Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 

 

Nazan Bekiroğlu, son romanında anneannesi ile dedesinin hikâyesini anlatıyor. Biri Trabzon’da diğeri Tebriz’de olan iki gencin savaş ve töre sonucu kesişen hayatlarını konu alan Nar Ağacı (Timaş Yayınları), Balkan Savaşları ve işgal dönemlerine farklı bir açıdan yaklaşıyor. Ve belki de Bekiroğlu ilk kez, satır aralarında da olsa mübadele, Balkan Harbi ve milliyetçilik konusunda politik duruşunu ortaya koyuyor.

Nar Ağacı, tarihî bir aşk romanı olarak anlatıldı reklamlarda ve haberlerde. Ama küçük insanların büyük öykülerini anlatıyor; savaşın insanların hayatını nasıl değiştirdiğini… Ruslar gelince Trabzon’dan İstanbul’a göç etmek zorunda kalan anneanneniz, yolda yakılmış bir köy görünce, kötülüğün ırkı, dini, milleti olmadığını ve kötülerin siyah giyinenler olduğunu söylüyor, yanında Ermeni komşusunun emaneti küçük bir kız çocuğu varken. Bu açıdan politik bir duruşu var kitabın. Güçlü bir politik duruş…

İnsaniyetin siyasetin üzerinde bir değer olduğunu dile getirmek politik bir duruşsa evet güçlü bir politik duruş diyebiliriz buna. Hattâ benden, daha çok bireylerin hikâyelerini anlatmayı seven ve dili zorlayan bir yazıcıdan beklenmeyecek bir duruş. Yine de özde değişen bir şey yok. Aslolan yine birey.

Romanda başrolde fotoğraflar var. Bize o tarihte olanları fotoğraflar anlatıyor. Aile fotoğrafları mıydı onlar?

 

Bu roman için geniş bir kaynakça çıkardım ama onun asıl kaynakçası fotoğraf albümleridir. Bunların bir kısmına internet üzerinden kütüphanelerin online kataloglarında rastladım, bir kısmını adı sanı duyulmamış bloglarda yakaladım. Ama hepsine de bir hazine bulmuş gibi heyecanlanarak baktım. Günlerce gözlerim yandı. Garip duygular yaşadım. Her birinin içinde donmuş bir an vardı ve o insanlar o anın içinde ebedi olarak yaşıyorlardı. Bunlar bugününde gezdiğim şehirlerin dününü gösterdiler bana. Fotoğraf bana büyüleyici bir şey gibi geliyor, hep de öyle hissetmiştim ve Alice’i “Harikalar Diyarı”na geçiren ayna gibi bir fotoğraf kartonunun arkasına, o hayatın içine girebilmeyi hep düşledim ben de. Böyle bir şey olsa diye hayal ederdim hep. Oldu. Romanda kullanılan fotoğrafların bir kısmı ise bütünüyle kurgu, öyle fotoğraflar yok ve ben öyle fotoğrafları hiç görmedim. Bir kısmı var futbol seyreden kadınlar gibi, eski ev gibi fakat onlar da aile albümümüzden değil. İlk sayfadan itibaren her şeyin kurgu olduğunu uyarmak ihtiyacım bu fotoğrafların varlık alanını da kapsıyor kısacası.

Futbol maçı izleyen çarşaflı kadınlar fotoğrafıyla nasıl karşılaştınız? Futbol ve Trabzon ilginç bir, bir araya geliş olmuş!

O fotoğrafı ilk kez Uzunsokak’ta zaman zaman gittiğim bir pastanenin duvarında görmüştüm. Romana girdi fakat zaman içinde oranın Trabzon değil Ordu olduğunu öğrendim. Ama bir şey fark etmedi. Çünkü futbolun spordan daha fazla bir anlam ifade ettiği bu şehirde de kadınlar futbola meraklıdır. Benim elime geçmese bile öyle bir fotoğraf bir yerlerde vardır. Yoksa bile öyle bir sahne Trabzon’da yaşanmıştır. Geçenlerde uğradım yine o pastaneye, kaldırmışlar, yerinde yoktu. Üzüldüm. Bir şey söylemedim.

Her röportajınızda ve muhtemelen bütün söyleşilerinizde, neden Trabzon’da olduğunuz soruluyordur. Bu soruya cevap vermekten sıkılıyor musunuz? Üzerinizde İstanbul’a gelmeniz konusunda bir mahalle baskısı hissediyor musunuz?

Mahalle baskısı hissetmiyorum ama evet, bu sorudan artık sıkıldım. Ve bu söyleşileri bir arada ele alan okuyucu da sıkılmıştır. Ama bu soru bana hep sorulacak galiba. Cevabım da değişmeyecek: Trabzon’da yaşamaktan sıkılmadım.

İstanbul’da tanınır bir yazar olmakla Trabzon’da olmak arasında fark var mı?   

Ben Trabzon’da saygı ve sevgi gören bir hoca ve o şehrin bir sakini olarak varım. Kendi şehrimde kendimi bir yazar olarak hissedişim, kapısından içeri girdiğim kitapçıda birkaç kitabımı rafta görmekten öteye geçmez. Ve bu, ben öyle istediğim, ilişkilerimi bu mecraya akıttığım için böyledir. Tanınır olma meselesini böylece aradan çıkardıktan sonra söylemem gereken bir şey daha var. O da şu: Yazma doğrultusunda taşra kentlerinin büyük kolaylık sağladığı muhakkak. İstanbul’da olduğum süre içinde (ki bu hiç az değil, son zamanlarda neredeyse ders vermek için Trabzon’a gelir gibi bir halim var) Trabzon’un sükûnetinde yakaladığım cümleleri yakalayamıyorum.

Nar Ağacı’nda Trabzon başlı başına bir karakter gibi yer alıyor. Trabzon hiç bu kadar güçlü bir şekilde bir romanda yer aldı mı?   

Trabzon’da yazılmış, Trabzon’u ve onun insanlarının hikâyelerini anlatan romanlar var. Şimdi unuttuğum ya da fark etmediğim bir isim olur diye tedirginim ama ilk anda aklıma üç roman geliyor. Kadri Özcan’ın Trabzon’lu Aleko’su, Esma Alâ Türkmen’in Islak Ayak İzleri (onun bütün romanları Trabzon’dur aslında), Turgay Bostan’ın Son Krifos’u. Başkaları da vardır mutlaka.

Roman bir seyahatname gibi. Okuyucu yazarla birlikte Bakü, Tebriz, Trabzon’a hem bugünde hem de tarihte seyahat ediyor…

Öyle. İlk zamanlarda seyahatnameli roman diyordum yazdığım şeye ya da romanlı seyahatname. Çünkü seyahat katmanını anlatmayı çok seviyordum. Hani neredeyse seyahatleri anlatmak için oluşturulmuş bir kurgu diyesim geliyordu. Fakat asıl roman yani iç katman genişledikçe dış katmanı daraltmak ihtiyacını hissettim. Çünkü romanın dengesini bozuyordu. Seyahatname hevesimi başka bir zamana bıraktım.

Nar Ağacı bugünün edebiyat modasının tüm öğelerini taşıyor: Tarihî bir hikâyeyi anlatıyor, postmodern teknikle yazılmış ve fantastik öğeleri var (fotoğrafların canlanması). Adı da şu sıralar pek moda olan nar’dan geliyor. Bunların farkında olarak mı kaleme aldınız?    

Teker teker ele alayım bunları: Nar Ağacı’nın bazı teknik özellikleriyle postmodern romanın alanına uğradığı doğrudur, yazma eyleminin romanın dünyasına dâhil edilmesi meselâ. Ama temel felsefe olarak hayır, bu bir postmodern roman değil. Postmodernitenin tek merkezli bir bakış açısının insicamından mahrum olması, evreni kırık bir aynanın içinden paramparça seyrettirmesi, odak sunmak gibi bir derdinin olmaması ve her şey gibi tarihi de deforme ederek bir oyuna dönüştürmesi gibi ana özellikleriyle bağdaşmaz bu roman. Tam tersine Nar Ağacı’nın yazarı tarihi deforme etmez, onun gerçeklerini elinden geldiğince sağlam bir aynadan ve insaniyet namına söylenecek bir sözün varlığına yaslanarak yansıtmaya kalkışır. Onun için Nar Ağacı’na postmodern dokunuşlu olsa da klasik anlamda bir roman demek bana daha uygun geliyor.

Tarihî hikâye anlatmaya gelince, tarihî roman bu manada popüler olmadan önce de tarihî gibi görünen hikâyeler yazıyordum ben. Ve o günkü gibi bugün de, tarihî gibi görünen kahramanların üzerinden, her zamanın meselelerini anlatmak ve anlamaya çalışmaktan ibarettir benim çabam. Ben bu romanın adını zor koydum. Benim düşündüğüm isimlerin hiçbiri beğenilmeyince sade ve iddiasız ama derin bir ağaç isminde karar kıldım. Fakat roman yayınlanınca, Kalandar gecesi kapı eşiğinde parçalanan bir nar bereketiyle karşılaştım. Bir şey de ben ekleyeyim. Romanın piyasaya çıkması neredeyse gün ay yıl olarak Balkan Harbi’nin 100. yıldönümüne denk düştü. Oysa ben bu roman bir-iki yıl evvel biter zannediyordum. Pek çok tevafuk bir araya geldi kısacası. Planlanmış şeyler değil. Plan yapamam ben, yapsam da uyamam.

Roman boyunca okuyucu, romanın yazılma serüvenine sizin yaşadıklarınıza, hissettiklerinize tanıklık ediyor. Hakkınızda pek çok şeyi, mesela limon çekirdeklerini hiç sevmediğinizi bile öğrenebiliyor. Kendinizi anlatıyorsunuz diyebilir miyiz bu romanda?

Denebilir herhalde. Ama yine de unutmamak gerek ki bu romanda anlatıcı da kurgusal bir figürdür ve ona dair anlatılanların da kurguyu zedelememesi gerekir. Bu endişe romandan yüzlerce sayfayı çıkarıp atmama sebep olmadı mı zaten? Seyahatnameyi budamayı ve anlatmayı sevdiğim daha başka şeyleri....

Bütün birikiminizi bir hoca olarak ve ailenizin bir ferdi olarak sanki bu romana boşaltmışsınız…

Orhan Pamuk, otobiyografik romanın her yazarın sırtından atması gereken bir yük olduğunu söylemişti. Benimki sona kaldı sanırım. Yaşlanmakta olan insanların mutlu konuşkanlıklarıyla anlattım galiba.

Kendinizi Türk roman geleneği içerisinde nerede görüyorsunuz?

Buna bir cevap veremem. Ama beni Samiha Ayverdi, Safiye Erol damarına bağlayan bir görüş var ve bu beni mutlu ediyor.

Dedemin uğruna Trabzon’da kaldığı anneannemin kabri Konya’da

İran’a gittiğinizde ne yaşadınız? Dedenizin akrabaları sizi nasıl karşıladı?

Çok tatlı, sevgi dolu insanlardı. Fakat ailenin büyükleri çoktan ölmüş, ikinci kuşaktan bile kimseyi bulamadım. Üçüncü ve dördüncü kuşaktan insanlarla karşılaştım. Benim kuşağım ve onların çocukları... Çok büyük bir heyecanla kucaklayıp bağırlarına bastılar beni. Şaşırdılar. Böyle bir dedenin varlığını biliyorlardı fakat bildikleri benim bildiğimden fazla değildi. İran’daki iz sürmem aileyi bulduğumda bitti aslında. Fakat orada bu hikâyenin böyle bitmesine gönlüm razı olmadı benim. Tebriz’den geri dönebilirdim. Dönmedim. Görünürdeki hayat bana yetmediği anda görünmezdekini kurgulamaya başladım ve o zaman dedem bir roman kahramanına dönüştü.

Dedeniz nasıl biriydi?

Dedemi hatırlıyorum. O öldüğünde ben on iki yaşındaydım. Fakat aynı evde yaşamıyorduk, onun kendi evi vardı. Annem ve teyzemin anlattıklarından tanıdım diyebilirim. Hayatında farklı bir coğrafyanın etkileri mutlaka vardı, fakat neticede Trabzon toprağına o da uymuştu.

Anneanneniz bir genç kız olarak var. O nasıl bir kadındı?

Anneannemi hiç tanımadım, benim doğumumdan yedi yıl önce ölmüş. Teyzem öğretmen olarak Konya’nın bir kasabasına atandığında anneannem de onunla birlikte gitmiş ve orada genç denebilecek yaşta vefat ettiğinde kasabalılar, Konya’nın Mevlânâ toprağı olduğunu ve orada ölenin oraya defnedilmesinin uygun olduğunu söylemişler. Neticede anneannem Konya toprağında yatan bir kadın. Bir resmi var bende, çok güzel, gencecik, su gibi. Zehra gibi.

Doktor ya da ressam olmayı istiyordum

 

Babanız mahalli bir gazetenin sahibiymiş. İşi bu muydu; gazetecilik...

Hayır, babam, baba mesleği manifatura ticaretini sürdürmüş. Ama çok okuyan ve ehl-i kalem biri. Trabzon’da Hedef adlı yerel bir gazete çıkardığı gibi mahalli gazetelerde de köşe yazarlığı yapardı. Öldüğü zaman Hizmet gazetesinin başmuharririydi. “Taşrada bir sermuharrir” derim ben onun için. Aynı zamanda, İstanbul yıllarından kalma ilişkilerinin neticesi olsa gerek Milliyet Gazetesi’nin Trabzon muhabiriydi. Çocukluğumda bizim evden telefonla haber geçildiğine çok tanık olmuşumdur.

Edebiyat okumanızda onun edebiyata merakı mı etkili oldu?

Kitap okuyan bir çocuk olmam evden başlayan bir alışkanlık, fakat edebiyat okumam tamamen tesadüf. Benim ilk tercihim tıp fakültesiydi. Liseden fen şubesi mezunuyum. Ama kader diye bir şey var, kendimi edebiyat fakültesinde buldum. Yazar olmayı filan istemiyordum ben, ressam olmak istiyordum. Doktor da olmak istiyordum. Her şey kaderin yumağında çoktan düğümlenmişti oysa.

Siz nasıl bir çocuktunuz? Meraklı, kendi halinde, hayalperest…

Evet meraklı. Hatta dokunmayı çok seven. Evirip çeviren. Sonra çok kendi halinde, bir parça karamsar. Duygusal. Biraz melankolik galiba.

Romanda en çok etkilendiğiniz karakterin anneannenizin Balkan Savaşı’na giden ve dönmeyen kardeşi İsmail olduğunu söylüyorsunuz. “Ailenizin Balkan kurbanı İsmail.” Böyle bir büyük dayı var mı gerçekten? Adının İsmail olması ilginç bir tevafuk mu?  Kurban ve İsmail…

Romanda kendi adını taşıyan tek karakter İsmail’dir. O kadar güzel bir isimdi ki değişme gereğini hiç duymadım. İsmi ile müsemmalığı da cabası. Anneannemin Balkan Harbi’ne gönderdiği dört ağabeyi var. Hiçbiri geri dönmemiş bunların. Fakat en fazla küçük ağabeyi (ağası) İsmail için ağladığını anlatırdı annem ve teyzem. Bu ülkenin İsmail’i o kadar çok ki.

Bayramlarınız nasıl geçer?

İlk gün bayram gibi. Sonra kendi kabuğuma çekilirim. Bayramdan çok arifeyi severim ben.

RÖPORTAJ - GÜLİZAR BAKİ   -   28 Ekim 2012

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi