Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

Edebiyatımızda, yazı serüvenine şiirle başlayıp daha sonra düzyazıda ustalaşan pek çok isim var. Peki, iyi şiir yazamadığını düşünüp düzyazıya yönelen yazarlarımız kimler? Şiiri neden bıraktılar? Selim İleri'nin yıllar sonra yeniden yayımlanan tek şiir kitabı Ayışığı'nı fırsat bildik, bu soruların peşine düştük.

 

 

Şiiri başka bir limanda bırakanlar...

Geçen ayın en güzel sürprizlerinden biri, Selim İleri'nin tek şiir kitabının yıllar sonra yeniden yayımlanmasıydı. İlk baskısı 1987'de yapılan Ayışığı, “gizli kalmış bu şiirleri uzun zamandır arayanlar için” yeniden gün yüzüne çıktı. İleri'nin pek bilinmeyen bu şiir kitabından hareketle, Türk edebiyatında yolu şiire uğramış ama düzyazıda ustalaşmış isimlere göz attık.

Selim İleri bugün edebiyatımızın en önemli romancılarından. Yazın hayatına öyküyle başlamış, ilk kitabı Cumartesi Yalnızlığı 1968 yılında yayımlanmış. Kendisini öykü ve romanda kanıtlamış olan İleri, neden şiir kitabı yayımladığı ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Çok kişi bana şiir yazsana demişti. Attila İlhan da senin yazdıklarında şiir var, nesrini alt alta yazıp dize haline getirince şiir olur demişti. Biraz da başkalarının sözlerine kapılarak yazdım.” İleri, niye şiir yazmak istediğini, başlangıçta olması gereken bir şeyin neden ortada bir yerde olduğunu çözemediğini söylüyor. Şiire devam etmemesini ise “Yazdıklarıma şiir demek çok zor.” diyerek açıklıyor.

Şiir, Türk edebiyatının en güçlü damarı. Şiire gönül düşürmeyen yazar neredeyse yok denecek kadar az. Nobel ödüllü romancımız Orhan Pamuk'un da bir zamanlar şiir yazıp yayımladığını biliyoruz. 1971 tarihli Soyut dergilerinde şiirleri yayımlanan Orhan Pamuk o yıllarla ilgili olarak Öteki Renkler kitabında şu bilgileri aktarıyor: “18 yaşında 6 ay şairlik yapmıştım, şiirlerim yayımlanmıştı fakat hiçbir zaman açıklayamayacağım teknik nedenlerden ötürü şiir yazmayı bırakmıştım. Şimdi kırk yaşındayken şiir yazmak, bir ölçüde şair olmak istiyordum. Bundan ne anlıyordum? Şair olmakla romancı olmak arasındaki fark nedir? Gerçekten şair olduğuna inandığım kişinin bence şöyle bir ayrıcalığı var: Ona gizli gerçek fısıldanır: Bir ses ona ‘Ahmet sen bunu yaz' der, o da yazar. Kimse romancıya bir şey fısıldamaz. Romancı masasının başında, birinin ‘Bunu yaz’ demesini bekler durur. Sonunda o sesi duymaz ama başka bir şeye karar verir. O sesin nasıl olacağına kendi düşünür karar verir.”

“Şiir kıskanç bir sanat”

Bugün edebiyatımızda ismi şiirle değilse de biyografi çalışmalarıyla, inceleme kitaplarıyla anılan Beşir Ayvazoğlu, yazmaya şiirle başlayanlardan. Yayımlanmış üç şiir kitabında imzası bulunan Ayvazoğlu, son şiirini 1995 yılında yazmış. O günden beri soranlara kendini artık şair saymadığını söylüyor. Sebebini ise şöyle açıklıyor: “Şiir çok kıskanç bir sanattır; yirmi dört saat onunla birlikte olmanızı ister. Şairliği gazetecilik ve yazarlıkla birlikte yürütmek çok zordu. Üstelik gelmiş geçmiş o kadar büyük şairler var ki, onları aşamayacaksam şiir yazmanın mânâsı yok diye düşündüm. Binlerce kötü şairden biri olmaktansa, iyi bir şiir okuyucusu olmayı ve iyi şairleri zevk alarak okumayı tercih ettim.” Ayvazoğlu, eski şiirlerini “yıllar boyunca edindiği dil, şiir ve ses tecrübesini” kullanarak yeniden yazmaya koyulmuş. “Birkaç kelimesi olsun değişmeyen şiir kalmadığını söylersem, inanınız.” diyen Ayvazoğlu, bu “ameliye” sonunda ortaya çıkan şiirleri “Kayıp Şiir” adıyla kitaplaştırmayı düşünüyor.

Öykü, roman ve deneme türünde başarılı eserler veren Nazan Bekiroğlu'nun yazı macerasının başlangıcında da şiir var. İlk olarak 1986 yılında Dolunay dergisinde şiir ve öyküleriyle görünen Bekiroğlu, hikâyeci Mustafa Kutlu'nun dikkatini çeker. Kutlu, onu, "Şiiriniz oluşmakta olan hikâyenize zarar verebilir!" diye uyarır. Açık yüreklilikle yapılan bu uyarıyı dikkate alarak edebiyattaki yönünü bir daha değişmeyecek şekilde belirleyen Bekiroğlu, o gün bugündür şiir yazmıyor, nesrini şiirli bir dille kaleme alıyor. Bekiroğlu, başlangıçta şiire yeltendiğini kabul ediyor fakat yazdıklarını şiir değil “şiirimsi” diye adlandırıyor ve “Şair olmakla şairane olmayı ayırmak gerek. Sanırım ben şairanelikle başlayanlardanım.” ifadesini kullanıyor.

Adalet Ağaoğlu'nun şiirleri

Emine Işınsu’nun da ilk göz ağrısı şiir. 1938 doğumlu Işınsu'nun ilk eseri bir şiir kitabı. İki Nokta isimli kitap yayımlandığında Işınsu, Ankara Koleji'nde öğrencidir ve henüz 17 yaşındadır. 1963'te ödül kazanan Küçük Dünya'dan sonra yoğun şekilde romana yönelir. Işınsu daha sonra belki şiir yazmadı ama romanlarındaki şiirsel üslubuyla dikkat çekti.

Yaşayan en önemli romancılarımızdan olan Adalet Ağaoğlu'nun yazı serüveni de şiirle başlıyor. Ağaoğlu 1948-1950 arasında Kaynak dergisinde şiirleriyle görülür ilk önce, ama devam etmez. Ağaoğlu o günleri anlatırken, “Birçok yazarda olduğu gibi ben de kendimi şiirle anlatmaya çalıştım.” ifadesini kullanıyor. Yazar, ilk romanı Ölmeye Yatmak'ı yayımladıktan sonra (1973) tamamen öykü ve romana yoğunlaşır.

Mustafa Şerif Onaran'ı değişik dergilerde kaleme aldığı şiir ve edebiyat yazılarından ve televizyonda yaptığı programlardan tanıyoruz. Onaran'ın 1986 yılında yayımlanmış Unutulmuş Şiirler adında bir kitabı var. Şiirde ‘ısrarcı' olmayan Onaran bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Benim şiirden uzaklaşmamın nedenlerinden biri İkinci Yeni şiirini kavrayamamamdı. İkinci Yeni çok boyutlu, güzel bir şiirdi, ben onun dışında kaldım ve ondan sonra da şiirden uzaklaştım.”

“Şiir edebiyatın üstündedir”

Türk hikâyeciliğinin usta kalemi Mustafa Kutlu'nun hayatının bir döneminde şiir yazmışlığı var: “O zamanlar bir dergi çıkarıyorduk. Bazı sayfalar boş kalıyordu. Şiir de yok. Eldeki şiirler çok kötü. Oralar boş kalmasın diye bir şeyler karalıyorduk. Ciddi çalışmalar değildir. O zaman yapılan şeylerdir. Gençlikte insan yapıyor. Şiir benim gözümde çok yüce bir yerdedir. Çok yüksek bir yerdedir. Edebiyatın üstündedir.”

Romancı Hasan Ali Toptaş da şiire yakın duran bir yazar. Yazı hayatına öykü ile başlasa da bir dönem şiir yazmaya çalışmış. Toptaş, “Denizli'deki bir yerel gazetede birkaç şiirim yayımlanmıştı. Yılını hatırlamıyorum ama galiba 1983'te de Yarın dergisinde iki şiirim yayımlandı. Bir daha da şiire elimi sürmedim.” diyor. Yalnızlıklar kitabının ilk baskısında şiir etiketiyle çıkmasının kendisini rahatsız ettiğini söylüyor: “Kitabın üzerindeki ‘şiir’ etiketinden fena halde rahatsız oldum. Belki bir şiir kokusu taşıyor ve yer yer şiire yaklaşıyordu ama benim gözümde şiir değildi çünkü, bu nedenle, sonraki baskılarda ‘şiir' etiketinin kaldırılmasını istedim.”

Genç kuşağın başarılı yazarlarından, Tol'un ve Har'ın yazarı Murat Uyurkulak da yazı hayatına İzmir'de çıkardığı fanzinle başlamış ve burada şiirler yayımlamış. Ama yazdıklarını beğenmeyince, kendi ifadesiyle “Şiir yazmayı beceremediği için”, düzyazıya yönelmiş.

Bugün hayatta olmayan birçok yazarın da ilk göz ağrısıdır şiir. Büyük romancımız Kemal Tahir, yazıya şiirle başlayan yazarlarımız arasında. İlk şiirlerini 1931'de İçtihad dergisinde yayımlayan ve başlangıçta hece ölçüsüyle yazan Kemal Tahir, Nâzım Hikmet'le arkadaş olduktan sonra serbest ölçüye geçer. 1938-1939'da Ses'te çıkan sosyal temalı şiirler son yazdıkları olur. Şiirlerini kitaplaştırmaz. Düzyazıda ustalaşır, Yorgun Savaşçı, Devlet Ana gibi Türk edebiyatının zirve romanlarına imza atar.

Nâzım aşılması zor bir dağ

Gurbet Kuşları, 72. Koğuş, Cemile gibi unutulmaz kitaplara imza atan Orhan Kemal de hayatının bir döneminde şiir yayımladı. Orhan Kemal şiirlerinin çoğunu Bursa Cezaevi'nde yazmış. Her yazdığı şiirden sonra da soluğu arkadaşı Nâzım Hikmet'in yanında alırmış. Nâzım, onun bazı şiirlerini dinledikten sonra şöyle dermiş: “Yeter kardeşim yeter, bir başkası lütfen”. En sonunda bir gün Orhan Kemal bir roman başlangıcını okumuş büyük şaire: “Ayaklarında takunyalar koşarak heyecanla gelerek sordu, siz mi yazdınız bunu? Çekinerek ‘Evet' dedim. ‘Birader' dedi. ‘Neden bahsetmediniz bundan? Siz hikâye, roman yazın.'” Orhan Kemal, bu öneriden sonra düz yazıya geçmiş. “İyi şair olamadığın için iyi hikâyeci oldum.” diyor Orhan Kemal ve devam ediyor: “İyi şair olamazdım çünkü önümde dev gibi Nâzım vardı. Nâzım, aşılması zor, sarp bir dağdır.”

Tefekkürün kalesi Cemil Meriç de yazmaya şiirle başladı. Kızı Prof. Ümit Meriç'in anlatımıyla, “Şair doğmuştur. Onun için şiir yazmak konuşmaktan da kolaydır” ama zamanla “ilmin ilhamı dengeleyen sert disiplin”inin etkisiyle “histen ve hissîden” utandığını ve bu yüzden de şiirden düzyazıya atladığını anlatır Cemil Meriç. Kızı Ümit Meriç ise babasının, kalemini Nâzım için kırdığını söyler. Çünkü “o dönemde Nâzım vardır.” Ve Cemil Meriç, Nâzım'ın rüzgârlı üslubunu çok sevmektedir.

Türk edebiyatında belki de en çok iz bırakan eleştirmen Nurullah Ataç'ın da yazı macerasının başlangıcında şiir var. İlk şiirleriyle Dergâh dergisinde görülen Ataç'ın “Melal Perisi” şiiriyle ilgili Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler kitabında şöyle der: “Nurullah'ın Dergâh'ta neşrettiği şiirler arasında hiç olmazsa bir tanesi vardır ki, -‘Yarası kapanmaz hançer getirdim' mısrası bulunan şiirden bahsediyorum- devrin hece şiirleri arasında belki en güzellerinden biridir." Ne var ki, Ataç, iyi şiir yazamadığını çoktan kabullenmiş ve şiiri bırakmıştır.

Öykücülüğümüzün dönüm noktası Sait Faik de yazı serüveninde önce şiirler yazdı, ardından öyküye geçti ama şiirli dilini terk etmedi. Öyküsünü şiirli bir dille kurdu. Şiirlerini ise ölümünden bir yıl önce kitaplaştırdı. Sait Faik'in edebî yaşamının belirli bir döneminde şiire dönerek şiir kitabı yayımlamasının riskli bir teşebbüs olduğunu belirten Mehmet Kaplan, yazarın bu geçişte başarılı olduğunu belirttikten sonra, "Şiirlerinde de o orijinal şahsiyetinden hiçbir şey kaybetmemiş, bilakis daha fazla kendi kendisi olmuş. Burada onu en öz tarafıyla karşımızda buluyoruz." diye yazmıştı.

***

Şiiri bırakan Yedi Meşaleciler

Cevdet Kudret deyince ilk akla gelen, roman incelemeleridir. Oysa Cevdet Kudret, edebiyatın her alanında kitap yazmış, şiir kitapları da yayımlamıştır. Yazar, 'Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman' çalışmasıyla edebiyat tarihçiliğinin ilkleri arasında yer alır. Sanat hayatına 1927'de Servet-i Fünun Dergisi'nde şiir ile başlar. Meşale Dergisi'nde toplanan Yedi Meşaleciler arasına katılır. 1928'de Birinci Perde adlı tek şiir kitabını yayımlar ve bu son şiir kitabı olur. Adı Yedi Meşaleciler'le anılan ama daha sonraları şiir yazmayan bir başka isim de Sabri Esat Siyavuşgil. Odalar ve Sofalar adlı şiir kitabı bulunan Siyavuşgil, şiirden çok roman çevirileri ve inceleme yazıları ile dikkat çekti. Psikolog olan yazar, mesleğine sadık kalabilmek için sevmesine rağmen şiir yazmadığını söylemişti. Yedi Meşaleciler'den Vasfi Mahir Kocatürk ve Yaşar Nabi de şiir hareketini fazla devam ettiremediler; şiir yerine edebiyat ve kültürün başka alanlarında kendilerine ün kazandıran eserler ortaya koydular.

