Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

 

MEHMET AKİF NASRULLAH KÜRSÜSÜNDE

Mehmet Akif, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919 yılında Samsun’da başlattığı Milli Mücadele hareketine fiilen katılmış, bir kısım aydınlar mandacılığı tartışırken O Anadolu’ya milletinin yanına koşmuştur. Özellikle camilerde yaptığı konuşmalarla halkı birliğe, beraberliğe, milli uyanışa davet etmiştir.
Akif bu konuşmaların en önemlilerinden birini
Kastamonu’da tarihi Nasrullah camiinde 19 Kasım 1920 tarihinde yapmıştır.

Sebilü’r-Reşad  dergisinin 25 Kasım 1920 tarihli 464. sayısında yayınlanan bu tarihi konuşmanın tam metni:


Bismi'llahi'r-Rahmani'r-Rahim

"Ey iman etmiş Olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı milletlerden dost edinmeyi­niz". (AI-i İmran suresi, 118. ayet)

Ayet-i Celiledeki "bitane" içli-dışlı görüşülen, kendi­sine her türlü esrar tevdi edilen samimi dost, yar u can, arkadaş, sırdaş manalarınadır. Öyle "bitane" ki, “ sizlere karşı zarar vermekten, aranıza fitneler, fesatlar sokmaktan hiçbir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiçbirini sizden esirgemezler”. “Sizin sıkıntılara, musibetlere, fela­ketlere uğramanızı isterler”. “Görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düş­manlık ağızlarından taşıp dökülüyor”. “Bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler garazlar, husumetler, o bir türlü zapt edemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları nefret ve düşmanlıktan çok büyüktür, çok şiddetlidir”.“Bizler, size her biri hikmetin kendisi, tam manasıyla ibret olan ayet­lerimizi böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer; hayrını, şerrini düşünür, ak­lı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin ge­reğince hareket ederek hem dünyada, hem ahirette felah bulursunuz.”

Ey Müslümanlar. Sizin için bu Ayet-i Celileye uymaktan başka selamet yolu yoktur. Takib edilecek davranış, siyaset kuralı tamamıyla bu Ayet-i Celilenin içindedir. Bundan dolayı yüce manasını bir kerede toplayıp ifade edelim. Cenabı Hak buyuruyor ki: "Ey mü'minler, size ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen, bu hu­susta hiç bir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı millet­leri kendinize sırdaş, dost, arkadaş olarak kabul etmeyi­niz. Bunların sureti haktan görünerek size güler yüz, göstermelerine, hayrınızı ister gibi tavırlar takınmalarına. as­la kapılmayınız. Onların, gece-gündüz isteyip durdukları sizin felaketinizden, yok olmanızdan, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza size karşı kalplerinde besledik­leri düşmanlık, o.kadar dehşetli ki, bir türlü zaptedemiyor­lar da ağızlarından kaçırıyorlar. Hâlbuki yüreklerinde kök salmış olan husumeti, ağızlarından taşan ile kıyaslamak mümkün değildir; ondan çok fazladır, çok şiddetlidir.  İşte bütün gerçekleri Ayet-i Celilemizle sizlere açıktan açı­ğa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz. Eğer aklı başında insan­larsanız, eğer dünyada ve ahirette aşağılık olmak, hüs­randa kalmak istemezseniz bizim Ayet-i Celilemiz gere­ğince hareket ederek felah bulursunuz. Bu Ayet-i Celile Al-i İmran suresindedir. Tevbe suresinde de: Meali Celili: “Ey Müslümanlar, Cenabı Hak içinizden, Hak yolunda savaşanları, Allah ile O’nun Resul-i Muhtereminden, bir de müminlerden başkasını kendisine dost kabul etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı­boş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?”  (Tevbe süresi, 16. ayet)

Bu iki Ayet-i Celileden başka:Tevbe suresi, 73.ayet, Tevbe suresi, 123. ayet, Bakara suresi, 120. ayet, Maide suresi, 54 ayet gibi diğer Ayet-i Kerimeler daha vardır ki aynı ruhtadır.Ey cemaati müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lazımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullah’ı okurken bu gibi Ayet-i Celileye geldikçe acaba diğer milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Müslüman olmayan milletler hakkında daha merhametkar olmak icap etmez miydi gibi düşüncelere dalardım. Gerçi bu hatıraların sırf şeytani vesveselerden başka bir şey olmadığını biliyordum. Lakin velev şeytani olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar, hayli uğraşmalara mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin kaynağı ne idi?

Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa kamuoyu nakaratından başka bir şey işitmedik. İngiliz adaleti, Fransız hamiyeti, Alman dehası, İtalyan terakkiyatı, kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eser­lerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele ediplerinin ahlaki, insani, içtimai mevzuları pek hoşumuza gitti. Yazarlarının ahlak ve insanlık değerlerini eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itiba­ren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, ben­zeyiş olamayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna bulaşan bu sapma, bu hata bir zamanlar hana da musallat oldu. Bereket versin ki, yaşım ilerledi; tecrübem arttı, özellikle Avrupa'yı, .Asya'yı, Afrika'yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani ves­veselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabı Hakk'a tev­beler ettim.

Dünyada, Avrupalıları hakkıyla anlayan ve anladı­ğını da iki cümle ile hülasa edebilen bir Müslüman varsa, o da millet büyüklerinden fazıl, mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. İslam Âleminin en fedakâr, en faziletli erkânından Mısır’lı Prens Abbas Halim paşa bir gün sohbet esnasında demişti ki:

"Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır'dan tanırım. İrfanına, yüce büyük­lüğüne hayran olurdum. Bir aralık Fransa'ya uğramıştım. Paris'te ilk işim bu muhterem müslümanı ziyaret etmek oldu. Kendisiyle biraz hoş beşten sonra dedim ki; "Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Doğunun, Batının ilmine fennine cidden vakıf ender yaratılışlı bir kişisin. Yakinen gördüğün şeyler tabidir ki tecrübeni, görgünü artırmıştır. Öğrenmek isterim; Avrupalıları nasıl bul­dun?"

_Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır.

Hakikat, Hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini, kendilerinin maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inan­mamalı, asla kapılmamalıdır. Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiçbir su­retle teskin edilmek imkânı yoktur. Görünüşte dinsiz ge­çinirler. Hürriyet, vicdan diye kâinatı aldatıp duruyor­lar. Hele, biz Müslümanları, biz doğuluları taassupla itham ederler, dururlar! Heyhat! Dünyada bir mutaassıp millet varsa Avrupalılardır. Gerçek, Avrupalılardan daha mutaassıp bir cemaat vardır ki, o da Amerikalılardır. Taassuptan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.

Ey cemaati müslimin!

Bilirim ki, bu sözlerim sizin, senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir, iki misal getirmek icap ediyor.

Bilirsiniz ki, bizim 1. Cihan Savaşına girmemizden en çok faydalanmış olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki, ben, bu kürsüde 1. Dünya Sava­şına girmek mi lazımdı, girmemek mi daha iyi idi, gir­meden durabilir miydik, biraz daha geç mi girmemiz uy­gun olurdu gibi meselelerin hiç birini konu edecek deği­lim. O, benim konumun, salahiyetimin haricindedir. Ortada bir vak'a var ki, biz, Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehit verdik. Yüz binlerce ocak sön­dü. Milyonlarca servet kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lazım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın bütün dünyadaki milletlerin, kendilerine harb ilan ettikleri bir zamanda böyle yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün­ kitaplarıyla, bütün edipleriyle, bütün yazarlarıyla bizi al­kış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat bu 1. Dünya Savaşının ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin'e gitmiştim. O aralık Alman hükümeti bize de­di ki:

— Bizim millet meclisindeki, bilhassa Katolik me­buslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi medeni, fen­de ileri bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türk­ler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül de­ğil midir? Diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler ya­zınız, biz, onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki, Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bun­ların nazarında belli olsun.

Almanya hükümeti haklıydı. Çünkü Alman milleti na­zarında Müslümanlık, vahşetten, Müslümanlarsa vahşiler­den başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları, hele müsteşrik (şarkiyatçı) denilip de doğu lisanlarına, doğu ilim ve fennine, doğu ahlak ve âdetine vakıf geçinen adamları, mensup oldukları milletin fikirlerini asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirle­mişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz, o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lakin tamamıyla başarı­lı olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu ya­man! Kökleşmiş bir takım kanaatler, hakkı görmelerine mani oluyor.

Harb esnasında bilirsiniz ki, Almanya imparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz, gönülleri temiz Müslümanlar, İslam Halifesinin müttefiki sıfatıyla o misafire karşı nasıl hür­mette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkın­lıkta o kadar ileri gittik ki, hükümet merkezinin, yani İstanbul'un minarelerini kandil gecesiymiş gibi kandiller­le donattık. Alman dostluk yurdu binası kurulacak denil­di, bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz karşılığa. Kudüs-i Şerifi bizim elimizden gasb ettikleri zaman bu felaket 1. Dünya Savaşı üzerine büyük bir tesir yapmıştı. Yani Filistin cephesinin bozulması sa­vaş terazisini düşmanlarımızın tarafına iyice ağdırmıştı. Bununla beraber müttefikimiz olan Almanlarla yine Al­man'dan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icap ederdi.


Ey cemaati Müslimin!

İşe bakın ki, "Kudüs velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden savaş, bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da, hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin" diyerek Viyanalılar şehir ayini yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı engelleyip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taas­subun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur.

Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir ha­kikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukay­yet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma olduğu halde, Kastamonu'nun en şerefli bir camisinde görüyorsunuz ya kaç saflık cemaat bulunuyor!

Dünyanın en mamur, en ilerlemiş, en yeni memleketi olan Berlin'de pazar günü, büyük kiliseler hıncahınç doludur. Hem kiliseleri dolduran cemaati halktan ibaret zannetme­yin. Bütün kibarlar, zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş. Halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere'ye gidiniz. Şayet cu­martesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa, dini bir gün olan pazar günlerinde hiç bir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.

Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki, ziraat tahsili için yetişmiş bir oğlunu Amerika'ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim. Diyordu ki:

— Memleketin acemisiyim. Lisanlarını layıkıyla bilmiyorum. Newyork'ta bir otelde bulunuyordum. Gece ca­nım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık şunu tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde par­maklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki-üç dakika henüz geçmemişti ki, odanın kapısına yumruklar inmeye başladı. N e oluyoruz diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki, otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine sövüyordu. Karı, benim ne barbarlığımı, ne saygı­sızlığımı, ne ahlaksızlığımı, kısacası hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece Hıristiyanların ulularından, yani velilerinden birisinin gecesiymiş. O geceyi, o veliye hür­meten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak, Allah saklasın küfür derecesinde günahmış!

Arttık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu ha­tanın benden, kastım olmaksızın meydana geldiğini, an­latıncaya kadar akla karayı seçtim.

Ey cemaati Müslimin!

Bizim diyarda cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları; sarhoş naraları duyulduğu na­dir vak'alardan değildir, zannederim.

Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar; dine bağlılık meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, biraz büyüyünce eşikte dini, milli telkinat ile kulakları do­lar. Müslümanlara karşı husumet, düşmanlık hisleri her fırsattan faydalanılarak, kendilerine verilir. Kendi cinsle­rinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan insan yaratıklarının insan sayılamayacağı, bunların kafala­rına iyice yerleştirilir. O sebepten bir Avrupalının, bir Amerikalının bir Doğuluyu hele, bir müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları meydana getirdikleri türlü tür­lü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri gayet maha­retle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onla­rın, bu hislerini canlandırır dururlar.

Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl ye­tiştiriliyor. Lakin bu heriflere karşı olan düşmanlığımızı hiç bir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamamıza; bize Allah'ın emaneti olan İslam Dinini yaşatmamıza imkân yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğ­lenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar; alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, de­nizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar. Mademki dinin müdafaası farzı ayindir. Ma­demki, edayı farzın mütevakkıf olduğu esbabı elde et­mek farzdır. O halde düşmanlarımızın kuvvet namına ne­leri varsa, hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerinin her birine farzı ayindir. Ne hacet!

"Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, ha­zırlamaya muktedirseniz derhal hazırlayınız" (Enfal Suresi 60)

Emr-i İlahisi sarihtir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye taşınmaya ma­hal yoktur. O halde ne yapacağız? Aramıza sokulan fitne­leri, fesatları, bölücülükleri, komitacılıkları, daha bin tür­lü ayrılık, gayrilik sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Hep birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsınız. Toplar, tüfekler, zırhlılar, trenler, limanlar, yollar, uçaklar, va­purlar. Kısacası düşmanları bize üstün çıkaran, yarım mil­yar müslümanın bir kaç milyon firenke esir olmasını te­min eden sebep ve vasıta ancak cemiyetler, şirketler tara­fından meydana getirilebilir. Demek Müslümanlar, Allah'ın, Kitabullah'ın, Resulullah'ın emrettiği, tavsiye ettiği vahdete, birliğe; cemaate sarılmadıkça ahi retlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, yardımlaşma. Bir kere bunu elde edelim. Alt tarafı Allah'ın inayetiyle kolaylaşır. Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz. Ancak bu birleşmek bize, hiç bir vakit onların ezeli ve ebedi düşmanımız olduğunu; her fırsattan faydalanarak bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır. Yani va­tanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icap ederse, mümkün olursa karşılıklı müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çe­kişe pazarlık ederek birleşiriz. Ancak bu pazarlıklarda son derece açık gözlü bulunmamız lazım gelir

Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, ge­rek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbiri­mize itimat etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğ­raşıyoruz. Cenabı Hakk, ''Mü'minler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey de­ğildir" buyuruyorken, yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye, geliyoruz. Allah'ın huzurunda birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarı fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım yahut hiç olmazsa bigane kesiliyoruz. Ayet-i Kerime var, birçok hadis-i şerif var ki, Müslüman fertlerinden biri, diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların sevinci ile sevinmedikçe, musibetiyle, matemiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali, cemaati müsli­mine sımsıkı sarılmakla kaimdir. “Müslümanların derdini kendine dert etmeyen Müslüman değildir." buyuran Resul-i Hakîm Sallallahü Aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri, diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki, "dünyanın öbür ucundaki bir müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben, onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler. İnsanın bir uzvuna bir has­talık, bir acı isabet etse, diğer uzuvların hepsi o, hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi, bir Müslüman da di­ğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil de­ğil bigane kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman de­ğil.

"Bir mü'minin diğer mü'mine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinlenmiş kayala­rın birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir, öyle olacaktır, öyle olmalıdır" hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Sa­habe-i Kiram Rıdvanullah-i Aleyhim Ecmain Hazretleri arasındaki vahdet, yardımlaşma cümlenizin malumudur. Bu din uluları, Allah'ın en sevgili kulları, Allah'ın huzu­runa cemaatle durdukları zaman saflar adeta bilinen deyimle söyleyelim sabun kalıbı halini alırdı. Birbirleriyle ok adar yapışma hâsıl ederlerdi ki, üzerindeki elbi­seler daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar tek parça bir sıradağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki, İslam, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin pey­gamberliğinden itibaren yirmi, otuz sene zarfında dünya­yı kuşatmıştı.

Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, İslam tarihinin sayfalarını gözden geçirince Ashab-ı Kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor.

İlahi vasıfla tasvir buyurulan o kahraman fıtratlar haki­kat birbirleri hakkında ne kadar merhametkar, ne de­recede rikkatli idiler. Düşmanlarına karşı ise nasıl şedid idiler.

Mü'minlere karşı hoş davranışlı, mütevazı, halim, selim, şefik, bağışlayıcı; kâfirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid olmak islamın özelliklerindendir. Yazıklar olsun; biz bu özelliklerden, .bu meziyetlerden, bu büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız dalkavukluk, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Bir­birimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda.

"Kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Görünürlerdeki hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Hâlbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çar­pıyor" Mealindeki Ayet-i Celile ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamıyla bizim halimizi gösterir oldu. Bundan ne kadar sıkılmamız icap eder, artık onu siz takdir ediniz.


Ey cemaati müslimin!

Kur'an-ı Kerim okurken birçok yerlerinde "sünnet" sözlerine tesadüf edersiniz. Evet. Mesela: Mü'min süresi, 85. ayet,  Ahzab süresi,62. ayet.  Fatır süresi, 43. ayet gibi daha birçok Ayet-i Kerime de hep bu sünnet keli­melerini okursunuz. İlahi kitaptaki sünnet, Resulullahın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malumu. Kur'an'ın sünneti ise Cenabı Hakk'ın ezeli ve ebedi olan kanunu demektir. Evet, Allahu ZüIcelal'ın bu âlem hakkında koyduğu birçok kanunları var: Cansızlarda, bitkilerde, hayvanlarda, yıldızlarda, aylar­da, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde; kısacası bizim bildiğimiz, bilmediğimiz ne kadar yara­tık varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar Allah tarafından konduğu için, insanların yaptıkları kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde, Allah'ın dilemesi ile yaratılan bu hükümlerin, bu ahkâmın, bu kanunların hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah'ta bize açıkça bildiriyor.

Şimdi diğer yaratıklarda, diğer âlemlerde hâkim olan Allah'ın kanunlarına, yani Cenabı Hakkın ezeli ve ebedi kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hükmünü süren İlahi Kanununu tetkik edelim: Evet, milletlerde cari olan bir kanunun mahiyetini biz Müslümanlar, doğrudan doğruya, Cenabı Hak'tan yani O'nun, bize gönderdiği Kitab-ı Hakiminden öğreniyoruz: İslam ümmetinin dünyada, ahirette felahını, kurtuluşunu, saadetini, refahını, servetini sağlayan ilahi emirler yok mu, işte onların her biri Allah'ın bir sünneti yani bir kanunudur.

“Ayrılık, gayrilik hislerinde uzak olunuz.” (Ali İmran Suresi,103)

"Ey Müslümanlar! Birbirinize girmeyiniz. Sonra kalble­rinize meskenet, korkaklık, acz, bezginlik çöker de dev­letiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz hepsi elinizden gider. Sebattan, azimden kat'iyyen ayrılmayınız."  (Enfal suresi,46.ayet)

İşte bunlar gibi 'bir­çok öğütler, 'birçok emirler vaki, milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersen bunların gereğine uygun hareket et­mekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, geleceği, istiklali, mahkûmiyetten selameti için aralarında vahdet hüküm sürmesi lüzumu bir ilahi kanunmuş!

Ey cemaati müslimin!

Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler an­cak aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın "kale için­den alınır" sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslam Tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak güneyde, doğuda, kuzeyde, batıda yetişen ne ka­dar Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzün­den, aralarında çıkan fitneler, fesatlar, nifaklar, geçimsiz­likler yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka mil­letlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneliler, Moğollar, Sel­çuklular, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Ceza­yirliler... Hep bu ayrılık, gayrilik hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Osmanlı Müslümanları, dünyanın üç büyük kıt'asına hâkimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz, hükmümüz altında bulunan koca koca memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştır. Ordula­rımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık bağı, ırkı, iklimi, lisanı, adetleri, ahlakı, büsbütün başka olan birçok kavimleri birbirine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını... Kısacası her kavim ken­di kavmiyetini bir tarafa atarak Müslüman halifesinin etrafında toplanmış, Kelimetullahı yükseltmek için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti.

Fakat sonraları aramıza Avrupalılar, tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O, de­min söylediğim bağ gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar, kendi aralarında birleşerek; yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti, onlar vücuda getirerek, birer hücumda yurdumuzun birer büyük par­çasını elimizden alı alıverdiler. Bugün bizi, Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.

Size bir vak'a anlatayım: Mısr-ı ülyada dolaşıyor­dum. Orada aklı başında bir müslümanla görüştüm. Ko­numuz İngiliz siyasetine intikal etti. Dedim ki:

— Şaşıyorum onbeş milyonluk koca Mısır'da, İngiliz askeri olarak pek az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık bir ülke muhafaza edilebiliyor?  Bu sual üzerine o kişi dedi ki:

— İngiliz ricalinden biri ile samimi görüşürdük. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de herife demiş­tim ki:

—Günün, yahut senenin birinde Osmanlı hükümeti, kırk-elli bin kişilik bir ordu tertip ederek Mısır'a sevk edecek olursa, siz İngilizler ne yaparsınız?

— Hiç bir şey yapmayız. Savunma imkânı, olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki, biz İngilizler hiç bir zaman Osmanlıların Mısır'a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bı­rakmayız. Memleketlerinde bitmez, tükenmez mes'eleler çıkarırız. Onlar, birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır'a 'dönüp bakmaya vakit bulabil­sinler.

Ey cemaati müslimin!

Gözünüzü açınız; ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliklerimizi kurutan iç mes'eleler yok mu: Havran mes'elesi, Yemen mes'elesi, Şam mes'elesi, Kürdistan mes'elesi, Arnavutluk mes'elesi.

Bunların hepsi düşman parmağı ile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bu günkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel'un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düş­man hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç top­rağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kap­tırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Allah saklasın biz, öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.

Zaten düşmanlarımızın tertip ettikleri barış şartla­rı bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu'nun bir hayli kısmını yeni­den dolaştım; halkın fikrini yokladım. Baktım ki, zaval­lıların bir şeyden haberleri yok. Gerçi daha çok aydın geçinen takım hu şartların pek ağır olduğunu biliyor. Lakin ilimIeri son derece az. Halk ise hiçbir şeyden haber­dar değil. Zannediyorlar ki, memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdat gibi bir, iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu, Suriye yine bizde kalacak. Artık çiftçi çiftiyle, çubuğuyla; esnaf sanatıyla, dükkânıyla; ulema medresesiyle, mektebiyle; tüccar alışıyla, verişiyle meşgul olacak...

Heyhat! Düşmanlarımız, bizi ne hale getirmek için geceli-gündüzlü çalışıyorlar. Biz ise hala ne gibi hayaller­le kendimizi avutuyoruz! Allah rızası için olsun şu andlaş­manın bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. 0­kumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz. Allah korusun, onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli'nde hiç bir alakamız kalmıyor. Çatalca istihkâmları da dâhil olduğu halde denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halifemiz İstanbul'dan çıkarılmıyor. Lakin kendisine yalnız – tıpkı Roma' daki Papa gibi - yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Gerçi Müslümanlar İstanbul'dan bu sefer kovul­muyor. Çünkü İngilizler Hind Müslümanlarının galeyanından çekiniyor. Bununla beraber Yunanlılar Çatalca İstihkâmlarına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarına istedikleri kadar asker yığarlar. Avrupa ahva­linde bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul'u alıverirler.

O zaman İngilizler Hindlilere:

—Ben halifenizin memleketini sizin hatırınıza hür­meten kendisine bırakmıştım. .Ama ne yapayım, koruya­madı. Yunanlılar da istila etti! Der. Şimdi bir sual varit olacak:

—Neden İngilizler İstanbul'u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin? İngilizlerin bu kadar büyümesi müttefiklerinin işine gelmiyor. Bundan dolayı payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli'yi, hem Aydın Vilayetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli birdonanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz, İngiliz’den teda­rik edecek. Anlaşıldı ya İstanbul’un Yunan elinde bu­lunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğuİngilizlerin elinde bulunması demektir. Rumeli'nin, İstanbul'un, Aydın Vilayetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir biliyor musunuz? Oralarda tek bir müslü­man kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan ile Mora'daki halkın yarısı Rum ise, yarısı da müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu uzlaşma gereğince verilecek memleketlerde de bir müd­det sonra aynı hal zuhura gelecektir. Evet, Müslüman ahali katliam ile korkutularak hicrete mecbur edilecek­tir.

Bu andlaşmanın takip ettiği maksat şudur: İngilizler, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derece az insan harcatmak istiyor. O sebepten, bir taraftan Rum, Ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silah dağıtarak Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasından para ile yahut kandırarak adamlar bularak bizi birbirimize doğratacaktır ki, bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın Anadolu'nun iç taraflarında çıkarttığı isyan­ları bastırmak için biz, İzmir-Balıkesir cephesindeki kuv­vetimizi azaltmaya mecbur olduk da Yunanlılar burnu­muzun dibine kadar sokuldular.

Allah korusun, andlaşmayı kabule mecbur olduk mu Anadolu'da asker besleyemeyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda Rum, Ermeni, Yahudi bulu­nacak. Subayların yüzde on beşi ki, tabii hep yüksek rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir. Anadolu mın­tıka mıntıka ayrılıp her mıntıka bir ecnebi subayın eline verilecektir. Mesela Karadeniz sahilleri  mıntıkasındaki İngiliz subayı bütün inzibat kuvvetlerine kumanda ede­cek. O zaman istediği gibi Rum, Ermeni çeteleri vücuda getirerek Müslümanların üzerine saldıracaktır. Nitekim bu usulü İngilizler Kars'ta, Ardahan' da; Fransızlar, Adana'da, Maraş'ta pek güzel tatbik ettiler.

Bilirsiniz ki, Anadolu'nun iki mühim iskelesi vardır:

Biri İstanbul, biri İzmir, Elimizdeki üç buçuk tren hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergile­ri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dâhil alma­dığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyon­ da tabii İngiliz hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithalatımıza istediği gibi müşkülat çıkaracak. Gümrük tarifesini, liman tarifesini ona göre tertip ederek Anadolu'daki Müslüman tüccarı tamamıyla iflas ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul'daki Müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise Müslümanları fakir, sefil bırakarak bütün âleme, bilhassa Hind'deki dindaşlarımıza:

—İşte görüyorsunuz a, sizin gayretini gütmekte olduğunuz Türkler ne kadar kabiliyetsiz insanlardır! Demektir.

Bu andlaşma gereğince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan delegelerinden meydana gelen bir komisyon tarafından tertip olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacak­tır. Yani İngiliz, bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğiniz vergiler hep Rumların, Ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır.

İngilizler Mısır'da ahali ca­hil kalsın diye Müslümanlara hiç bir mektep açtırmamış­tır. Hindistan'da da aynıyla davranmıştır. Biz de Mısır­lılar gibi olacağız. Yalnız bizim, Mısırlılardan bir farkı­mız var ki, onlar gibi kâmilen Müslüman değiliz. İçimiz­de Rumlar, Ermeniler var. Onların çocukları, bizim pa­ramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. San'atı, ticareti, ziraati kâmilen ellerine alacaklar. Biz­den yalnız ırgat yetişebilecek.

Gelelim anlaşmalar meselesine:


Ey cemaati Müslimin!

Frenkçe bir kelime var: Kapi­tülasyon! Manası: Bizim bilerek, bilmeyerek keyfi yahut mecbur kalarak ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlar­dır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Mesela içimizde yaşayan ecnebi uyruğundan biri ne yaparsa yapsın hükü­metimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı. Tevkif olunduktan sonra da sefaretine teslim edil­meli. Bundan dolayı ecnebiler, bu savaştan evvel bizim içimizde alikıran kesilmişti. Adam döverler, adam vu­rurlar, adam öldürürler; ötekinin, berikinin emlak ve arazisini gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz, bu imtiyazatı harbin başlangıcında kaldırmıştık. Şimdi barış şartlarını, kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek biliyor musunuz? Avrupa devletleri uyruğuna ait olan o imtiyazlar, şimdi Rumlara, Ermenilere, Yahudilere de verilecek. Bunun ne demek olduğunu bunaklar bile anlar.

Gelelim hu imtiyazların iktisadi kısmına:

Ecnebi uyruğu kazanç vergisi, belediye vesaire gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi Rumlar, Yahudiler, Ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı Müslümanlar verecekler, bütün parsayı ecnebilerle içimizdeki gayrimüslimler toplayacak!

Ya gümrükler mes'elesi...

O da bir afet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleke­timize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bu­nu biraz izah edelim. Evvela ziraatımızı ele alalım. Rusya gibi, Romanya gibi, .Amerika gibi toprağı zengin memle­ketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, trenleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolay­lıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Bundan dolayı bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, ya­ni Anadolu'dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçi­lerimiz ise malını İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde kurtarabilecek para ile satamayacağından hem ekemez, hem fakir düşer. Buna karşılık ne çare olabilir? Evet. Çare hariçten gelecek, Ekin vesair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını, Anadolu'dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükü­metler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtara­bilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından anlaşmayı kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir.

Gelelim Sanayiye:

Bilirsiniz ki memleketimizde birçok ham eşya yetişir: Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri. Sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Mesela bir dokuma fabrikası yahut demir fabrikası açmaya kalkışsak Avrupa'nın, .Amerika'nın fab­rikaları ile başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayimiz de, onların sanayii derecesini buluncaya kadar hariçten gelecek mamulât üzerine münasip bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız gibi hiç bir müessesemiz, hiç bir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki, kendimize mahsus tezgâhlarımız, bezlerimiz vardır. Bun­lar memleketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de birçok menfaat temin ediyordu. Hâlbuki ecnebi fab­rikaları ile rekabet edemediğimizden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımız ziraatını, sanayiini ileri götüremez. Ticaretini de gayrimüslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabiidir ki, sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka yapacak bir iş bulamaz.

Şimdi bir mühim mes'ele var. Onu tetkik edelim:

Ne­den İngilizler bizim mahvımızı temin için bu kadar uğraşıyorlar. Evet, Bunlar, Birinci. Dünya Savaşının başlangıcında: "Biz bütün milletlerin istiklali için harb ediyo­ruz! " tekerlemesini devamlı tekrar edip durdukları için, mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyonlarca müslü­mana da istiklal sevdası geldi. Mısır'da, Hind'de birbiri ardınca isyanlar başladı. Gerçi İngiliz, bu isyanları ken­disine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lakin bunların bir daha başkaldıramamaları için dünyada hiç bir Müslüman memleketin müstakil kalmaması lazımdır. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki Müslüman hükümet kalmıştı ki biri biz idik. Diğeri İran idi. Biliyor­sunuz ki, İran İslam hükümetinin icabına baktılar. İngiliz himayesini lanet halkası gibi Acemlerin boynuna geçir­diler. O halde yalnız biz kaldık.

Ey cemaati müslimin!

İngiliz'in asıl düşmanlığı bizedir. Çünkü biz asırlardan beri hilafeti elimizde tutuyoruz. Asırlardan beri İslam Âleminin başında olarak ehlisaliple çarpışıyoruz. Dün­yanın bütün Müslümanları selametlerini kurtuluşlarını, yıllardan beri özledikleri istiklallerini bizden bekliyor­lar. "Yüzlerce milyon müslümana nispetle bizim bir avuç kadar olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır?" Demeyi­niz. İyi biliniz ki, bu bir avuç halkın bütün İslam Âleminde pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır. Bütün Müslümanlar bilirler ki, Allah korusun, Osmanlı salta­natının, İslam hilafetinin devrilmesi bütün cihan imanı sarsacaktır. Bütün Müslüman Yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır. Mütarekeyi, müteakip Mısır'da, Hind'de, hatta daha dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irak'ta, Suriye'de zuhur eden ihtilaller, isyanlar, ayaklanmalar gösteriyor ki, biz Osmanlı Müslümanları öyle İslam Âleminin ve dolayısıyla düşmanlarımızın kayıtsız kalabileceği bir küme deği­liz. O sebepten İngilizler, bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar hak­lıdırlar. Amma diyeceksiniz ki;

— Bugün bütün dünyaya hâkim olan İngiltere’nin büyük gücü karşısında, bizim ne ehemmiyetimiz olur ki?Herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüye­ceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum görsünler.Yanılıyorsunuz. İş öyle değil, Avrupalılar yalnız, bu günü, bugünkü hadiseleri seyretmekle kalmazlar. Onlar­ yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta bir kaç asır sonunu tahmin etmek, hesap etmek isterler.  Herif­lerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş siyaset sayesinde, kendileri ne oldular, bizi ne hale getirdiler? Görüyor­sunuz. Bundan dolayı velev bir kaç vilayetten ibaret, bir Anadolu hükümetinin kalmasına bile kendi istekleriyle, yani mecbur kalmadıkça kabil değil razı olamazlar.

— Pek ala! Ne yapabiliriz? Uzun zamanlardan beri devam eden dâhili, harici muharebeler, bilhassa Balkan Muharebesi ile şu 1. Dünya Savaşı, bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir, şey bırakmadı.Düşman ise bu kadar kuvvetli. Barış şartlarını çare yok ki kabul edeceğiz. Bu, tıpkı silahsız bir adamın dağ ba­şında silahlı haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek... .

Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o silahlı haydutlar ortalarına aldıkları biçareden parasını iste­seler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucu­nu, başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvip ederdik; Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare heri­fin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:

— Boynunu uzat! Kafanı devir! Diyorlar. Mademki teklif bu kadar ağırdır. Artık bunu hiç kimse kabul ede­mez. İster istemez dişi ile tırnağı ile uğraşır, çabalar, nefsini, imkânın son derecesine kadar savunmaya bakar.

Ey cemaati müslimin!

İşte bugün, bizden istedikleri ne filan vilayet, ne filan sancaktır, doğrudan doğruya ba­şımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımızdır, devletimizdir,  dinimizdir, imanımızdır.­

Bir de o silahlı olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil. Korktukları tehlikeler var. Biz za­ruri olan hayatın müdafaası vazifesinde biraz daha sebat edecek olursak, emin olunuz ki, cehennem olup gidecek­ler. Galiba maksat anlaşılmadı. Biraz izah edelim: Kuvvetlerinin, kudretlerinin pek büyük olduğunu bil­diğimiz düşmanlarımızın önünde bugün iki müthiş teh­like var: Biri onların kendi deyimleriyle İslam tehlikesi, diğeri Bolşevik tehlikesi! İslam tehlikesini herifler çok­tan beri hesaba almışlardı da ona göre ellerinden gelen tedbiri uygulamaktan geri durmamışlardı. Lakin altı, ye­di seneden beri devam eden bu harb birçok hesapları alt-üst etti. Birçok tahminler yanlış çıktı. Bugün İngiliz­ler artık, sömürgelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. İnsanlığın gözü açıldı. Mahkûm milletler ken­dilerinin hâkim milletler elinde ne büyük bir kuvvet ol­duğunu bu sefer gözleriyle gördüler. Kanlarını, canla­rını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü safahatında bulundular. Hücum nedir, müdafaa na­sıl, olur? En son icad olunmuş silahlar, bombalar nasıl kullanılır? Hepsini gerçekten öğrendiler. Hele tahakküm­leri, esaretleri altında yaşadıkları Avrupalıların, kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaatlerin hiç birinin aslı, faslı olmadığına, bu gidişle kıyamete kadar kendile­ri için hürriyet, refah, rahat yüzü görmek nasip olama­yacağını iyice yakından öğrendiler. Bugün cihan eski ci­han değil. Hele Asya, hiç o bildiğimiz halde bulunmu­yor. Bütün doğuda, bilhassa Müslümanlarda büyük bir intibah, bir uyanıklık mevcut, Asya’nın kuzey kısmın­da yaşayan dindaşlarımız kâmilen denilecek derecede si­lahlı. Gerisi de bir taraftan silahlanıyor. Fikirler gittikçe değişiyor. İstiklal sevdaları her yerde uyanıyor. İşte bü­tün bu hareketler İslam tehlikesi namı altında toplana­rak düşmanlarımızı tir tir titretiyor.

İkinci tehlikeye gelince: Bolşeviklik denilen bu hareket Avrupanın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silahtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için için kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hareket, bugün Rusya'da yanardağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları Paris, Londra, Roma ufuklarına dağılır; oralarda yer yer yangınlar çı­karır oldu. Çünkü hükümetleri ne kadar uğraşsa ne ka­dar çabalasa zaten böyle bir yangın için Avrupa'nın her tarafında uygun ortam vardı, hazırlılık vardı.

Sermaye sa­hipleri ile amele arasındaki gerginlik son senelerde, bil­hassa bu savaş esnasında son dereceyi, bulmuştu. Ruslar önayak olarak mevcut çarlığı, asilzadelerin bitmez, tü­kenmez imtiyazlarını, servetlerini, zenginliklerini, yerle bir edince, Avrupa'daki sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar diyor ki: Bu harb, bu yedi seneden beri devam eden afet kırk, elli milyon insanın doğrudan doğruya savaş meydanlarında ölümüne sebep oldu. Bir o kadar insanı da hu sönen hayatların arkasından kimsesiz, perişan bir halde bıraktı. Manevi bir ölüme mahkûm etti.

Neticede ne oldu? Bir kaç zalim hükümetin istibdadını artırdı. Milyonlarca servet sahibi bir kaç vurguncunun kasalarını, hazinelerini doldurdu. Fakir tabakasının, işçi tabakasının sefaletini artık tahammül edilmeyecek derecelere getirdi. Ahlak namına, hayâ namına, ırz namı­na, haysiyet namına, insaf namına, bir şey bırakmadı. Hepsini sildi, süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, iti­madı kalmadı. İnsanlık âlemi her türlü insani duygular­dan sıyrılarak yırtıcı hayvanlar seviyesine indi. O hal­de biz kimin için çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş olduk? Bununla beraber barış anlaşması diye ortaya atı­lan saçmalıklar bundan böyle milletlere asla rahat, huzur temin etmeyecektir. Bilakis bunların aralarındaki anlaş­mazlıkları, husumetleri, rekabetleri, kinleri, intikam hislerini büsbütün körükleyecektir. Artık insanlık buna ta­hammül edemez. Artık sefil mahiyetleri büsbütün çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilatı, bu esasları yıkmalı, yerine yenilerini koymalıdır.

İşte heriflerin düşünceleri aşağı yukarı bu merkez­dedir. Zaten batının akıllıları, bilginleri çoktan beri böyle bir akıbetin meydana çıkmasını, bekliyorlardı. Dışı gözlere pek parlak görülen şimdiki medeniyetin, içinden çürümeye yüz tuttuğunu, günün birinde paldır küldür yıkıla­cağını söyleyip duruyorlardı. Benim bu kürsüden söyle­yecek bir sözüm varsa o da Batı Medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel, yerle, bir olmasını temenniden ibarettir.


Ey cemaati müslimin!

Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, bilgi düşmanı, yenilik düşmanı olduğumu zannetmeyiniz. Benim, bütün insanlar hesabına, bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa o da her manasıyla pak, yüksek, namuslu, vakarlı bir me­deniyettir, yani faziletli bir medeniyettir. Batı Medeniyeti, maddiyatındaki ilerlemesini maneviyat sahasında kat'iyyen gösteremedi. Aksine o yönü, büsbütün ihmal etti. Hayır, ihmal etmedi; bile bile ayaklar altına aldı. Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki, bu sefer artık gözleriyle görerek hatalarını düzeltmişlerdir.

Ah! Siz, o düşmanın elinden zavallı Asya'nın neler çektiğini biliyor musunuz? Hindistan'ı ele alalım: Hangi şehrine gitseniz iki mahalle görürsünüz ki, biri İngilizlere, diğeri Hindlilere aittir. Hiçbir Hintli için İngilizlerin cemiyetine girebilmek mümkün değildir. Bir Hindli için İngilizlerin cemiyetine girebilmek mümkün değildir. Bir Hindli temiz giyinmek istese vergi vermeye mecbur tutulur. Trenlere binseniz görürsünüz ki. Hintliler için ayrı vagonlar vardır. Hastaneler gidiniz, ayrı koğuşlar var­dır. Biçareler o vagonlara binmeye, o koğuşlarda yat­maya mecburdur.

İngilizlere:

— Niçin bu biçarelere, insan muamelesi etmiyorsunuz? Diye soranlara:

— Maymunlar adam olur, Hindliler adam olmaz! Cevabını verirler. Bir İngiliz, Hindliyi istediği gibi döver; ceza lazım gelmez. Şayet öldürürse pek hafif bir para ce­zası ile kurtulur. Hindlinin kazancının yüzde tamam altmı­şı hükümet tarafından alınarak İngiltere'nin ihtiyaçlarına sarf olunur. Hindistan'daki bir kaç yüz milyon nüfusun üçte birinden fazlası karnını doyurmaktan acizdir. Bu sefalet gittikçe artıyor. Bundan bir asır evvel hesap et­mişlerdi: Seksen sene zarfında on sekiz milyon HindIi açlıktan ölmüştü. Bu son asrın ilk on altı senesi zarfında ise aynı sebepten helak olanların miktarı yirmi milyonu bulmuştur. Yetmiş sene evvel bir Hindli günde bizim para ile kırk para kazanırken, .bugün bu kazanç on beş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı Hindli, İngiliz'den üç kat fazla vergi verir. Peki, bu vergiler ne olur. Biliyor musunuz? İngiliz hazinelerine toplanıp sömürge­ler ahalisi arasında nifak çıkarmaya, fesat çıkarmaya sarf edilir. Evet, son yüz sene zarfında Hindistan gelirlerinden tamam yüz milyon İngiliz lirası sömür­gelerde sefer yapmak için kullanılmıştır. İngilizler, Hindistan'daki kumaş tezgâhlarını yok etmek için usta­ların başparmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayii mahvetmek için hiç melanetten geri durmazlar. Seksen milyon Müslüman Hindli için tek bir lise mektebi vardır. İngilizler bu mektebe son derecede düşmandırlar. Hindistan'daki İngiliz liselerine girmek Hindlilere yasaktır. Bir Hindli en ufak silahı bile taşıyamaz. Büyücek çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarpılır. Mütarekeden beri kasapların bıçakları, berber­lerin usturaları akşamları polis karakollarına teslim edi­liyor. Hindistan'da dört çeşit insan var: İngilizlerin me­murları, İngilizlerin Hindistan'da oturup kalanları, me­lezler, Hindliler. Melezler beşeriyetin hakir bir sınıfı sayılırlar. Hindlilere gelince o biçareler adil! medeni! İngilizler nazarında hayvan makulesidir.

Gelelim biraz da Afrika’ya geçelim: Cezayir'de, Tu­nus'ta, Fas'ta Müslümanlara Fransızlar tarafından hay­van muamelesi edilir. Oradaki Hıristiyanlar, Yahudiler aşar gibi, ağnam gibi vergilerin hiçbirini vermezler. Müs­lümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka Fransızların koydukları kapı, pencere vergilerini de verirler. Bunun için biçare Müslümanlar topraklarını, akarlarını, hayvanlarını muvazaa su­retiyle çok zaman Hıristiyanların yahut Yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar. Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da kay­bederler. Sırf Müslümanların vergisiyle yaşayan beledi­yelerde hiç bir müslüman aza bulunamaz. Şayet bulunsa rey sahibi olamaz. Gerek Cezayir'de, gerek Tunus'ta ka­bilelerin müşterek otlakları vardır. Lakin bu otlaklar devamlı Fransızlar tarafından bedava gasbedildiği için, biçare Müslümanlar hayvanlarını geçindiremiyorlar. Za­ruri olarak güneye, yani çöle doğru çekiliyorlar. Fransız­lar, Afrika'daki sömürgelerine kendi milletleri için köy teşkil edecekleri zaman, Arapların elindeki araziyi bedava alırlar. Bununla kalmayarak o yeni köye lazım olan suyu civardaki Müslüman köylerinden getirip Müslümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücuda getirilen her Hıristiyan köyüne gelir bulmak için yine Müslüman köylerine çullanırlar. Onlardan alacakları belediye vergisi ile o Hıristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir Fransız, Müslüman aleyhinde dava açmaz. Çünkü gerek görmez. Onu isterse döver, isterse öldürür.

Ey cemaati müslimin!

Zaman, zemin müsait olursa, size İngiliz adaletinden! Fransız medeniyetinden! birçok parlak örnekler daha gösterirdim. Bununla, beraber, ibret alacaklar için bu kadarı da yetişir zannederim. İşte sefaletlerinin derecesini kısaca anlattığım o zavallı dindaşlarımızın imdadına yetişmek yahut hiç olmazsa onların düştükleri felakete düşmemek için artık gözümüzü açma­lıyız. Düşmanımızın bizi de onların haline getirmek için bu­gün elinde iki vasıtası var. Fazlası yok. Çünkü aslında gerek keyfiyet, gerek kemiyet itibariyle mühim olan kuvvetlerini dağıtmıştır. Ordusunun bir kısmı Hindis­tan'da, bir kısmı, Irak'ta, bir kısmı İran'da, bir kısmı İrlanda'da, bir kısmı bizzat İngiltere’de, bir kısmı Mısır'­da, bir kısmı Sudan'da, bir 'kısmı Filistin'de meşgul. Sö­mürge askerine itimadı kalmamış. Bilhassa Hind Müslümanları "Artık /biz, dindaşlarımıza karşı silah kullanmayız" Diyorlar.

Bundan dolayı şimdi söylediğim gibi bizi ezmek için ancak iki kuvvete malik bulunuyor: Birincisi Yunan or­dusu, ikincisi memleketimizde çıkaracağı, daha doğrusu çıkarmakta olduğu nifak! Zaten bu ikinci kuvvet olmasa birincisinin hiç önemi yoktu. Biz, aklımızı başımıza ala­rak el ele verdiğimiz gün Allah'ın yardımıyla memleke­timizi, istiklalimizi kurtarmaklığımız muhakkaktır. İşte doğu vilayetleri ahalisi gözümüzün önünde duruyor. Bunlar düşman istilası ne demek olduğunu gözleriyle gör­dükleri için bu sefer İngiliz iğfalatına kapılmadılar. Ara­larında tefrika çıkmasına, nifak çıkmasına meydan bı­rakmadılar. Can cana, baş başa verdiler; yurtlarını çiğ­nemek, kendilerini esaret altına almak için hudud boyun­da fırsat gözetip duran düşmanı dağıttılar. Kars gibi en müstahkem bir kaleye bayrağımızı dikerek ileriye doğru yürüdüler, gittiler. Cenabı Hak o kahraman mücahitlerimize yardımlar ihsan buyursun. Anadolumuzun batısındaki o sefil düşmanı da Ermenilerin hakli olarak uğra­dıkları akıbete uğratsın.

— Âmin!

Bizi mahv için tertip edilen barış, anlaşması paçavrasını mücahitlerimiz Doğu tarafından yırtmaya başla­dılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza düşen vazife, Anadolumuzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zi­ra o parçalanmadıkça İslam için bu diyarda yaşama imkânı yoktur.

Ey cemaati müslimin!

Hepiniz bilirsiniz ki, buhran­lar içinde çırpınıp duran bu din-i mübin bizlere Allah'ın emanetidir. Kahraman ecdadımız bu Allah emanetini ko­rumak uğrunda canlarını feda etmişler. Kanlarını seller gibi akıtmışlar. Muharebe meydanlarında şehit düşmüş­ler; İslam’ın bayrağını yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını çiğnetmemişler; şeriatın temiz, kutsal şeylerine yabancı ayak bastırmamışlar. Babadan evlada, asır­dan asıra intikal ede ede, bize kadar gelen bu büyük emanete hıyanet kadar zillet tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın torunları değil miyiz? Yabancıların eline geçen Müslüman yurtlarının hali bi­zim için en tesirli bir ibret levhasıdır. Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. 0, cihanın en mamur, en me­deni, teknikte en ileri ülkesi vaktiyle sinesinde on beş milyon Müslüman barındırırken bugün baştanbaşa dola­şınız tek bir dindaşımıza rast gelemezsiniz. Allah'ın bir­liğini, Batının ufuklarına söylettiren o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün etrafa teslis velve­leleri aksediyor. Şevketin, medeniyetin, bilginin, ilerleme­nin son noktasına varmışken birbirlerine düşerek va­tanlarını üç buçuk İspanyol'a karşı savunmadan aciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da, İslam'ın son sığınağı olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım, üzüntüyü, miskinliği, ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak azme, din için savaşa, birliğe sarılalım. Cenabı Kibriya, Hak yolunda savaşmak için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir.

Ya İlahi bize tevfikini gönder!

— Âmin! Doğru yol hangisidir, millete göster!
— Âmin! Nur-u İslamı şedaid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü tedip ise maksud-u muhibin gerçek,
Nare yansın mı beraber bu kadar mazlumun?
Bigünahız çoğumuz yakma İlahi!
— Âmin! Boğuyor Âlem-i İslamı bir azgın fitne;
Kıt'alar kaynayarak gitti o girdap içine.
Mahvolan aileler bir sürü masumundur;
Kalan avarelerin hali de malumundur.
Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor arşa enin?
Dinsin artık bu hazin velvele Ya Rab.
— Âmin!:Müslüman yurdunu her yerde felaket urdu;
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu.
O da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer-i mübin.
Haksar eyleme Ya Rab onu olsun!
—Âmin Velhamdülillahi Rabbil Âlemin.

NOT: Mehmet Akif Kastamonu'daki ilk konuşmasını  Nasrullah Kadı tarafından 1506 yılında yaptırılan ve Kastamonu merkezinde bulunan Nasrullah Camii'nde yapmış­tır. Bu konuşma Sebilü'r-Reşad dergisinin 25 .Kasım 1920 ta­rihli 464. sayısında yayınlanmıştır.