Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

BİR KABUSTAN ERKEN UYANAN ADAM CEMİL MERİÇ

'Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. Gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.

Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir... IV. Murat'a, "Kanuni Sultan Süleyman devrine dön" diye haykıran Koçi Bey'den Reşit Paşa'ya kadar Osmanlı Devleti'nin bütün ıslahatçıları gerici... Gerici, ilerici... Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu." (Bu Ülke)

Kim bilir kaçıncı keredir okuduğum bu zehir gibi pasajda bu defa başka bir kapalı kalmış nokta keşfedişim boşuna değil. Son zamanlarda yoğunlaştığım Osmanlı okumalarında akademik eserlerde sık sık yüz yüze geldiğim bir kara deliğin Cemil Meriç tarafından 30 küsur yıl önce yakalanmış olması önemliydi benim için. Özellikle tarihçi Rifaat Ali Abou Al-Haj'ın "Modern Devletin Doğuşu" adlı kitabında üzerinde ısrarla durduğu Koçi Bey'in risalelerinin 'gerici' karakteri, böylece çok daha önce, C. Meriç tarafından teşhis edilmiş oluyordu.

Cemil Meriç'i keşfetmek...

Peki Koçi Bey, sosyal evrim açısından 'gerici' sayılması gerektiği halde nasıl olmuştur da bir 'ilerici' tip olarak lanse edilmiştir bize? Osmanlı tarihi hakkındaki kanaatlerimiz, Amazon ormanını katledip tarla açan dev Batılı şirketlerin yaptığı gibi bir güzel elden geçmiş de ondan. Yozlaşan, bozulan, gerileyen bir tarihin içinden baktığınızda Osmanlı devlet ve toplumunun gelişim evrelerini yakalamanız mucize gibi bir şey oluyor ve sonuçta Koçi Bey gibi çıkar ve konumlarını zedeleyen bu değişim sürecine müdahale edip padişaha eski parlak dönemlere (sahi kimin için parlaktır bu dönemler?) dönmeyi tavsiye eden gericiler, birer ilerici olarak baş tacı ediliyor kitaplarımızda. Ne yani, Osmanlı bir asır önceki yapısına dönebilir miydi padişah, hatta toplum isteseydi bile? Biz 1906'daki durumumuza dönmeyi bırakın, 1956'daki, hatta 1996'daki milli gelirimize dönmeyi kabul ediyor muyuz ki, Sultan İbrahim'den ve o dönemin insanlarından aynısını isteyebiliyoruz?

Böylece tarih, David Lowethal'ın dediği gibi, "yabancı bir ülke" (a foreign country) haline getirilmiştir. Ameliyatlıyızdır; kloroform kokuyoruzdur ve 'bu yabancı ülke'de her şey kılık değiştirebilmektedir kolaylıkla. Korkaklar kahraman, gericiler ilerici olabilmektedir rahatlıkla. En zor şartlarda kazanılmış bir diplomatik başarı olan Karlofça antlaşması okullarımızda bir aşağılanma belgesi olarak sunulurken, Yunanistan'dan tazminat dahi alamadığımız Lozan zaferinin yere göğe sığdırılamaması, her şeyi açıklıyor aslında. Velhasıl, yukarıdaki paragrafta da gördüğümüz gibi, Cemil Meriç, bir kâbustan erken uyanan adamdır. Uyanmasını bildiği kadar, uyandırmasını da bildiği için olsa gerek, her ölüm yıldönümünde biraz daha teklifsiz bir yer kaplıyor gök kubbemizde. Şahsî intibahımın mühim bir kısmını Cemil Meriç'e borçluyum. Bir başka deyişle o, kendilerine kim bilir hangi fikir proteinlerimi borçlu olduğum velinimetlerimin ilk safında yer alıyor.

Cemil Meriç'i çok erken bir yaşta keşfettiğim için şanslı sayarım kendimi. "Bu Ülke"yi elime ilk aldığımda henüz 16 yaşındaydım. Onun kurmuş olduğu, ceviz gibi dışı sert ama içi besleyici cümlelerle yolculuğum bugün de devam etmekte gördüğünüz gibi. Lakin kendisine olan borcumu yeterince ödeyebildim mi? Bu sorunun cevabı yok ve belki de hiç olmayacak. Belki de kültür ve medeniyette "yamyamlık"ın caiz olduğunu söyleyenler haklıdır. Bir medeniyet nasıl kendinden öncekilerin bedenlerini yiyerek yeni bir çehre ve kimlik ediniyorlarsa; aynı şekilde bilim, sanat, edebiyat, düşünce ve kültür alanlarında sivrilenler de, kendilerinden öncekileri 'yiyerek', hatta 'tüketerek' var olabiliyor, hatta kendi yüzlerini ancak böylelikle oluşturabiliyorlar.

Fikir namusunun yıldızları


Dolayısıyla Cemil Meriç'in yüzümdeki yansımalarını ayırt edebilecek kudrette hissetmiyorum kendimi. Ama galiba insan bir başka yazarı yiye yiye onu temessül ediyor, şimdiki deyişle, özümsüyor. Ve hiç olmadık bir cümlenizin içinden veya o cümleyi kuruş biçiminizden, hatta ifadenizin edası içinden size gülümseyebiliyor o renkli kalem. Belki de "gelenek" dediğimiz köprünün bamteli tam buradadır. Hiç kimse "Hüdâ-yı nâbit" gibi köksüz bir kimlik hükmünde var olamıyor yeryüzünde. Dr. Jivago'daki gibi kendisinde başlayıp yine kendisinde biten bir tip düşünmek, muhal. Ancak bir gelenek dairesindekiler, aynı kökten beslenmelerine rağmen kendi dünyalarını farklı üsluplarda şekillendirebilir, güvenli bir kişilik duvarı oluşturabilirler. Çünkü sadece bir geleneğin içinde nefes alıp veren fertlerdir ki, kendisinden öncekilerin ne yaptıklarını genişlemesine ve derinlemesine bilir ve o bünyede yapılmış olanların yanı başına kendi tezgâhlarını huzurla açabilirler.

Cemil Meriç'i bir düşünce geleneğine bağlamayıp kendisiyle başlayan ve kendisiyle biten bir "sürpriz" gibi algılayanlar hem ona, hem de kendilerine yazık ediyorlar bence. Çünkü o, ulus-devletin sunağında kurban edilmeye çalışılan bir evrensel geleneğin enkazının altından çıkmış ve bu geleneği unutmuş veya unutturmaya and içmiş çağdaşlarının yanılgılarından manda dönemini yaşayan 'Hatay' perdesiyle korunmuştu. İşte 1940'larda siyasî sınırlarına dahil olduğu Türkiye'nin hijyenik işlemden geçirilmiş, sterilize edilmiş fikir atmosferinde biraz Tunuslu Hayreddin'in "yaban gözü"yle dolaşması bundandır. Kendisine eklemleneceği bir sarmaşık ucu dahi bulamadan, Saragozalı İbn Bâcce'nin "ayrık otu" benzetmesindeki gibi, hakikatin kapısını, zamanını şaşırmış tehlikeli bir cümle gibi (bu cümlelerden daha tehlikeli ne olabilir ki?) aşındırıp durması ve sonunda, Osmanlılığın "kayıp atlası"na sığınması da bundandır.

Nitekim 1970'li yılların ortalarında Bediüzzaman'ın külliyatıyla tanıştığında eski bir dosta kavuşmuş gibi helecanlara gark olmasını iyi tahlil etmek lazım. Bediüzzaman da beyin ameliyatı geçirmiş bir toplumda bir başka İbn Bâcce değil miydi? O da erdemli toplumun hayatiyetini idame şansının sukût ettiği bir ortamda, tek başına da olsa, o toplumu yeniden inşa etmek için çalışacak ve "ayrık otları"ndan yeni bir "tedbîr" yolunu örecekti.

İbn Bâcce, Said Nursi ve Cemil Meriç... Üç ayrık otu. Onlar benim nazarımda fikrin namusunu devirlerinin değirmenine kurban vermeyen ve bunun için uzun vadede kazanan üç samimi arkadaştır. Nitekim Cemil Meriç de bir yerde, kendisini anlatırcasına, Ahmet Hamdi Tanpınar için "kayayı çatlatan incir çekirdeği" dememiş miydi? Ne diyordu İbn Bâcce ayrık otları (nevâbit) için: "Bu devlette var olmayan ve başkalarının inançlarına aykırı bir gerçek fikre gözünü dikenlere 'ayrık otları' denilmiştir. Ayrık otu terimi, genel anlamda, fikirleri, doğru veya yanlış olsun, başkalarınınkinden farklı olanlar için kullanılır... İdeal devlet hastalandığı, bozulup kusurlu hale geldiği zaman ayrık otlarının varlığı, ideal devletin vücuda geliş sebebidir. Sufiler onlardan 'garipler' diye söz eder. Çünkü onlar kendi ülkelerinde ve arkadaş ve dostları arasında yaşasalar da, fikren yabancıdırlar, düşünceleriyle başka alanlarda gezerler." Velhasıl, ayrık otları, kâbus kuyusundan rüya-yı sâdıka çeken ellerdir. Rahmet onların üzerlerine yağsın; kalanı bize yeter nasıl olsa...

 

MUSTAFA ARMAĞAN 13 Haziran 2006