***

SABİT KEMAL BAYILDIRAN

“Gözüm hep o asılmışta kaldı”

Başlıktaki dize Hilmi Yavuz'un “Beyazıd Paşa” şiirinden. Paşa, padişaha seslenmektedir bu şiirde. Asılmış olan, Şeyh Bedreddin. İpte sallanan ölüyü Paşa neden kıskanmaktadır ki? “Gözü kalmak”, isteyip elde edemediği şeye karşı isteği sürmek olduğuna göre, savaş kazanmış bir komutan, bir sadrazam olan Beyazıd Paşa'nın bütün isteği, sırtını devlete dayamış ve bu sayede tepelere çıkmış bir kişi olmak değildir. Başka bir deyişle ‘atanmış lider' olmak yerine ‘kazanılmış' liderliği, sivil toplumun sevgi hâlesine sarılmış bir liderliği arzuluyor.

Edebiyat dünyasına şiirle adım atıp daha sonra düzyazıya yönelen birçok kişi “gözüm hep şiirde kaldı” duygusunu sürekli yaşamıştır. Ataç da bunlardan biridir. İyi bir şair olamamak, onun içine oturmuş, hatta “… bir gün şöyle orta halli bir şiir söyleyebilsem, en beğendiğim, en sevdiğim yazılarımı veriverirdim onun uğruna”[1] diyecek kadar, asıl sevgilisinin şiir olduğunu, bu sevgiliden ayrılmanın açtığı yaranın kapanmadığını açıkça söyler.

Ataç, kötü şiir yazdığının farkındaydı

Ataç, yazdıklarının ortalama şiirin çok gerisinde olduğunu fark ettiği içindir ki şiiri bırakır. Bu, onun zevk-i selim sahibi olduğunu gösterir. Cesaretiniz varsa, Necatigil'i beğenmeyen bir ‘şair'e, “Senin yazdıkların kötü” deyin bakalım! Alimallah gücü yeterse gözünüzü oyar.

Ataç, şiirde başarılı olmadığını bütün içtenliğiyle söylerken “…şair olamamış (…) o adam da onun için işi eleştirmeciliğe dökmüş, şunun bunun yazdıklarını yermesi kıskançlığındanmış.”[2] dedikoduları ona dokunur. Dokunur ama hiçbir zaman diklenmez, alçakgönüllülüğü oynar. Hani “Beğenmiyorsun, öyleyse sen daha iyisini yaz da görelim” diyen kişiye Anatole France, “Ben yumurtlayamam ama yumurtanın taze mi bayat mı olduğunu bilirim” cevabını verir ya, Ataç öyle yapmaz. “Sizinle ilgili eleştirileri okumayıverin, gitsin. Ben hakkımdaki eleştirileri okumam.” der.

“Şiir mi Güç, Nesir mi?” başlıklı yazısında[3] Ataç, “Nesir az çok benim de elimden geldiği için midir nedir? Kabul edemiyorum şiirden güç olduğunu” der ve ekler: “Şiir söylemek, iyi şiir söylemek gerçi çok güç bir iştir, ben çok özendim, iyisini değil, şöyle orta hallisini bile söyleyemedim.” Peki, orta halli bir şiir bile yazamamış bir kişinin, edebiyat tarihinde yer edinmesine rağmen, neden içi buruktur?

Bunu Doğu'nun geçmişinde aramak gerek. Sadece Osmanlılarda değil –ne kadar reddetsek de onun mirasçısıyız- Doğu'nun bütününde şiir bütün türlerden önce gelir. Protokolde şiirin ve şairin önde oluşu, türün eskiliğinden kaynaklandığı gibi, kısalığı ile ezberlenme kolaylığından da kaynaklanır. Bir de o dönemlerde okuryazar sayısının azlığını, matbaanın icat edilmemiş oluşunu hesaba katmak gerek. “Sultan-ı şuara” vardır da “sultan-ı vakanüvis” yoktur. Ataç her ne kadar Batılı olmak için çırpınmışsa da Doğululuktan -bütün çabasına karşı- tam olarak kurtulamamıştır. Zaten eleştirisinde bu ikilemi hep yaşamıştır. “Eski şiirimizi, divan şiirini bilirsiniz, severim, çok severim. Bir yandan da kızarım ona, onu sevdiğim için kendime kızarım. Kapatmalıyız artık o edebiyatı, büsbütün bırakmalıyız, unutmalıyız, öğretmemeliyiz çocuklarımıza”[4] der, bir yandan da ılık bir rüzgâr esince Fuzuli'nin “Saba! kûyunda dildarın nedir üftâdeler hâli/ Bizim yerden gelirsin bir haber ver âşinalardan” beytini hatırlar elinde olmadan! (Kimliğinden rahatsız olup da kimlik değiştirmeğe kalkanlarda görülen bir sendromdur bu. Atatürk'ün radyoda Doğu müziğini yasaklarken, Çankaya'da bir fasıl heyeti bulundurması Ataç'ın yaşadığı ikilemin benzeridir.)

Ataç'ın “öğretmemeliyiz çocuklara” önerisini Cumhuriyet, tek parti döneminde uyguladı. Ders kitapları “Sen ne güzel bulursun/ Gezsen Anadolu'yu” zevksizliğiyle dolduruldu. Bu nedenle olsa gerek, o dönemde yetişen çocuklarda şiir zevki gelişmedi.

Şiir zevki sağlamdı

Ataç'ın en önemli tarafı, ‘aydınlanma' taraftarı oluşudur. Bu nedenledir ki çoğu düşünceyi sorguya çeker, (tabii resmi ideolojiyi hep es geçer), hatta kendisini bile. Bir yazısında savunduğu düşünceyi başka bir yazısında sorgular. Bu yazılarda “Mutlak doğru yoktur”u vermeğe çalışır. Kendisiyle çelişmekten korkmaz. Edebiyat dünyasında o dönem otorite kabul edildiğinden –Devlet'in bu alanda resmi sözcüsü konumunda olduğundan- bütün antenler ona çevrilmiştir. Ama o “Yarına kalamam ben, kalacağımı söyleseler, yarına acırım”[5] diyebilecek kadar da doğrucudur.

Edebiyat dünyasında eleştiri deyince de ondan bahsetmemek mümkün değil bugün. Ataç, yeni düşünceler mi serdetti? Bugüne Ataç'ın hangi değerlendirmesi ölçü olarak yaşıyor? Yepyeni bakış açısı mı sundu? “Mösyö”lerin görüşlerini mi taşıdı ülkeye? O şöyle diyor: “En iyilerimiz, Avrupalılardan bir iki düşünce öğrendi, bir iki düşünce kaptı, yıllarca onu geveledi durdu. Biz Avrupa'yı, büğün yöneldiğimiz uygarlığı gerçekten anlayamadık, tarihi ile kavrayamadık onu. Son yüzyılın birkaç yazarını okumakla yetindik.”[6]

Fuzulileri, Bâkileri okuduğu içindir ki, şiir zevki sağlamdı. Bu bile ona saygı duymamıza yeter.

[1] Ararken, Varlık Yayınları, İstanbul 1954, s. 8

[2] Ararken, s. 27

[3] Ararken, s. 7

[4] Age, s. 30

[5] Söz Arasında, Dost Yay., Ankara 1957, s. 8

[6] Age, s. 9

***

KEMAL VAROL

‘Ben de yazardım bir zamanlar’

Bir akşam ailemizin altı numarası olan çok sevdiğim ağabeyime, neden şiiri bıraktığını sorduğumda aldığım cevap şaka yolluydu. Ağabeyim, “bir ailede iki şair olmaz” demiş ve susmuştu. Vaktiyle bir şiir kitabı yayımlamış, çeşitli dergilerde görünmüş ama sonraki yıllarda şiir yazmayı bırakmıştı. Yazılanları büyük bir dikkatle takip ettiği, şiiri hâlâ büyük ihtimamla izlediği belliydi ama yine de çok az şiiri beğenilir buluyordu. Açık söylemek gerekirse, “bizim” sekiz numaranın yazdığı şiirler de pek ilgisini çekmiyordu. Bir yerde büyük ve yeni bir şiire heves etmiş, bir süre yeni şiirler yazmış ama başkalarının övgüsünü alsa da galiba kendisini ikna edememişti.

Tıkanma, yazamama veya düpedüz özgün bir dil bulamama sıkıntısını daha ileriye taşımış, ya söyleyeceklerinin tamamını söylediğini düşündüğünden ya da “sükût suikastına” maruz kaldığından yazdıkları hiçbir zaman büyük bir beğeni uyandırmamış, belki de dikkat çekmeyeceğine kendisi karar vermiş, o güne kadar yazdıklarını yeterli görmüş, bu sebeple şiirden sessizce çekilmiş şairlerin durumu her koşulda incelenmeye değer bana kalırsa. Çünkü kimilerine garip gelecek bir erdem de saklıdır bu tercihte. Fazladan bir söz etmek istemeyen, bir zamanlar yazdığı iyi-kötü şiirleri yeterli gören, şiirden bir süreliğine de olsa koptuktan sonra bir türlü o beklenen dönüşü gerçekleştiremeyen, kendisinden sonra gelen yetenekli şairlerin baskısı altında zamanla geriye çekilen, çoğu kez engel tanımaz bir hırsla var olmak isteyenlerin aksine aynı zamanda kendi arzusunu dizginlemeyi başaran bir tercihle de karşı karşıyayızdır çünkü. Ama “artık şiir yazmamayı” bir erdem olarak taltif etmekle beraber mesele hazin olmaktan da kurtulamıyor ne yazık ki.

Bir zamanlar, edebiyat ve özellikle de şiiri hayatının odağına oturttuğu halde günün birinde bu istekten kendi rızasıyla feragat etmiş, doyurulmamış bir arzu, yarım kalmış bir hevesle şiire veda etmiş ya da edebiyat içi başka imkânlar denemiş şairler edebiyat tarihi için yeni değil elbette. Geçmişten bugüne pek çok şair var bu durumu paylaşan. Daha yakın dönemlerden Erol Çankaya ve Mehmet Müfit gibi yıllardır şiirleriyle görünmeyen şairler ile yayımladıkları dikkat çekici kitapların ardından derin bir suskunluğa gömülen Ahmed Arif ve Orhan Kotan, edebiyata şiirle başlayıp sonrasında eleştirmen olarak öne çıkan Mehmet H. Doğan ve Veysel Öngören gibi isimler ilk akla gelenler. “On sekiz yaşında altı ay kadar şairlik yapıp şiir yayımladığını ama sonrasında şiirden vazgeçtiğini” söyleyen Orhan Pamuk, “Seni Beni Sevsin Hindistan” adlı şiiri hâlâ dilden dile dolaşan Murat Uyurkulak gibi bir zamanlar edebiyata şiirle başlayıp sonrasında yön değiştirmiş romancılar ile Yalnızlıklar adlı bir şiir kitabı yayımlayan ama sonraları romanlarının dilini şiire çeviren Hasan Ali Toptaş önemli örnekler olarak sayılabilir. Pek çok öykücünün içinde ukde kalmış şiirin, bu öykücülerin diline nasıl da hâkim olduğunu ise zaten biliyoruz. Üniversitedeki edebiyat öğretmenim, “ben de yazardım bir zamanlar” demişti. Bir gün bile öğrencilerle sohbet ettiğine, başka hocalarla konuştuğuna, odasının kapısını açık bıraktığına şahit olmamıştık. Mutsuz olduğu her halinden belli olan, sürekli tek başına gezen, kimseye çarpmamak için hep duvar dibinden yürüyen öğretmenimiz, alanında iyi bir hoca olmasına rağmen, özellikle edebiyata özel bir merakı olan öğrencilerle hiçbir zaman anlaşamazdı. Üstelik pek çok edebiyat heveslisi öğrencisini derslerinden bütünlemeye bırakmıştı. Ama galiba en çok kaygılanması gereken bendim. Soruları eksiksiz cevaplamama rağmen bütün edebiyat derslerinden bütünlemeye kalmıştım. Hem de dört yıl boyunca.

Son sınavların başlamasına yakın günlerde eski edebiyat dergilerini karıştırırken hocamın yıllar önce yayımlanmış şiirleriyle karşılaşmıştım. Ülkenin en önemli edebiyat dergilerinden birinde peş peşe şiirleri yayımlanmış ama daha sonraki sayılarda yazdıkları görünmez olmuştu. Üstelik büyük bir tutkuyla bağlı olduğu divan şiirinin çok uzağında şiirlerdi bunlar. Şiirlerin olduğu dergileri alıp odasına çıkmış ve kapıda durup kendisine dergileri göstermiştim. Hiçbir öğrencisini odasına dahi almayan edebiyat hocamız, bana karşısındaki boş koltuğu göstermişti dergileri görünce.

Eski şiirlerine bakıp “ben de yazardım bir zamanlar” dediğinde, ondaki o garip mutsuzluğun, öğrencilerinin gözündeki “huysuz” payesinin, anlaşılamama kaygısının, yarım kalmış beğenilme isteğinin nedeni de kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Kısa bir süre odasında sohbet edip arabasıyla beni şehre bıraktıktan sonra, dergileri benden alıp, arkadaşlarıma şiirlerinden söz etmememi istemişti. Herkesten gizlediği sırrıydı o şiirler. İkimizin arasındaki o sır, bütün edebiyat sınavlarını “başarıyla” geçip okulu bitirmeme sebep oldu ama hocamın bütün hayatına yayılan o mutsuzluğun nedeni belki de edebiyatın yol açtığı tehlikelerden bir korunma yolu olarak hep önümde durdu.

Edebiyatın kendisine büyük anlamlar yüklememeyi, her türlü hırstan azade yaşamayı, söyleyecek sözü bittiğinde sessizce bir kenara çekilip susmayı, kendisinden sonra gelen yetenekli şairlerin varlığını kabul etmeyi; “Neden artık yazmıyorlar?” sorusu kadar “Neden bu kadar çok yazıyorlar?” sorusuna da bir anlam yüklenmesi gerektiğini; “artık şiir yazmamayı” yeni bir görünme biçimine çevirmeden, kendi halinde, içten içe elden kaçırılmış bir fırsata içlenerek bir ömür tamamlamayı isteyen bu tercih hep bir imrenmeyle başucumda durdu. Yazmak ne kadar büyük bir tercihse, artık yazmamak da benzer bir tercihti. Üstelik asıl zor olan buydu belki de!

***

‘Şair olmakla şairane olmayı ayırmak gerek'

NAZAN BEKİROĞLU

Başlangıçta şiire yeltendiğim doğrudur. Fakat şimdi dönüp geriye bakınca kendimi “şiirle başlayanlar” grubuna bile dâhil etmiyorum. Şair olmakla şairane olmayı ayırmak gerek. Sanırım ben şairanelikle başlayanlardanım. Oysa gerçek şiir bambaşka bir disiplin. Allah'tan kısa zaman içinde şair olamayacağımı anladım. Mustafa Kutlu'nun uyarısı meşhurdur, şiire yeltenmemin oluşmakta olan hikâyemi inciteceği hususunda. Böylece sanatların sultanı olan şiirden vazgeçip onu şairlere bıraktım ama fonetik endişeler ve imgeye yaslanan bir algı sistemi ile benim nesrimin şiirsel olduğunu da inkar edemem. Her şeyi dönüştürerek algılamaya alışkın bir dil ve düşünce yapım var. Bu, saf nesir adına bir tehlike aslında. ‘Eski şiirlerinizi bir gün yayımlamayı düşünüyor musunuz?’ sorusuna cevabım ise ‘hayır’ tabii ki. Ben şair değilim. Şiir, dediğim gibi, apayrı bir disiplin. Bambaşka bir boyut. Dilime bulaşmış bütün şiirselliğe rağmen benim dilim nesir. Öyleyse birkaç şiirimsimi göstermekten hicap ederim.

***

‘Benim şiirim, kayıp bir şiirdi'

BEŞİR AYVAZOĞLU

Hayata şiirle uyandım; şiirsiz bir hayat düşünemezdim. Denemediğim tarz, kullanmadığım vezin ve şekil kalmadı. Divan tarzında da yazdım, halk tarzında da; bazen Garip'le, bazen İkinci Yeni'yle flört ettim, yeni bir ses bulabilmek için. Fakat çok erkenden tanıdığım eski şiir, yani klasikler, beni kendine mıknatıs gibi çekiyor, kulaklarım kafiye ve vezin, gözlerim şekil arıyordu. Bunlar mevcut şiir ortamına ve kanon'a aykırı şeylerdi. Aslında şair olduğumu biliyordum; fakat içimde kaynayıp durduğunu hissettiğim şiir akmak için uygun bir kanal bulamamıştı. Anakronizme düşme kaygısıyla kulaklarımın ve gözlerimin aradığından kaçıyor, kaynaklardan kopmamak için yazılmakta olan şiirden mümkün olduğunca uzak duruyordum. Şiirim bu zalim kıskaçta kısırlaştı; yazdıklarımın çok azını beğendim.

İlk şiir kitabım çeyrek asır önce Gülname adıyla yayımlanmıştı; sonra bu minik kitaptaki şiirlerden bir kısmını yer yer değiştirerek yeni şiirlerle birlikte Kaknus adıyla kitaplaştırdım. Öteki şiirler de sonrakilerle birlikte, tabii yine değişikliğe uğrayarak şiir maceramı noktaladığım Şiirler'de yer aldı. Evet, son şiirimi 1995 yılında yazmış ve şiiri bırakmıştım. O günden beri soranlara kendimi artık şair saymadığımı söylüyordum.

Bir çeşit hatime veya veda anlamına gelen son şiirimin adı “Kayıp Şiir”di. Bu şiirde aslında o güne kadar yazmaya çalıştığım şiirin kaynaklarından söz ediyordum. Fakat aynı zamanda gerçek şiirin çağımızda kayıplara karıştığını, kendi şiirimin de kayıp bir şiir olduğunu ima etmek istemiştim.

Geçen yıl sonlarında, adresime her gün üç beş tanesinin gönderildiği şiir kitaplarının sayfaları arasında gezinirken yıllar var ki kapaklarını açmadığım -açmaya korktuğum da diyebilirim- şiir kitaplarıma yeniden göz atmak istedim. Bu, içten gelen bir arzuydu. Sonuç büyük bir hayal kırıklığı olmakla beraber, aslında yazdıklarımın arkasında, başka şartlarda ortaya çıkabilecek bir şiirin varlığını da hissettim. Evet, benim şiirim, kayıp bir şiirdi ve bu şiirlerin hepsini yeniden ele alıp bütün molozlarından ayıklayarak asıl şiirime ulaşmayı deneyebilirdim. Bu tecrübeyi bana biraz da Almanların şiir karşılığı olarak kullandıkları “dichtung” kelimesinin ilham ettiğini söyleyebilirim. Dichtung, sıkıştırmak, sızmaz hâle getirmek anlamına geliyormuş. Şiir tam da böyle bir şey; dile o kadar hâkim olmalı ve fikirlerinizi, duygularınızı öylesine kesif hâle getirmelisiniz ki, tek kelimeyi bile yerinden kımıldatmak mümkün olmasın!

Peki, böyle bir tecrübe doğru muydu? Hepsi defalarca yayımlanmış şiirleri radikal bir biçimde değiştirmeye hakkım var mıydı? Yahya Kemal ve Necip Fazıl gibi birçok şairin şiirleriyle sürekli oynadıklarını, özellikle Necip Fazıl'ın birçok şiirinin her baskıda farklı olduğunu biliyordum. Ama onların yaptıkları benim düşündüğüm kadar köklü değişiklikler değildi; mısralar üzerinde oynuyor, bazı kelimeleri değiştiriyorlardı, o kadar. Bu hususta kendimi savunurken örnek gösterebileceğim tek şair vardı: Paul Valéry. O da şiire uzun süre ara verdikten sonra, bütün eski şiirlerini neredeyse yeniden yazmıştı. Nihayetinde, bunlar benim şiirlerimdi; onlar üzerinde tasarruf hakkına herhalde sahiptim ve en zalim eleştirmen nasıl davranırsa öyle davranacak, yıllar boyunca edindiğim dil, şiir ve ses tecrübesini kullanarak hepsini yeniden yazacaktım. Tabii işe en kötülerini -dişe dokunur mısraları bir tarafa ayırdıktan sonra- çöp sepetine atmakla başladım. Ne var ki, iyi zannettiğim şiirler de dokunur dokunmaz dökülüyorlardı. Bazılarına o kadar müdahalede bulundum ki, eski şekilleriyle hiçbir alâkaları kalmadı. Bazıları derlenip toparlandı, bazıları bir hayli kısaldı, bazılarının birkaç mısraından yepyeni şiirler doğdu. Birkaç kelimesi olsun değişmeyen şiir kalmadığını söylersem, inanınız.

Bu ameliye sonunda ortaya çıkan şiirleri “Kayıp Şiir” adıyla kitaplaştırmayı düşünüyorum. Bu şiirlerin benim ‘kayıp' şiirlerim olup olmadığını sormayınız, çünkü pek emin değilim. Belki on yıl sonra hepsini tekrar ele alır, biraz daha silkelerim; geriye bir şey kalır mı, bilmem.

***

‘Şiir yazmaya gizli gizli devam ettim’

SELİM İLERİ

Şiir bende en eski tutku olabilirdi. İlkokul üçteyken “Aydede”yi yazdım: “Aydede aydede / Yüzün gözün nerede?” Öğretmenimden okkalı bir azar işitmiştim. Böylece yedi sekiz yıl şiirden soğudum. Sonra roman tutkusu başladı. Ama, tuhaftır, önce öykülerim yayımlandı; romanlara kimse yüz vermedi. 1980'lerde şiir yazmak isteyip de uzak duruşumu, hevesimin kırılışını Attila İlhan'a anlatmıştım. “Sen farkında değilsin, zaten düzyazı şiir yazıyorsun” iltifatını esirgemedi. Biraz da onun dürtüklemesiyle Ayışığı'ndaki şiirleri yazdım. Çok heyecanlıydım. Ayrıca suç işlemişçesine kaygılı… Kitap sessizlikle karşılandı. Bu yüzden yıllarca yeni basımını yaptırtmadım. Necmiye Alpay'ın beklenmedik ve beni çok sevindiren değerlendirmesi olmasaydı, Ayışığı belki yine yayımlanmazdı. Şunu da itiraf edeyim; Şiir yazmaya gizli gizli devam ettim.

***

‘O kitaba dönüp bakmıyorum’

MUSTAFA ŞERİF ONARAN

“Bu şiir kitabı basılalı yıllar oldu ve artık onun mevcudu da kalmadı. Ben artık şiirle uğraşmadığım için de bir daha dönüp ona bakmıyorum. Yeniden şiir yazmam mümkün değil. Benim anladığım şiir artık değişti. Benim şiirden uzaklaşmamın nedenlerinden biri İkinci Yeni şiirini kavrayamamamdı. İkinci Yeni çok boyutlu, güzel bir şiirdi, ben onun dışında kaldım ve ondan sonra da şiirden uzaklaştım. Ama edebiyattan kopmadım, denemeler yazıyorum, eleştiriler yazıyorum, söyleşiler yapıyorum ve bunun içindeyim.” (www.dusle.com)

***

‘Şiirlerim kötüydü'

MURAT UYURKULAK

Şiirlerim kötüydü. Şiirin gerektirdiği sabra sahip değildim. Şiirlerimi bir gün yayımlamayı düşünmüyorum.

 

MURAT TOKAY

Kitap Zamanı

Sayı: 44

 

 
   
   

 

       

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi