Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Lisede felsefe-sosyoloji derslerimize gelen rahmetli hocam Nurettin Topçu, insanın temel şuur bilgisi olan özdeşlik ve çeliş­mezlik prensiplerini ve gerçeklik duygularını anlatıyordu. İlkel insanların, kendilerinin aynı zamanda totemleriyle bir ve aynı şey olduklarını zannettiklerini söylerken şöyle bir misal de vermişti: İlk Afrika gezginleri, ilkel zenci kabileleri arasında onların fotoğrafla­rını çekip kendilerine gösteriyorlarmış. Fotoğrafta kendilerini gören zenciler “bu, ben’im” diyorlarmış; gezgin resmi alıp götürürse “beni aldın” diyor, hele bir de resmi yırtmağa kalkarsa “beni öldürdün” diye ağlıyorlarmış.

Bunun gibi başka ortak özelliklerine dikkat edilirse, âdemoğlunun çocukluk yıllarında birçok bakımdan ilkel insanlara ben­zediği görülüyor. Zaten ilkellik de insanlığın çocukluğu değil midir? Çocuklarda da gerçeklerin hayallerle, masallarla, rüyalarla birbirine karıştığını, hemen herkes şahsî hatıraları arasında bilir. Hatırlamıyorsa da kendi çocuklarında veya etrafındakilerde müşa­hede etmiştir. Yukarıdaki örneği genişletmekte, genelleştirmede bir engel yok. Özdeşliğe ve çelişmezliğe aykırı bu gibi davranışlar, ilk bakışta yalnız ilkellere mahsus, hatta sağlıklı bir akıl için sapma gibi görünüyor. Hâlbuki bunların insanın hayal gücünü geliştirdiği, neticede sanat ve edebiyatta yaratıcı gücün kaynaklarından birini teşkil ettiği de düşünülmelidir.

Başta bilimkurgu romanları, filmleri olmak üzere... Haydi, onları bir tarafa bırakalım. Fakat hemen her milletin, netice olarak bütün insanlığın geçmişinde mevcut ve bir­çok sanatkâra ilham kaynağı olmuş o karmakarışık mitler, mitolojik varlık ve olaylar, efsaneler de hep aklın prensiplerine aykırı değil midir? Yalnız bu kadar da değil, destanlar devrinden büyük roman­tizme hatta en gerçekçi ürünlere kadar bütün edebî eserlerde o ilkel­liğin, o çocukça düşüncelerin soruların, o kendi kendine uydurulan yalanların izi yok mudur? Abdülhak Hamid’in dediği kadar değilse bile her sanatkâr da bir “tıfl-ı ekber” değil midir?

 

*

Tekniğin bütün harikulâdelikleri, ilk görenleri hep şaşırt­mış, gerçeklik duygusunu zaman zaman kaybettirmiş olmalıdır. Fotoğrafı kendisi zanneden o ilkel insanın dışında, Avrupalının da ilk fotoğrafları, ilk elektrik ampulünü, ilk fonografı, ilk telefonu, ilk sinema filmini, ilk balonu, ilk uçağı nasıl şaşkınlıkla karşıladığını anlatan anekdotlar çoktur. Biz, millet olarak Batı’nın teknik geliş­melerini hep uzaktan uzağa takip ettiğimiz, onlarla çok yıllar sonra karşılaştığımız için yakın dönemlerin birtakım makine ve âletlerinin özellikle Anadolu’da, köylerde nasıl karşılandığının hikâyeleri, fık­raları da az değildir.

En eski çocukluk hatırası olarak 1930 sonrasının Ankara’sını, İstanbul’unu yaşayan dede için fotoğrafın bir cazibesi yoktu. Ama o yıllarda radyo yeniydi. Dört yaşlarında iken bir gün eve getirilen ön tarafı camlı ve düğmeli, güzel cilâlanmış parlak tahta kutudan gelen sesleri şaşkınlıkla dinlemişti. Uzun zaman, içine gizlenmiş bir adamın konuşmakta olduğunu düşündü. Hani o koskoca alamet, hantal kutu da çocuk gözüyle bir adamın sığacağı kadar büyüklük­teydi. Annesine sorduğu zaman içinde adam olmadığını, konuşanın sesinin uzak yerlerden tellerle geldiğini öğrendi. Tıpkı telefon gibi. Ama telefonu da bilmiyordu zaten. Derken radyonun tiyatro saatle­rinde birkaç kişi karşılıklı konuşmaya başlayınca bu kadar kalaba­lığın oraya sıkışamayacağını kabul etti. Bir süre sonra da bozulup eve bir tamirci gelince kutunun arka kapağı açıldı, içinde kimsenin olmadığı ayan-beyan görüldü. Birtakım tellerin, lambaların, yuvar­lak, köşeli parlak madenî kutucukların karmakarışık dünyası ortaya çıktı.

Dede, aynı yaşlarda ilk defa eski Ankara’da, Hamamönü semtinde, adının o zaman kim bilir ne olduğunu hatırlayamadığı sinemaya radyodan daha çabuk uyum gösterdi. O ilk sinemada, ilk seyrettiği, bir müzikal film olmalıydı. Aklında kalan tek şey, kafala­rında, sırtlarında kocaman tüyler taşıyan kızların bir sıraya dizilmiş, bacaklarını sallayarak oynamalarıydı. Ama aynı gün ikinci filmde, üzerine doğru süratle gelen trenlerden korkuyor, dehşet içinde, otur­duğu koltuğun sağma veya soluna kayıyordu Yine de sinemanın gerçek olmadığını biliyor, ama nasıl olup da o kadar yükseklerden atılan adamların sağlam kaldıklarına şaşıyordu. Otomobili ise ilk gördüğünü hatırlamasa bile ilk binişini unutamadı.

Oğul daha talihliydi. 1960’larda ninni yerine radyodan gelen hafif sesli bir müzikle uyumaya alışmıştı. Sinemayla beraber büyüdü. İlk gördüğü filmleri hatırlamayacak kadar tabii karşıladı. Oyuncakları arasına telefon, otomobil çoktan girmişti. Televizyona bile şaşırmadı. Çocuk romanlarında kaybolan, ölen kahramanlar için ağladığı oluyordu, bunun gerçek olmadığı söylendiği zaman inansa da duygulanıyordu. Oyuncak bir stereoskopta, gerçek kadar üç boyutlu, hacimli gördüğü Mösyö Sögen’in Keçisi’nin hain kurt tarafından kandırılıp parçalanmasına yüreği hiç dayanmıyor, ama ağlaya ağlaya da olsa seyretmekten geri kalmıyordu.

Yirminci yüzyılın son yıllarında dünyaya gelen torun hiçbir şeye şaşmamalıydı. Otomobillerin, tuşlu cep telefonlarının, tele­vizyonunun, daha bilmem ne gibi elektronik âletlerinin oyuncağını da, gerçeğini de neredeyse yürümeden, konuşmadan evvel gördü, tanıdı, kurcaladı, bozdu. Bilgisayarın çocuklar için yapılmış oyun­cağından, kısa bir süre sonra gerçeğine atladı. O içinde cin saklan­mış âletin, dedenin bilmediği programlarını, oyunlarını küçücük parmaklarını tuşlar üzerinde inanılmaz süratle gezdirerek ekranda oynattı durdu.

Ama bu çok çağdaş torunun da gerçek’le arasının bozulduğu oluyordu. Önce rüyalarından korktu. Uyanınca devam edeceğini zannetti. Bunun gerçek olmadığı söylendiğinde ne kadar inandı, bilinmez. Sinemadaki filmlerde sevdiği kahramanların ölümüne, düşüşlerine, parçalanmalarına o da acıdı. “Oğlum, onlar gerçek değil, rol yapıyorlar. Mahsustan, ölmüş gibi. Sonra yine kalkarlar.” Yaa, demek öyle. Ya televizyondaki haberler? Orada ölenler? “Onlar rol değil, gerçekten öldüler, zavallılar!” Ama televizyonda haberler­den başka filmler de var. Orada da ölenler oluyor. “İşte onlar hiç gerçek değil! Zaten bunların çoğu çizgi kahramanlar. Ressamlar yapıyor. Aslında hiç yoklar yani! Hiçbir zaman var olmamışlar ki. Ölmelerini de ressamlar çiziyor, bozuyor filan...”

Torun bir gün annesine, ilk filozoflardan beri insanlığın derdi olan, Dekart’ı da, bütün metafizikçileri ve mistikleri de o kadar bunaltan müthiş soruyu sormakta gecikmedi:

“Anne, biz gerçek miyiz?”

(Zaman, 4 Nisan 2004, s. 15)

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi