Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

Çok fıkra bilen, fıkrayı anlatmasını bilen; ama sırasında ve taşını gediğine koymasını da bilen rahmetli hocam Nihad Çetin’den dinlemiştim. Zamanında Gül Ahmed Paşa adında bir vezir varmış. Lâkabı gül de olsa gülün inceliğinden, zarafetinden, netice olarak sanattan nasipsiz bu Paşa, konağında, bir gün ihtimâl başka konak­lara özendiği için, zarif adamlarla sohbet ediyormuş. Birileri bir şiirin güzelliğinden, mecaz ve teşbihlerinden, mazmunlarından, çok mânâlılığından dem vurmuşlar. Bir beyit üzerinde sözün bu kadar uzamasından canı sıkılan Paşa “Canım, çok manâlı da ne demek, demiş, şair sözü yaş deriye benzer, nereye çeksen oraya uzar.” Mecliste bulunan bir şairin de bu söz çok ağırına gitmiş ve altında kalmamayı kafasına koymuş.

Gel zaman, git zaman Paşa nasılsa sevabına bir çeşme yaptıra­cak olmuş. Adet olduğu için de çeşmeye manzum bir tarih kitabesi gerekmiş. Birçok şair arasından, o talihsiz sohbetten beri fırsat bek­leyen şairin yazdığı manzume uygun bulunmuş. Şairin de tavsiye­siyle manzume talik bir hatla çeşmenin taşına hâkkedilmiş. Paşa’nın çok hoşuna giden şu son mısraı imiş: “Gel Gül Ahmed çeşmesinden iç gülâb-âsâ suyu.” Yani “Gel, Gül Ahmed çeşmesinden gül suyu gibi sudan iç.” Çeşme tamamlanmış, merasimle açılmış. Bir taraf­tan lülelerinden şerbet akıtılıyor, bir yandan meraklıları kitabesinin önüne yığılmış, okuyorlar. Avâm-ı nâsdan birkaç kişi kelimeler hecelemeye çalışıyor. Paşa da büyük bir zevkle, etrafında birkaç dostu ve şair de bulunduğu hâlde, büyük bir zevkle seyretmeye ve dinlemeye koyulmuş. Yazı talik olduğu için harekeleri olmayan ibareleri farklı okuyan halktan bazı kişilerin ağzından şu kelimeler dökülüyormuş: “Gel Kel Ahmed çeşmesinden iç gilâb-âsâ suyu.” Yani “Kel Ahmed’in çeşmesinden killi, çamurlu suyu iç.” Başka biri “kilâb-âsâ suyu” yani köpek suyu diye okurmuş. Yaptırdığı hayırdan ve hakkındaki medihkâr mısralardan tam keyif duymaya hazırlanan Paşa’nın fena halde canı sıkılmış, yanında duran şaire “Bre ne halt etmişsin” diyecek olmuş. Fırsatı bekleyen şair de taşı gediğine koymuş: “Aman efendimiz, ben size takdim ettiğim şiiri okumuştum, biliyorsunuz ki böyle değildi. Fakat ne yapalım ki şair sözü yaş deriye benzer, nereye çekseniz o tarafa uzar.”

Şairin âkıbeti ne olmuş bilmiyoruz. Ama nice şairin, nice devletlüden gazaba uğrayarak gözden düşmekten başlayıp koltuk ve can kaybına varana kadar maruz kaldıkları acıları bildiğimiz için o zavallının da Paşa’nın gücü derecesinde bir şeyler kaybettiğini tahmin etmek o kadar güç değil.

Şiir suç olur mu? Bana göre şiirin suç sayılması, fikir suçu denen şeyden daha abestir. Çünkü şiir nihâyet bütün öbür sanatlar gibi insanın duygu hayatının, hassasiyetinin mahsûlüdür. Müzik nasıl suç olmazsa, şiir de olmaz demektir. Ama şiir kelimelerle yazı­lır, kelimelerde de hakaret olur, haysiyet kırıcılık olur denilecektir. Nef’i’nin Bayram Paşa’ya yazdıkları gibi. O zaman da şahsî hukuk doğar, yani suç değil kusur olur, kusur cezası ne ise o çekilir. Ama bir devletlü çıkar da “bana hakaret sadarete hakarettir, devlete haka­rettir” derse ne olur bilmem. Bakmayın, bu anlattıklarım geçmiş zaman masalları, çok gerilerde kalmış.

Gerçi şairler arasında da birbirlerine suçlamalar olmuş. Hattâ “Sirkat-i şi’r edene kat-ı zeban lâzımdır” diye kaziyye-i muhkeme gibi bir de hüküm vermişler. Ama bu da başkalarının şiirini çalıp kendisininki gibi satanlar için söylenmiş, olsa olsa telif haklarını ilgilendiren bir madde olur. Dilin kesilmesi de hiç şüphesiz bir daha bu gibi yalanların susturulması demektir.

Bütün bunlara rağmen şiire yasak konduğu devirler olmuş­tur Çocukluk yıllarımda Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Ankara Radyosu’ndan yaptığı Geçmişte Bugün adlı konuşmalardan birinde İstiklâl Marşı’nın İlâh’lı, mâbedli, imanlı, dinli 8. ve 9. kıtalarının atlanarak okunduğunu bilirim. Daha yakın bir dönemde, Akif’in ölü­münün 50. yılı dolayısıyla 1986 Aralık’ında yapılan; anma program­ları arasında, Türk Dil Kurumu konferans salonundaki merasimde ya konservatuvar, ya Gazi Eğitim Müzik Bölümü; fakat muhakkak bir devlet kuruluşunun korosu İstiklâl Marşı’nın dramatize edilmiş bir şiir metni olarak okurken yine o iki kıtayı atlamışlardı. Belki kasdî değildi de, o geçmiş yıllardan kalan bir metne bağlı kaldıkları için diye düşündüm. Yine Mehmed Akif’in Safahat'ının başına da buna benzer başka bir hadise gelmiş. Bizim 1940’lı yıllarda okudu­ğumuz yeni harfli ilk Safahat basımlarında zülf-i yâre dokunmasın diye birçok mısraın, hatta şiirin atlanmış olduğunu, çok seneler sonra daha ciddi basımları ortaya çıkınca öğrendik. 1910’larda çıkan bir şiirin 1940’larda hangi zülf-i yâre dokunacağı bilmem edebiyat sosyolojisi alanına girecek bir araştırma konusu olur mu?

İtalyan şairi D’Annunzio’nun Faşist Mussolini devrinde Ana­dolu topraklarını ele geçirme istekleriyle yanıp tutuşan bir şiirine Bu Arslan’a Dokunmayın adlı hamasî şiirlerle cevap veren Faruk Gürtunca’nın kitabının takibe uğrayıp toplatıldığını da hatırlıyorum.

Yukarıda, devletlülerin gazabına uğrayan şairlerden bahsettim. Yanlış anlaşılmasın; siyaseten, nizam-ı âlem için epey sadrazam ve vezir kellesinin uçurulduğu Osmanlı döneminde birtakım sıkıntılara maruz kalmış olsalar da şairlerin katledilmeleri pek yaygın değildir. Yakınlarda Cemil Çiftçi’nin gerçekten büyük emek mahsûlü olarak hazırladığı Maktûl Şairler kitabını bu açıdan bir daha gözden geçi­rirken gördüm ki öldürülmüş olan pek çok şair arasında Nef’i ve Figanî dışındakilerin hepsi şiirleri dışında bir sebepten dolayı canla­rından olmuşlardır. Bayram Paşa’ya çok galiz şekilde küfretmesine rağmen Nef’i’nin, bugün artık başkasına âit olduğu anlaşılmış iki mısradan dolayı da Figanî’nin ölümlerine acımayan yoktur. O idam­lara sebep olanların ise hayırla yâd edildiği yok.

Bütün yukardan beri yazdıklarım, bunlara eklenecek daha pek çok örnek bizzat şiir yazanların, yani şairlerin başlarına gelmiş hazin hadiselerdir. Ya bu şiirleri okuyanların? Galiba tarihin hiçbir devrinde yasak edilmiş, toplatılmış, şairi cezalandırılmış şiirleri okuyanların, cebinde bulunduranların cezalandığı duyulmamıştır. Faruk Nafiz’in, başka bir vesile ile yazmış olduğu; ama boşuna cezalandırılan insanlar hakkında tarihin çok kısa bir zaman sonra değer yargısını göstermesi bakımından buraya yakışacak bir kıtası:

“Kaç asır geçti o hicran üzerinden, bilmem;

Kimlerin kahpe felek doğradı ekmek kanma?

Bildiğim varsa, cihan halkı, o günden bugüne

Yanarız memleketin tığ gibi Genç Osman’ına!”

(Zaman, 3 Mayıs 1998, s. 13)

Kâğıt Medeniyeti, M.Orhan Okay, Dergay Yayınları, 2013, İstanbul

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi