Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

 Kütüphanenizdeki Türk edebiyatı klasiklerine şüpheyle bakmanın zamanıdır. Yazarı, ismi aynı olsa da devre göre dil değiştiren kitaplar sandığımız gibi edebi zevk mi veriyor, yoksa devletin yeni neferlerini mi inşa ediyor? Edep Ya Hu’dan başka ne denebilir ki!

'Sabah hayli erkendi; sandığını arabada bıraktı, Maarif Dairesine girdi. Odanın kapısında bir gözü kör, başı beyaz paçavra ile sarılmış ihtiyar bir adam, sac bir mangalda kömür yakıyor, bir ayağı kopuk hasır iskemleyi aynı zamanda duvara dayayarak muvazene yaptırıp üstüne oturmaya çalışıyordu. Yerde kabarmış kirlerin, üzeri sulanmış sıkça tesadüf edilen donmaya yüz tutmuş tükürük ve balgamlara basmamak için ihtiyatla yürümek lazım geliyordu; hoş ve tavanı örümcekli bu Daire’nin çok ağır, insanı içine alan bir kokusu vardı…’ Vurun Kahpeye romanının başkahramanı Aliye, öğretmen olarak gittiği Anadolu kasabasında karşılaştığı manzaraya iğrenerek bakıyor. Zarif, kırılgan İstanbul kızı öyle büyük ideallerle yüklü ki bu kokuşmuş, devasa enkaz onu yıldırmak yerine gayrete getiriyor, hırslandırıyor. Eskiden kalan ne varsa kaldırıp çöpe atmak cennetâsâ bir cemiyet kurmanın yeter şartı... “Sizin toprağınız benim toprağım, sizin eviniz benim evim, burası için, buranın çocukları için bir ışık, bir ana olacağım ve hiçbir şeyden korkmayacağım, vallahi ve billahi.”

 

Halide Edip’in Aliye’si, Reşat Nuri’nin Feride’si ve diğerleri. Türk edebiyatının klasikleri arasında sayılan romanların havai, cesur, cüretkâr, idealist kahramanları. Yüreklerinin yarasını sarmak için kendilerini fakir, cahil, geri kalmış Anadolu’nun yollarına vurmuşlar. Güneş olup doğmuşlar cehaletin, yokluğun beslediği karanlıklara. Tek başına meydan okuyorlar pas tutmuş akıllara… Perdenin önünde asrî, idealist gençler; ardında, çatırdayarak yıkılan bir imparatorluğun resmi. Tarih kitabı okumadığımızın farkındayız, yine de öyle bir plato kuruluyor ki, kim ne derse desin geride kalandan tiksinmemek, yerine gelene şükretmemek mümkün değil…

Özellikle erken Cumhuriyet dönemi edebi eserlerinde sıkça karşılaşılan bir tablo bu. Simurg gibi, öldükten sonra küllerinden yeniden doğan bir dünya güzeli müjdeliyorlar. Kitabın kapağını kapatıyor, köyün yobaz imamını nefret, Aliye’leri, Feride’leri hayranlık timsali olarak kayıtlara geçiriyoruz. Hesapta roman, öykü, destan okuyoruz ya aslına bakarsanız tarih bilgisini üzerine inşa edeceğimiz arka plan, geçmişle hesaplaşırken tutacağımız saf şekilleniyor satır satır.  

Ahmet Özalp’ın ‘Okları Kırılmış Kirpi’ kitabı dikkatimizi o yöne çekene dek edebi eserlerin siyasetin çok etkili araçlarından biri olduğunu fark etmediğimizi itiraf edelim. Her muharrir, kendi muhayyilesinin ürünlerini kaleme alıyor, biz de beğeniyor ya da beğenmiyorduk. Özalp, yıllar önce Çalıkuşu ile başladığı mukayeseli okumalarını Refik Halit Karay’ın kitapları ile sürdürünce biraz daha yakından gördük ki roman ya da hikâye; yeri geliyor politikanın hazırladığı dekor üzerinde, onun çizdiği çerçeveyi estetize etmenin etkili araçlarından oluyor. Özellikle Osmanlı’nın büyük bir gürültüyle yıkıldığı, Cumhuriyet’in filizlenip boy verdiği yıllarda roman ve şiir edebi sanat olmaktan çıkıyor. Devrin politikasını okurlara harf harf belleten öğretmene dönüşüyor. Ve açıkçası, bazı hassas gözler dışında pek kimse de sezmiyor perdenin gerisinde nasıl bir oyun sahnelendiğini…

Matbaa, modern toplum inşasının önemli araçlarından biri. Birbirinden kopuk, cemaatler hâlinde yaşayan insanlar; anayasaların tasvir ettiği ‘kıvançta, tasada, kaderde birlik’ çizgisine matbuat aracılığıyla çekiliyor. Etkisinin büyüklüğü toplum mühendisliğinin vasıtası olarak kullanılmasını da beraberinde getiriyor hâliyle. Dikkat kesildiğimiz; bir devletin tarif ve inşa edildiği Tanzimat, Meşrutiyet ve tek parti yıllarında da yeni filizlenen Cumhuriyet’e matbu eserler üzerinden can suyu veriliyor. Atatürkçü Cumhuriyet’in ilkeleri belirlenip yerleştirilirken politikaya uygun eserler yazdırmak, ters düşenleri yasaklamak etkili biçimde kullanılıyor. Yetmiyor, yeri geliyor yıllar önce yayımlanmış, defalarca basılmış kitaplara kendini inkar pahasına yepyeni bir çehre veriliyor. Sadece kitaplar değil, tarih, kültür, gelenek yeniden yazılıyor bu kısacık devrede.

Metinlerin alt okuması yapıldığında eski ile yeni, reddedilenle arzulanan kolayca ayırt ediliyor. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Kara, kriz dönemlerinde siyasi muhalefetin çok tehditkâr algılandığını belirtiyor. Bir devletin yaşayabileceği en büyük krizi yaşıyor Osmanlı. Onun yıkımı dünyayı değiştiriyor. Devrin aydınları yeni siyasi cereyanları tanıdıkça devletin karşısına daha muhalif bir kimlikle çıkıyor. Jöntürkler, bilhassa 1895’te yurtdışına gittikten sonra yazdıklarıyla imparatorluk yönetimini sert dille eleştiriyor, Mısır, İsviçre, Fransa ve İngiltere’de çıkardıkları gazete ve dergilerde yeni bir nizam talebini açıkça ortaya koyuyorlar. Edebiyat ve matbuat ilk yasaklar ve yönlendirmelerle o tarihlerde karşılaşıyor.

Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Ali Birinci’ye göre Batı’nın zihnî yapıda sebep olduğu ilk tesir, münevverlerin siyasileşmesi. Bunun neticesi olarak edebi eserler, şu veya bu şekilde cemiyet hakkında bir fikir ve teklif ile ortaya çıkıyor. Batı’yı gören, eserlerini okuyarak da bu dünyaya nüfuz eden dönemin önemli yazarları Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in yazdıkları, neredeyse tamamen, siyasileşiyor. Eserleri devlet yönetimi tarafından siyasi muhalefet vasıtası kabul edilerek gittikçe artan bir hassasiyetle takip ediliyor ve yasaklanıyor. Sansür’ün ilk örneği de o yıllardan. Namık Kemal, romanına Son Pişmanlık adını veriyor. Pişmanlık ifadesinin taşıyacağı mesaj bile tehlikeli bulunuyor olacak ki sansür kurulu rahatsızlık duyup yeni bir isim veriyor kitaba; İntibah yani uyanış… Ali Birinci, her mücadelenin bir bedel ödemeyi gerektirdiğini hatırlatıyor: “Eğer kitaplar siyasi mücadelenin aracı olarak kullanılıyorsa orada kitap olmaktan ziyade siyasi alettir, muhataplarınız da haklı veya haksız kendilerini korumak için harekete geçer.”

Sansür; sadece bu topraklarda değil, tüm dünyada kuruluşundan itibaren matbuatın mütemmim cüzü. Ancak özellikle Cumhuriyet’in kuruluş yılları açısından sadece sansürden söz etmek müdahalenin niteliğini hafifletmek, fotoğrafın tamamını görememek anlamına geliyor. Edebiyat araştırmacısı Ahmet Özalp çok daha kapsamlı bir kurgu ile karşı karşıya olduğumuz kanaatini taşıyor. Çünkü sansür, sınırlı da olsa özgürlüğe işaret ederken Cumhuriyet döneminde, özellikle Takrir-i Sükûn’la başlayan ve devletin bir parti devletine dönüştürülmesiyle sonuçlanan süreçte göreceli de olsa özgürlükten söz etmek mümkün değil. Abdülhamid devrinden beri sıkı takibat altındaki basın alanı; İttihat Terakki ve ardından gelen tek parti döneminde giderek daralıyor. Refik Halik Karay, ‘geri geri ilerledik’ diyor o yıllar için. Bu ‘istibdat’, yönetici kadroların tahammülsüzlüğüyle mi alakalı? İsmail Kara’nın cevabı, “Hem evet hem hayır!” oluyor. “Tek parti döneminde daha sıkı ve sıkıcı bir portre ile karşılaşmamızın esas sebebi hassasiyetlerin artması ve ülkenin zayıflamasının getirdiği korkular. Türkiye’nin yaptırım gücü azalmış, siyaseten zayıf düşmüş, yeni bir siyasi rejim kuruluyor. Yeni rejimin oturması; kurumların, kişilerin, geleneklerin, kültürün yeni teşekkül etmesi anlamını taşıyor. Yeni rejim eskiden tevarüs edilenlerle yürüyemez. Dolayısıyla katılığı, kabalığı daha fazla. Antenleri çok daha fazla şeye zil çalıyor.”

İmparatorluk sadece siyaseten çökmüyor, milli ve manevi kimliği de hâk ile yeksan oluyor kısa zaman içinde. İslam şeriatına dayalı hilafet; etnik, dinî, milli çeşitlilik yerini ‘Türk’ kimliğiyle tarif edilen laik ulus devlete bırakıyor. Geçmişin mirası yerinde durdukça cumhuriyetle cumhur arasında güçlü bir bağ kurmanın mümkün olamayacağı düşünülüyor. Tabiri caizse makas değiştirir gibi medeniyet değiştiriyor bir devlet. Sarsıntının gücünü hafifletmek de edebiyatçılara düşüyor. Öyle bir kaleme alınıyor ki eserler, aşk sarhoşuna dönen okur teslim alınıyor.

İkinci Meşrutiyet’le birlikte yönetime gelen İttihat ve Terakki, milliyetçi duyguları güçlendirmek için net bir şekilde müdahale ediyor edebiyata. Paşalar, savaşın sonlarına doğru şairleri yazarları toplayıp Çanakkale’ye götürüyor ve halkın duygularını galeyana getirecek ‘harp edebiyatı’ örnekleri vermelerini istiyor. Prof. Dr. Murat Belge’ye göre açıkça yapılan bu davet, beklenen etkiyi yapmıyor. Herkes öyle kolları sıvayıp savaş romanı falan yazmıyor. İttihat ve Terakki’nin kudretli paşalarının buna ne kadar kızdığını Falih Rıfkı Atay aktarıyor 1918’de yazdığı Ateş ve Güneş’in girişinde: “İki sene önce bir gün Suriye’de mevki sahibi bir askerle konuşuyordum. Bana dedi ki; ‘Siz gençler ne tembelsiniz! Hiçbir şey yazmıyorsunuz. Çanakkale’ye bir torpido şair ve ressam gitti. Daha bir kitap bile görmedik…’”

Aynı dönemde parayla kitap yazdırıldığına da şahit oluyoruz. Eski nizamın izlerini taşıyan şiir, roman ve destanların gücünü kıracak, yeni ideolojinin propagandasını yapacak eser verilmesi için kesenin ağzını açıyor İttihat ve Terakki yönetimi. Rıza Tevfik, Cenap Şehabettin aracılığıyla kendisine yapılan teklifi günlüğüne not ediyor. Arkadaşı, Birinci Dünya Savaşı sırasında Rıza Tevfik’e yazdığı mektupta mealen şöyle diyor: “Dün bizi Harbiye Nezareti’ne davet ettiler. Nazır yoktu ama dediler ki Nazır bizim bazı hamâsi eserler vermemizi istiyormuş. Bunların karşılığında bize vâsi ama pek vâsi ücretler ödenecekmiş. Sizin için de dâsitâni bir eser yazmanızın pek güzel olacağını söylediler… Cenap”

Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Muharrem Kaya, Cumhuriyet döneminde de devam eden müdahalelerin temel gerekçesini ‘Atatürk ilkelerini oturtmak’ şeklinde özetliyor. Ahmet Özalp’ın araştırmaları da onu destekliyor. “Operasyonun gerçek amacı, biçimsel bir değişiklik değil, siyasal otoritenin yeniden yapılandırma arzusu.” diyor Özalp. “Biçimsel değişiklik, bu amaca ulaşmayı kolaylaştırmaya, biraz da kamufle etmeye yarıyor.” Araştırmalarının sonucunda tespit ettiği müdahaleler belli alanlarda yoğunlaşıyor. Kitaplardan Osmanlı döneminin tarihsel ve sosyal şartlarını yansıtan öğeler, o döneme dair olumlu bir kanaat oluşturacak tüm göstergeler ayıklanıyor. Dinî anlamı olan ya da böyle bir anlamı çağrıştıracak unsurlar temizleniyor.

Özalp’ın çalışması Refik Halid Karay’ın kitaplarında meydana gelen değişikliklerle ilgili çok sayıda örnek içeriyor. Karay, İttihat ve Terakki muhalefeti sebebiyle gönderildiği ilk sürgününde en güzel hikâyelerini kaleme alıyor. Bunları Memleket Hikâyeleri adıyla kitaplaştıran yazar, 1920 yılı baskısındaki öykülerden birinde eski devir simalarından birini tanıtırken, “Ama Rumeli’yi kaybetmişiz, Trablus gitmiş, padişah yerine memleketi türediler kaplamış, onun umurunda değildi.” diyor.  Kitabın 1939 baskısında padişahtan eser yok, yerine; “Ama Rumeli’yi kaybetmişiz, Trablus gitmiş, her tarafı ihtilaller kaplamış, onun umurunda değildi.” deniliyor. Koca Öküz hikâyesinin kahramanı Hacı Mustafa meraklı bir zat. “Gider Kayserili Ermenilerden sucuk, pastırma yapmayı beller. Çerkez köylerinden peynircilik öğrenir…” Hikâye 20 yıl sonra yeniden okurla buluşacak. Ancak bu kez Ermeniler yok, o günlerin bir öyküde bile hatırlanması istenmiyor anlaşılan. O kısım da değişiyor: “Gider Kayserili muhacirlerden sucuk, pastırma yapmayı beller…” Aynı kitapta tasvir edilen Taselyalı Yani, ki kendisi Hıristiyandır, Taselyalı Bekir olarak çıkıveriyor karşımıza.

Refik Halid’in kalemi, bilhassa dönemin siyaseti ile ilgili yazdığı yazılarda çok sivri. Öncelikli hedefi başta Talat Paşa olmak üzere İttihat ve Terakki yöneticileri. Pek kimsenin kolay göze alamayacağı bir üslup ve açıklıkta söylüyor sözünü. Ve bekleneceği gibi bedelini de Anadolu’ya sürülerek ödüyor. 5 buçuk sene boyunca oradan oraya gönderiliyor. Nihayet İttihat ve Terakki’nin ideoloğu Ziya Gökalp’ın araya girmesiyle İstanbul’a dönebiliyor. İttihat ve Terakki ile mücadelesi hiç bitmeyen muharririn Babıâli’ye geri çağrılmasını bir nevi çaresizlikle açıklıyor Erol Köroğlu: “Propagandadan kendileri de bıkmış, içerik arayışındalar. Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin, Refik Halid’in Memleket Hikâyeleri’nde tam da yapmak istedikleri kültürel milliyetçiliğin has dilini ve içeriğini buluyorlar.” Üslubu itibarıyla diğer yazarların ulaşamadığı bir seviyede duruyor Refik Halid ve herkes kaleminin ne kadar güçlü olduğunun farkında. Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler’de ondan bahsederken, “Refik Halid Meşrutiyetten sonra ortaya atılan edebi nesil içinde, muhakkak olarak en fazla tebarüz eden bir çehredir. Yazıda muayyen bir nev’in mümessili olmuş, büyük mikyasta kari kazanmış, bir düzine iyi ve itinalı eserler vücuda getirmiş, her yazdığını behemehâl merakla okutmuş, Türkçeye yeni bir çeşni vermiş, hemen hemen daima neş’eli ve canlı; görüşte hususiyet ve yazışta hüner göstermiş bir muharrirdir.” diyor.

Bu önemli portrenin yazdıklarını önüne koyup bir analize girişen Ahmet Özalp, 1922’ye kadar yayımlanmış tüm kitaplarını tarıyor. Ve görüyor ki on kitabından dokuzu elden geçirilmiş, diğer bir deyişle sansürlenmiş. Refik Halit’in, Kirpi müstear ismiyle kaleme aldığı yazılarının ilk hedefi İttihat ve Terakki yönetimi. Oysa 1939 sonrasında elden geçirilen kitaplarında partiyi ismen hedef alan ne bir yazı ne de hicve rastlıyor Özalp. Elde ettiği delillerin ışığında sansürün, İttihat ve Terakki muhalefetinden ve tek parti döneminin özgürlükleri yok sayan tutumundan kaynaklandığı sonucuna varıyor. Ancak onunla aynı fikirde olmayanlar da var. TTK Başkanı Ali Birinci, devrin şartlarının kişiye yüklediği bir yasak çerçevesinden söz ediyor. “İnsanlar, doğrudan bir baskı olmaksızın kendilerine çizilen sınırlara çarpmamaya çalışırlar. Refik Halid de eski harflerle yazılmış yazılarını yeni yazıya geçirirken siyasi hayatta biraz hırpalandığı ve ömrünün 21 senesini sürgünde geçirdiği için kendi kendine sansür uyguluyor olabilir. Üstelik kitaplarını yeniden yayımladığı tarihlerde yazılarına hedef aldığı isimler öleli yıllar olmuş, siyasi ortam yumuşamış. 20 sene önce kullandığı ateşli üslup yumuşayıp serinlemiş…” Karay’ın hatıralarını yayına hazırlayan Ali Birinci, yazarın baskıya maruz kaldığını gösteren en ufak bir beyanı ya da işaretine de rastlamamış.

Reşat Nuri Güntekin’in 1922’de kaleme aldığı ve beşinci baskısında önemli değişiklikler geçiren Çalıkuşu romanı aynı kaderi paylaşan bir başka örnek. İlk dört neşri Osmanlıca yapılan kitap, 1935’te yeni harflerle basılıyor. Özalp’ın belirttiğine göre önceki baskıların aksine yeni versiyonda döneme ilişkin olumlu izlenim edindirecek anlatım ve olgular ya tümden yok ediliyor ya da tam tersi bir anlam taşıyacak şekilde değiştiriliyor. Eski biçimiyle Çalıkuşu, yazıldığı dönemin tarihî ve sosyal şartlarının belgesi niteliğinde. Ancak beşinci baskıda yapılan değişiklikler geçmişe karşı en ufak bir sempatiye tahammül olmadığını ortaya koyuyor. Mesela bir yerde, Zeyniler köyünün evlerinden bahsederken, “Hani Boğaziçi’nde eski zamandan kalma kayıkhaneli evler vardır, bu evler tıpkı onlara benziyordu.” diyen Feride, yeni baskıda ne oluyorsa nefret doluyor o manzaraya karşı: “Hani Kavaklar’da, önüne ağlar serilmiş, yağmurdan çürüyüp kararmış, Boğaz rüzgârlarından bir yana çarpılmış, viran balıkçı kulübeleri vardır; bu evler, ilk bakışta onları hatırlatıyordu.”

Yazıldığı dönemde büyük yankı uyandırıyor Çalıkuşu. Kısa sürede geniş bir okur kitlesine ulaşıyor. Romanın gücünden faydalanmak isteniyor olacak ki Sedat Simavi giriyor devreye ve yazardan kitabı elden geçirmesini istiyor. Reşat Nuri, “Benim bildiğim Edition définitive (eserin yeni baskı için elden geçirilmesi) ancak ilmî kitaplar ve yüksek fikir eserleri için mevzu bahis olabilir. Sonra Çalıkuşu bugünkü ben’le hiç alakası kalmamış bir eski eserdir. Bunun için artık ona kalem dokundurmak doğru olmaz.” dese de Simavi, “Eserin Conception’unda (bağlamında) hiçbir değişiklik yapacak değilsin... Roman yine o zamanki sen’in romanı olacak... Bugünkü sen yalnız İstanbul Kızı’nın otobiyografi şeklindeki müsvedde parçalarını teslime razı olacaksın.” diyerek ikna ediyor onu.

Geri kalmış Osmanlı’nın temsil ettiği değerlerin karşısına yeni, muasır Cumhuriyet değerlerini koyan çok sayıda eser veriliyor o yıllarda. Bu, kimi zaman baskıyla ya da siparişle kimi zamansa yazarların gönüllü katılımı ile oluyor. İlk elden şahitleri kayıtlara geçmiyor çoğu zaman neler yaşandığını. Parçalar arasındaki kopukluğu rivayetlerle doldurmak düşüyor bize.

Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece romanı, dil ve içerik açısından yazarın diğer eserlerine pek benzemiyor söz gelimi. Çalıkuşu’ndaki Zeyniler köyü de bir yobazlık anlatısı, Yeşil Gece de. Zeyniler köyündeki insana yadırgatıcı gelmeyen bir tasvir Erol Köroğlu’na göre. Yeşil Gece’de ise Anadolu’da geçtiği hâlde yadırgatıcı bir anlatım var. “Çünkü asıl kaynak Fransız. Olaylar, yerler, karakterler Emile Zola’nın Dreyfus Davası’nı temel alarak yazdığı din karşıtı ‘Gerçek’ adlı romanından aparılarak oluşturulmuş. Türkiye’deki tutuculuk veya gericilikle hiç alakası yok.” Köroğlu, Yeşil Gece ile ilgili ispatlanamayan bir iddiaya da değiniyor. Söylendiğine göre kitap bizzat Atatürk tarafından sipariş ediliyor. Beklentiyi karşılamak isteyen yazar, diğer kitaplarında, mesela Kavak Yelleri’nde hep idam edilme korkusuyla yaşayan bir din adamını anlatırken Yeşil Gece’de din ve din adamlarıyla ilgili çok sert ve küçültücü bir anlatımı tercih ediyor.

Murat Belge, doğrudan bir yönlendirmeden söz etmenin kolay olmadığını düşünenlerden. Evet, siyasetin hizmetine sunulmuş eserler kaleme alınıyor ancak insanlar kendi gayretiyle ortaya koyuyor bunları Belge’ye göre. Üdeba, zihnindeki ütopyayı romanlar yoluyla gerçekleştirme hevesine düşüyor. Çerçevesi milli ve medeni kavramlarıyla şekillendirilen Cumhuriyet, edebiyatçıların da desteğiyle kendi vatandaşını bu tür eserler üzerinden tarif ediyor. Batılı hayat tarzını detaylarıyla tasvir eden romanlar, kamu hayatının nasıl dizayn edileceği hakkında çok şey söylüyor okurlarına.

İstisnaları olmakla birlikte edebiyatçıları kuşatan genel bir baskıdan söz etmek mümkün görünmüyor. Yazarların defalarca basılmış kitaplarını neden elden geçirdiklerinin net izahını yapmak zor. En manidar olanı, ömrünün önemli bir kısmında Mustafa Kemal muhalifi olarak yaşayan Halide Edip’in yaptığı olsa gerek. Milli Mücadele yıllarında yakından tanıdığı Atatürk’le siyaseten ters düşünce 1926’da İngiltere’ye giden Adıvar, 1928’de savaş yıllarını kapsayan anılarını Turkish Ordeal adıyla kitaplaştırıyor. Aradan yıllar geçiyor, Halide, Mustafa Kemal’in ölümünün ardından İnönü’nün iltifatına mazhar olup Türkiye’ye dönüyor. Ve Turkish Ordeal’i 1962’de, yazıldıktan tam 34 sene sonra Vedat Günyol’la birlikte Türkçeye kazandırıyor. Adıvar, Türkçe baskıya yazdığı önsözde kitabın İngilizceden tercüme edilmediğini, fakat bazı yerleri biraz kısa bazı yerleri biraz uzun olmakla birlikte öz itibarıyla aynı olduklarını kaydediyor. Müellifin bu beyanı dururken kimsenin aklına iki kitabı karşılaştırmak gelmiyor elbette. Ta ki Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hakan Erdem bir şeylerden şüphelenene dek. İki versiyonu önüne alan Erdem, meselenin hiç de Halide Edip’in söylediği gibi olmadığını görüyor: “Yazar büyük bir ihtimalle yaptığı radikal değişiklikleri perdelemek için bu ayniyeti vurgulamış ve bunu zekice yapmış görünüyor.” diyor Erdem.

Neden mi böyle düşünüyor? Zira Halide Edip, 1962’de yayımlanan metinde Mustafa Kemal ve rejime yönelik eleştirilerinin çoğunu dışarıda bırakıyor. Böylece İngilizce aslı Cumhuriyet’in kuruluşuna ilişkin Kemalist mitleri sorgularken 30 küsur yıl sonra çıkan Türkçe versiyon, buralara hiç girmiyor. İşte birkaç örnek… Türkün Ateşle İmtihanı’nda; “Bu devrede padişah (Vahdettin) Meclisi kapatmayı düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa’yı elde ederek parlamentoyu kapatmak ve ardından bir mutlakıyet kurmak istiyordu.” Oysa İngilizce metin bambaşka şeyler anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa’nın parlamentoyu kapatması için sultanı iknaya çalışanlardan biri olduğu söyleniyordu. Ama o, sultanın daha sonra mutlakıyetçi bir rejim başlatmasını ve içinde kendisinin bizzat Harbiye Nazırı olacağı bir hükümet kurmasını arzuluyordu.” Görülüyor ki iki kitabın öz itibarıyla aynı olduğunu iddia eden Halide Edip, iki dilde birbiriyle taban tabana zıt iki olay aktarıyor. Erdem’ın sıraladığı örnekler uzayıp gidiyor. Henüz Türkçeye tercüme edilmeyen Turkish Ordeal’in, Türkün Ateşle İmtihanı’ndan 95 sayfa daha uzun olduğu da Erdem’in notları arasında. Hangisi gerçek Halide? Hafızası ve hisleri tazeyken kaleme aldıklarına mı, adını andığı insanlar tarih sahnesinden çekildikten sonra söylediklerine mi itibar etmeli? Prof. Dr. İsmail Kara, zamanı ve şartları göz ardı ederek bir yargıda bulunmamak gerektiğini hatırlatıyor. “Bu insanlar Abdülhamid ve İttihatçı rejimini görmüşler. Çok tecrübeliler. Ciddi kıyıcılıklara ya uğramış ya da şahit olmuşlar. O dönemde esen sert bir rüzgâr var. Evet, karşı çıkanlara rastlanıyor belki ama pek çoğu o rüzgâra kapılıyor ve kendi eliyle müdahale ediyor eserlerine.”

Yazar belirtmedikçe doğrudan bir zorlama ile karşılaştığını söylemek mümkün değil. Prof. Dr. Ali Birinci, eski düşüncelerinden pişmanlık duymasını da ihtimaller arasında değerlendiriyor: “Siyasi hayatta aynı zaman ve zeminde yaşayan insanların birbiri hakkındaki kanaati, yazıp söyledikleri çok sıcak oluyor. O insanlar hayat sahnesinden çekildiklerinde sıcaklık serinliyor, o zamana dek sarf edilen sözler yumuşayabiliyor. Siyasi hararet geçtikten sonra insanlar daha serinkanlı davranıyor.”

Murat Belge ise etkisini muhafaza eden Kemalist baskı ile açıklıyor Halide Edip’in müdahalesini. “Atatürk düşmanı der hemen birileri. Ve bu denince de bu memlekette insanın durumu iyi olmuyor. Bazılarımız açısından herhangi bir sakınca oluşturmayabilir ama bazılarımız açısından da oluşturuyor. Onların öyle radikal bir karşı duruşları yok. Halide Edip sonuç itibarıyla yıllarca yurtdışında yaşamak zorunda kalmış. Sonra davet etmişler, İnönü taltif etmiş. Sinekli Bakkal’a birincilik ödülü vererek, üniversiteye profesör yaparak lütufta bulunmuş. Bu şartlar altında Atatürk hakkında İngilizcede yazdıkları nasıl karşılanır?”

Evet, kalem erbabına yönelik baskılar var ama edebiyatçıların veya fikir adamlarının kendilerini inkâra varacak sansüre alet olmalarının başka sebepleri de olmalı… İsmail Kara da bizimle aynı fikirde; “Dönemin baskıcı yapısı, siyasi merkezin tehdit algısı önemli ama bir tek bununla izah edilemez. İnsanların öne çıkma arzusunu da unutmamak gerek. Mecburiyetten mi yaptı, istediği için mi? Mecburiyet de farklı okunabilir. Üniversite hocalıkları, bürokrasi dağıtılıyor. Burada yer kapmak istiyor adam. Bu bir mecburiyet onun için. Korkuyor, bu da ayrı bir mecburiyet.”

Peyami Safa da mecburiyet hissedenlerden. Müdahalenin detaylarını Beşir Ayvazoğlu’nun Peyami kitabından takip ediyoruz. Türk İnkılâbına Bakışlar isimli eserini 6 Ağustos - 22 Eylül 1938 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika ediyor Safa. Kitap aynı yıl basılıyor. Türk İnkılâbını farklı çerçevelerden değerlendiren yazar, Kemalizm’in iki büyük zaruretten doğduğunu söylüyor. Biri; Türk yurdunu ve Türk birliğini içeride bozgundan ve dışarıda salgından kurtaran Milli Savaş, öteki ise bu yurdu ve birliği kurtardıktan sonra Türk toprağını ve kafasını betonla yeniden inşa. Bu izahtan sonra Kemalizm’i, Avrupa ideolojilerinden mülhem kapalı sistemler içine hapsetmenin imkânsızlığını savunmak gayesiyle yüzlerce yazı yazdığını belirtiyor. Ayvazoğlu bundan sonraki cümlenin şaşırtıcılığına dikkat çekiyor. Peyami diyor ki; “Burada iftiharla söyleyebilirim ki bütün o yazılarımla Halk Partisi’nden hiç de farklı düşünmemiş olduğumu sonradan Genel Sekreter Şükrü Kaya’nın ve o zaman İktisat Vekili Celal Bayar’ın muhtelif beyanatlarında gördüm.”

Kitabın 21 sene sonra, 1959’da yapılan ikinci baskısında aralarında yukarıdaki cümlelerin de bulunduğu çok sayıda paragrafa yer vermiyor Peyami. Serbest Fırka’nın kuruluşunda görev alan, parti kapatıldıktan sonra CHP’ye karşı muhalif bir üslup benimseyen yazar, neden 30’ların sonlarındaHalk Partisi ile aynı çizgiye geldiğini de o kitabın önsözünde açıklıyor: “O devre mahsus yazı disiplini, eserin Kemalizm’e, altı oka, tarih ve dil anlayışına ait son fasılların resmî teze uymak zoruyla muharririn düşünce hürriyetinden bazı kısıntılara katlanmasını zaruri kılıyordu.” Muhalif saflardayken yakın temasta bulunduğu Ahmet Ağaoğlu ise oğluna yazdığı mektupta Peyami’nin o yıllarda yaşadığı değişimi ‘vekilliği’ (kafasında) kurmasına bağlıyor…

Ortama hâkim olan hava herkesin hoşuna gitmiyor şüphesiz. Ancak açıktan bir muhalefet yürütüldüğünü, rahatsızlıkların dile getirildiğini söylemek kolay değil. 1926’da Ahmet Emin Yalman ve Hüseyin Cahit’in idam talebiyle yargılanması muhalefetin neyle sonuçlanacağını açıkça ortaya koyuyor. Mütareke yıllarında sansür görevlileri ajitasyona yol açacak cümleleri ayıklıyor. Gazetelerde sakıncalı bulunan kelime ve ifadelerin çıkarıldığı yerler, kısa sürede doldurulamayacağı için boş bırakılıyor. Muharrirler kendilerince birtakım mücadele teknikleri geliştiriyor. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Erol Köroğlu’nun bahsettiği ‘sansür yemi’ bunlardan biri. Muharrir, asıl söylemek istediğini mutedil bir lisanla anlatıp araya ateşli cümleler serpiştiriyor. Bu kısmın adına sansür yemi deniyor. Görevli o ifadeleri çıkarınca vazifesini tamamlamanın mutluluğunu yaşıyor, yazının geri kalanı da kurtuluyor böylece. Daha yaygın bir mücadele yöntemi de müstear isim kullanımı. Eserin ya da yazının yayınına izin verilse bile sonradan hakkında dava açılan yazarlar hapse atılabiliyor. Bu yüzden takibata uğramaktan çekinen pek çok yazar takma isim kullanmayı tercih ediyor.

Vazifesini itirazsız yapanlar da var elbette. Yakup Kadri Karaosmanoğlu onlardan biri. Ömrünün sonuna kadar Atatürk’e sadakatle bağlı kalan Karaosmanoğlu, yaşlılık günlerinde yeğeni Murat Belge’ye bir itirafta bulunuyor: “Hayatımda ne yapmak istedimse hep tersini yapmak zorunda kaldım. Proust gibi bir yazar olmak isterdim ama Balzac gibi olmam gerekti.” Bu itiraftan sonra Yakup Kadri’nin kitaplarını yeniden gözden geçiriyor Belge, “Nur Baba’yı düşündüm. İlk romanı. Aslında tekke havasını, Bektaşiliği çok sever. Buna rağmen o romanda tekke şeyhinin nasıl bir dolandırıcı olduğunu anlatmak zorunda kalmış. Dediğinde bir doğruluk payı olduğuna o zaman kanaat getirdim.” Belge’ye göre büyük dayısının mizacına göre yazmak isteyeceği tek bir romanı var: Hep O Şarkı. Diğerleri için söylenebilecek tek şey, vazife bilinciyle kaleme alındıkları… “Bir tür vatanperverlik yapıyorlar herhâlde. Toplumun genel ideolojisine bakarak bu kanaate varıyor olmalılar.”

Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya açıkça ortaya koyuyor beklentilerini; “Matbuat yaşadığı muhitin siyasi rejimine intibak eder. Her rejim kendisine muvafık bir vatandaş tipi aradığı gibi bir matbuat tipi de arar. Esaslı inkılâp yapan memleketlerde, gazetelerini de inkılâbın yürüyüşüne ve ahengine uydurmayı inkılâbın yerleşmesinin, bütünleşmesinin bir zarureti addediyorlar…” Yunus Nadi de Varlık dergisinden katılıyor tartışmaya: “Sözle, yazıyla, resimle; sanatın her şubesinden istifade ederek fertlere, inkılâbın iş bölümündeki hisselerini layıkıyla yapabilmeleri için heyecan dağıtmalıyız. Onlara, bu iş bölümünde kendi payına düşen vazifeyi yapmayan her ferdin büyük inkılâp savaşında sabotaj yapmış olacağını anlatmalıyız. Ve öğretmeliyiz ki, bir gayeye varmak için yapılan hamlelerde her sabotaj hareketi vatan ihanetine müsavidir.”

Yeni bir rejim kuruluyor, heyecanla girişilmiş bir iş. Adeta toplum yeniden doğuyor. Okur yazar kesime açık bir davet var. ‘Yepyeni, genç, güzel bir cumhuriyet kurduk. Siz de eli kalem tutanlar, gelin vazife başına.’ Devlet edebiyatçıları yardıma çağırıyor. Reşat Nuri Güntekin, yıllar sonra bir konuşmasında nasıl bir savrulma yaşadıklarını şu cümlelerle anlatıyor: “Bu neslin doğuşu yalnız bizde değil bütün dünyada, bizim eskilerin dediği gibi hartayı pusulayı şaşırtan bir müesseseler kırımı ve bir müessese değerler değişimi devresine rastlar. Her şey yıkıntı ve çöküntü hâlinde yerde yatıyor, moral, sosyal, estetik vesair değerler bir yana, ayakta durabilmek için ayağınızı dayamanız lâzım gelen en sabit, maddî, zarurî temeller; vezin, kafiye, dil, dilin kelimeleri, hatta yazı, yazının harfleri yerde serili yatıyor...”

Erken Cumhuriyet yıllarında, yeni kurulan devletin ideolojisine dönemin aydınları tarafından pek de itibar edilmeyen popüler adab-ı muaşeret romanları taşıyıcılık ediyor. Kerime Nadir, Keriman Halis, Esat Mahmut Karakurt, Nizamettin Nazif, Aka Gündüz, Ethem İzzet Benice gibi birinci sınıf kabul edilmeyen isimlerin yazdığı popüler romanlar çok geniş kitlelere ulaşıyor. Devrin entelektüellerinin ulaşamadığı pek çok orta hâlli insan, bu yazarların rahle-i tedrisinden geçiyor. ‘Hanımefendiler, beyefendiler’ söylemi, Cumhuriyet’in kurmaya uğraşıp bir türlü kuramadığı hayat tarzını sanki hep öyleymiş gibi sunuyor okurlarına.

Bilgi Üniversitesi Araştırma Görevlisi Aslı Güneş, popüler aşk romanlarını ele aldığı tez çalışmasında, karşılaştırmalı bir okuma yapıyor. Karaosmanoğlu’nun modern Türkiye şehrini ve insanını tasvir ettiği Ankara romanında, “herkes, daha nasıl oturup kalkacağını, nasıl gezineceğini, nasıl dans edeceğini, gözlerini, ellerini, başını nasıl idare edeceğini hiç bilmez(ken)” Kemalist projenin üst-kültür yaratmadaki en önemli araçlarından biri olan adab-ı muaşeret kitapları imdada yetişiyor Güneş’e göre. “Yakup Kadri’nin yozluk örneği olarak gördüğü Ankara’daki balolara “yeni çıkan adab-ı muaşeret kitaplarının yardımıyla hazırlanan insanlar asrî salonlarda yadırganmamalarını sağlayacak önlemleri alıyor.” Cumhuriyetin makbul vatandaşları bu salonlarda aldıkları icazetle boy gösteriyor gündelik hayatta.

Yakup Kadri, siyaseten Mustafa Kemal çizgisinde. Ancak Murat Belge’nin aktardığı anekdotlar onun bile takip altında olduğunu gösteriyor. “Yakup Kadri, Ankara’da yaşıyor, Kavaklıdere’de bir evleri var. Bir sabah erken saatte Ruşen Eşref’le Falih Rıfkı geliyor. Telaşlılar. Biraz yurtdışına gitsen diyorlar. Sebebini soruyor. ‘Akşam Çankaya’daydık, Gazi Kadro’da çıkan yazına çok kızdı’ diyorlar.” Daha onlar konuşurken kapı açılıyor ve Atatürk giriyor içeri. Öfkeli bir ifadeyle yazıyı önüne fırlatıp ‘Bu ne? ‘ diye çıkışıyor. Yakup Kadri’nin açıklamasından tatmin oluyor ki, “Ha! Anladım! Mesele yok o zaman.” deyip gidiyor. Sonra bir gün yine sabahın erken saatinde ‘Tiran’a büyükelçi oldun’ diyorlar. Belge’ye göre bu tayin ‘Kadro işlerini bırak’ anlamını taşıyor...

O dönemin önemli kalemleri aynı zamanda gazeteci olduklarından basına yönelik baskılarla edebi eserlerin sansürü arasına net bir çizgi çekmek kolay değil. İsmail Kara buna gerek de olmadığını belirtiyor. 1950’ye kadar Türkiye’de edebiyatçılar aynı zamanda fikir adamı oldukları ve modern fikirler edebiyat üzerinden geliştiği için edebi eserlerle diğer fikri eserlere uygulanan sansür arasında pek fark yok. Düşünceyi edebiyatçılar taşıyor. Refik Halit Karay, Yahya Kemal, Peyami Safa, Mehmet Akif, Necip Fazıl… Her biri fikir adamı, ideolog. Modern Türk edebiyatının aynı zamanda düşünce hareketi olması ve siyasetle beraber yürümesi kaleme aldıkları kitapları; siyasi, fikrî eser hâline getiriyor.

İşin içine girdikte konu derinleşiyor. Görünen o ki devrin karakteristiği sadece hayattaki yazarları değil çoktan göçüp gidenleri de etkiliyor. Yeni bir resmî tarih oluşturan siyasi kadrolar bu tezi ispat edecek girişimleri ihmal etmeyip yıllar önce kaleme alınmış, müellifleri vefat etmiş kitaplara da el atıyor. Hem de istisna tanımadan… Matbuat Umum Müdürlüğü, 1936’da Cumhuriyet’in temel değerlerinin halka daha iyi anlatılabilmesi için halk hikâyeleri, destanlar, masallar ve fıkraların devlet politikalarına göre tekrar yazılmasını isteyen bir yazı yayımlıyor. Muharrem Kaya, doktora tezinde müdahalenin gerekçesini maddeler hâlinde inceliyor:

“1. Halk kitaplarının kahramanlarını halk seviyor. Bu kahramanlar aynen bırakılsın; yalnız bunlar, rejimin ruhuna uygun, yüksek mânalı, yeni vakalar içinde gösterilsin.

2. Bu esasa göre ilk olarak şu kitaplar hazırlanacaktır: Âşık Garip, Köroğlu, Ferhad ile Şirin, Leylâ ile Mecnun, Yedi Âlimler, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber, Şahmaran, Kerem ile Aslı, Nasrettin Hoca.”

Aralarında Peyami Safa, Nurullah Ataç, Hüseyin Cahit Yalçın, Behçet Kemal Çağlar’ın da bulunduğu çok sayıda yazar bu teklifi müzakere ediyor. Yine aynı tarihlerde Abdülbaki Gölpınarlı bir risalesinde divan edebiyatını gayrı ahlaki olarak niteliyor. Bilinen o ki bir tek Nurullah Ataç çıkıyor karşısına, ‘Oldu mu Abdulbaki’ diye bir yazı yazıyor cevaben. Nitekim Gölpınarlı yıllar sonra dönemin kültürel baskılarını gerekçe gösteriyor o günkü tutumuna. Ahmet Hamdi Tanpınar da, 1930’da Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde bütün edebi hayatını ve düşüncelerini yok sayarcasına divan edebiyatının lise ders kitaplarından çıkarılmasını teklif ediyor.

Prof. Dr. Ali Birinci, hem divan hem de halk edebiyatı ürünlerinin yeni devrin ihtiyaçları ve zevklerinin endazesine vurulması hususunda yeni münevver takımı ile Osmanlı kalemiyesi arasında ihtilaf olmadığını belirtiyor. İhtilal niteliğindeki bu zihniyet değişimi asrın ilk yarısından itibaren devletin kendi matbaasında basılan halk edebiyatı eserlerinin, destanların yasaklanmasını beraberinde getiriyor. Birinci, edebiyat ve şiir düşmanlarının meydanı tuttukları günlerde açıkça müdafiliğini yapan herhangi bir münevverin ortaya çıkmadığını da ekliyor sözlerine…

Yeri gelmişken bütün bu müdahaleleri mümkün kılan harf inkılâbından söz etmek gerekiyor. Zira 1928’de Osmanlı alfabesinden Latin alfabesine geçilmemiş olsa ne bu kadar değişikliği zahmetsizce yapmak ne de toplumun direnişini kırmak bu kadar kolay olacaktı. Prof. Dr. Mete Tunçay da harf devrimini yeni devletin attığı diğer adımlardan ayrı tutmak gerektiğini düşünenlerden. Tunçay’a göre 1923 - 28 arasında aşama aşama gerekli adımlar atıldı ve şartlar olgunlaştığında harf devrimi yapıldı. Alfabeden vazgeçilmesi Türk çağdaşlaşma hareketi içinde Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakması gibi geri dönüşü olmayan bir etkiye sebep oldu. Asıl amaç; geçmişle gelecek arasındaki bağı koparmaktı…

Alfabe devriminin hâlâ tarihsel olarak tartışılmadığından yakınan Erol Köroğlu, Kemalist zihniyetin tartışmaların önünü tıkadığından yakınıyor. Eski Türkçe okumayı sonradan öğrenen Murat Belge, bazı kitaplara yeni baskılarında müdahale edildiğini cezaevinde mukayeseli okumalar yaparken fark ediyor. “Bu kadar önemli olduğunu bilmezdim.” diyor Belge, “Yaşlandıkça, önüme yeni yeni kitaplar çıktıkça bakıyorum ki bayağı bir şey yok olmuş.” Yayın dünyası bunun farkında mı? “Çok sanmıyorum.” cevabını veriyor. “Siyaseten önemseyenler farkında. Onlar da İslamcı, muhafazakâr insanlar. Onlar gittikçe daha çok okuyup öğreniyor, merak ediyorlar. Bu tür yayınlara da herhâlde ilk onlar başlayacak.”

Önümüzdeki en anlamlı soru bundan sonra ne yapılacağı… Aynı yazarın kaleminden çıksa, aynı ismi taşısa da neşredildiği dönemin dilinden konuşan kitaplarla nasıl bir ilişki kuracağız? Biz hangisini okuyacağımıza, yayınevi hangisini basacağına nasıl karar verecek? Ali Birinci, mukayesenin okura bırakılması gerektiğini düşünüyor. Bunun için de eserlerin değişiklikten önceki ve sonraki hâllerinin birlikte yayımlanması, hatta eski yazıyla baskılarının da yapılabilmesi gerekiyor. Ancak uyarmadan edemiyor. Bu yayınların yapılabilmesi için fiilî bir baskı ya da yasağın olmaması kâfi değil, bazı adımların atılması, toplumun da bunu kaldıracak seviyede olmasını gerektiriyor. “Rahat ve kavgasız cemiyetlerde matbuat çok rahatlar. Ama cemiyette sorular varsa, yakın tarih istismar ve istimal alanıdır. Bu bakımdan yasakların toplumsal ortamı ve kırmızı çizgileri oluyor. Toplum kendisi de koyuyor bazı yasakları. Devlet kadar okuryazarların da suçudur bu. Siyasi veya fikrî mücadelede tarafların birbirine karşı su-i istimal ettiği bir araçtır yasak. Mücadelenin gayr-ı meşru vasıtaları olarak kullanılır.”

 SAFAHAT’IN BAŞINA  GELENLER

 

Yeniden yazımın kurbanlarından biri de Mehmet Akif. “Hakkın Sesleri” kitabının 1928 tarihli 3. baskısında; “Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı / Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı…” ve “ Türk Arapsız yaşamaz, kim ki “yaşar” der delidir! / Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.” beyitleri yer almıyor. Kitabın ilk iki baskısında bulunan “Ne hilafet kalıyor ortada billâhi ne din!” mısraındaki “hilafet” kelimesi, “hükümet”le yer değiştiriyor. Çünkü hilafet ilga edilmiş. Bu mısra Akif’in vefatından 7 sene yapılan 1944 tarihli ilk Latin harfli Safahat baskısında hiç yer almıyor.

Bir örnek de “Fatih Kürsüsünde” şiirinden. “Hilafetin, o henüz pâyidar olan arşın, / Sukûtu müthiş olur... Düşmesin aman yapışın!” beytindeki “Hilafetin” kelimesi 1924 baskısında “Bu kudretin”e inkılap ediyor. Aynı kitaptaki "Yıkılsa arş-ı hilafet, tıkılsa kabre vatan" mısraındaki "arş-ı hilafet" de "arş-ı hükümet"e iniyor.

AYŞE ADLI 
Sayı: 867 / Tarih : 18-07-2011   AKSİYON DERGİSİ
 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi