliyoruz. İslam Ansiklopedisi gül-i sadberk’in kitap adı olarak bu şekilde kullanılmasının yalnız Türklere mahsus bir gelenek olduğunu söy­leyerek yalnız bu ad altında on üç ayrı eserin varlığını haber veriyor. Bunlardan bir kısmında yüz mektup, yüz gazel, yüz beyitlik bir mesnevi, bazılarında yüz hadis veya Peygamberimizin yüz muci­zesi yer alıyormuş.

Divan şiirindeki gül mazmunu, bütün zenginliğine rağmen yine de geleneğin sınırları içinde kalır. Son yüzyılda yenileşen yahut Batı kültürüyle teması artan edebiyatımızda bu eski âşinâ unutulmamış daha farklı imaj ve motiflerle şiirdeki yerini almıştır. Namık Kemal ve Süleyman Nazif’in şiirlerinde kadîm sevgilinin yerine geçen vatan gül’e, gülzâr’a benzetilir, bayrakla ilişki kurulur. Abdülhak Hamid, şairin hayâl gücünü anlatmak için gülün açılmasını mahşer­le çağrıştırır: “Bir haşrdır gözünde onun inkişâf-ı gül.”

Ahmed Haşim’in sembolist-empresyonist mısralarında gül daha şaşırtıcı imajlarla gelir. Ne demektir, “eğilmiş arza kanar, muttasıl kanar güller”? Ya şafağın, yorgun göz halkalarında güller gibi açılması? Ya gülün inlemesi? Ayrı bir sanat görüşünün mahsulü olan Yahya Kemal’in şiirlerinde de gül bazen “Endülüs’te Raks”ta olduğu gibi şuh bir güzelliğine açılırken, bazen de Haşim’de olduğu gibi aşkın acı lezzetini duyurur: “Sen miydin o âfet ki dedim bezm-i ezelde / Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde.” Fakat galiba her ikisinde de, hiç olmazsa Haşim’de, divan şiirinin son büyük yükselişi olan Şeyh Galib’in alev alev yanan bir gül bahçesini dile getirdiği, o hemen her ilk okuyanı şaşırtmış olan gazelinin uzaktan uzağa da olsa tesiri olmalıdır: “Gül âteş, gülbün âteş, gülşen âteş, cûybâr âteş.”

Divan Edebiyatı’ndaki o binlerce mısraın yahut bahsettiğim yüzlerce kitap adının çoğunun bütün öteki mazmunlar gibi bir gelenek ve moda olduğu kabul edilse bile, bir gelenek veya moda altı-yedi yüz yıl kopukluğa uğramadan ve zenginleşerek devam ediyorsa o, içinden çıktığı toplumun karakterinin bir parçası sayıl­malıdır. Hayvan ekonomisinden toprak ekonomisine geçişte çiçek kültürü estetik zarafetin işaretidir. Ama bu işaretin günlük hayata, dile, güzel sanatlara ve edebiyata, hele şiire namütenâhi denecek bir zenginlikte yerleşmiş olması bir medeniyettir. Evet, şimdi bu ede­biyatı yaratan bir toplumda bir gül medeniyetinden bahsedilebilir.

Klâsik form ve mazmunlardan hareketle gülü kokusu, şekli hatta sesiyle gönce oluşundan perişanlığına kadar toplayan, açtıran, dağıtan Beşir Ayvazoğlu “Gülnâme”sinde “Dönsün yine dönsün açılan tennûre / Ses gülleri iliştirsin güzelliğine” mısralarıyla bu medeniyeti günümüze taşıyor. Gülün kültürden de ötede nasıl bir medeniyet olduğunu merak edenler Ayvazoğlu’nun Güller Kitabı’na. da bakabilirler.

Bu satırları yazdığım sırada Tuzla Belediyesi’nin gül şiirleri yarışmasının sonuçları ilan edilmiş olacak. Ayrıca şiir ve musiki programlarıyla başlattıkları Gül Şenlikleri’nin de bu millî hasletimi­ze yakışır bir şekilde gelenek hâline gelmesini temenni ediyorum. Tanpınar’ın mısralarını hatırlayalım; “Bir gül bu karanlıklarda / Sükûta kendini mercan / Bir kadeh gibi sunmakta / Zamanın aralı­ğından.” Evet, şimdi ebedî güzelliğin de sembolü olan gül, kendini mercan bir kadehte, zamanın aralığından bize sunuyor. Zahmetsizce elimizi uzatalım ve dokunalım o mercan kadehe

(Zaman, 1 Ağustos 1998, Pazar)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi