Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

2. TUĞRA

Türk geleneklerine göre Tuğra, Oğuz Han’ın tahriri alâmeti idi. Bir kısım Türk bilginlerine göre bu kelime, efsanevî bir kuş olan tuğradan gelmekte ve bu kuş ise Oğuzların büyük hakanının arması sayılmakta idi. Tuğrayı, Büyük Selçuklularda ve Anadolu Selçuklularında görmekteyiz. Osmanlı tuğraları, sonradan arma şeklini alarak paralarda, resmî binalarda ve resmî kâğıtlar üzerinde, hüviyet varakalarında da kullanılmak suretiyle yazılmıştır. Tuğra’nın Farsçası nişan, Arapçası tevkîdir. Osmanlılarda hükümdarın adını anlatan alâmet demektir. Ferman, berat ve menşurlarda yazılan “alâmeti şerif” sözü tuğrayı kastetmektedir. Selçuklularda Memlûklarda, tuğra, alâmetin bir parçası olduğu hâlde, Osmanlılarda alâmetin bütünü demek olur. Divan-ı Lüğat’it Türk’te tuğranın aslı tuğrağ şeklinde gösterilmiş, bunun da hükümdarın basılmış nişanı olduğu zikredilmiştir, İbn Mûhennâ Lügati’nde ise tevki tuğranın ve mühür ile alâmet de damganın karşılığı gibi gösterilir. Hammer’in tuğranın menşeine dair bir görüşü vardır ki; bu görüşü Ali Bey İDEM’deki yazısı ile ve daha sonra Prof. Fekete çürütmüşlerdir.

Hammer’e göre, I. Murad’ın Raguza (Dubrovnik) Cumhuriyetine verdiği ahitnameyi (bir tür imtiyaz mektubu) mürekkebe batırılmış avucunun içi ile mühürlemesi suretiyle tuğra teşekkül etmişti. Ali Bey, sözü edilen yazısında bu görüşün yeni olmadığını, vaktiyle Cengiz Hanın, menşurlarını kırmızı mürekkebe batırdığı eli ile mühürlediği (imzaladığı) ve buna da altamga denildiğini ortaya koymuştu. Büyük Selçuklularda ve Anadolu Selçuklularında kullanıldığı açıkça görülen kavisli tuğranın çeşitli şekillerini ancak Anadolu beylikleri ile Osmanlılarda bulmaktayız. Tuğra, Büyük Selçuklulardan Eyyubîler aracılığı ile Memluklulara geçmiştir. Ancak, bunlarda tuğranın esası, yani hükümdarın adı ile babasının adı tuğrada bulunduğu hâlde şekil başkadır, yani, Selçuklularla Osmanlılardaki kavis yerine Memluklular keşide denilen düz amudî çizgilere önem vermiştir. Bu devletlerde tuğrayı bizzat tuğraî denilen nişancı çekerdi.

Anadolu Beyliklerinde tuğraların kavisleri n, m, d ve diğer elverişli harflerle yapıldığı halde Memlukluların keşideleri I, z, y harfleri ile tertip edilmekte idi. Bu beyliklerin tuğralarında n harfinden meydana gelen kavis ve münhanilerin sayısı belirli olmayıp n sayısının azlığına ya da çokluğuna göre değişmekte idi. Karamanoğullarından İbrahim, Mehmed ve İshak Bey’in tuğra kavisleri dört ve Pîr Ahmed Bey ile Kâzım Bey’in müşterek tuğrasında iki kavis vardır. Çandaroğlu Kasım Bey’in tuğrasındaki üç kavisin biri m, ikincisi ve üçüncüsü d harfinden meydana gelmiştir. Gerek Karamanoğullarının ve gerek Çandaroğlu Kasım Beyin tuğralarının keşidelerinin uçlarındaki çengelleri Osmanlı tuğralarında görülmektedir.

Osmanlı Devletinde Tuğralar

Osmanlı tarihlerinde, vesikalarında tuğranın adları şöyle geçer:

“tevkî-l refi’-l hümayun, nişan-ı şerîf-i alişân-ı sultânî, tuğray-ı garrây-ı sâm’ı mekân-ı hakan-ı nişan-ı hümâyun, nişân-ı hümâyun ve tuğrayı meynun, tuğrây-ı garrâ, alâmeti şerife, nişan ve tevkî.”

Bazı belgelerde ferman karşılığı biti ve hükmi hümayun tabirleri kullanılmıştır. Osmanlılarda ilk tuğra Orhan Gazi adına görülmektedir. Bu gerçek durum karşısında, tuğranın I. Murad’ın avucu ve parmaklarının mürekkebe basılması ile ilgili olduğu hakkındaki görüş ve efsanenin bir değeri kalmamaktadır. Orhan Gazi’nin elimizde mevcut iki tuğrasından biri Rebîulevvel 724 (Mart 1324) tarihli, öteki ise Rebîülâhır 749 (Temmuz 1348) tarihlidir ki, bunu, Prof Uzunçarşılı Belleten de (sayı 9) yayınlanmıştır. Birincisi ise Belediye kütüphanesindedir. Her ikisinde de n harfleri uzatılmıştır. İkincisi daha sonraki bir tarihte olduğu için n harfinin uçları yukarı doğru kıvrılarak tuğra şekline daha çok benzemektedir.

Bu gelenek daha sonra da devam etti. Nitekim Âşık Paşazade’nin kayıtlarından öğreniyoruz ki I. Murad, Hamid ili memleketlerinin bir kısmını Hamidoğlu Hüseyin Bey’den satın aldıktan sonra kalelerine kendi askerlerini koyduğu gibi o bölgedeki tımarlara da kendi beratıyla tımar vermişti ki bunlar da şüphesiz tuğrayı ihtiva ediyordu. Keza Yıldırım Bayezid, Aydınoğlu memleketlerini zapt ettikten sonra tımarlı sipahiye verdiği berata kendi nişanını koymuştu.

“Aydınoğlu dahi itaatle geldi vilâyetin bâzın kendûye verdi, hisarlarına kullar kodular, hutbe ve sikke Bayezid Han adına oldu; Tımarların dahi nişanı Bayezid Han adına oldu.”

Ancak bu beratlar ve nişanlar (tuğralar) elimizde değildir. Tuğranın çifte kavisli şekli Emir Sü leyman ve Çelebi Mehmet’ten itibaren oldukça düzgün bir biçimde yazılmaya başlamıştır. Meskûkât (mâdeni paralar, akçeler) mütehassısı Ali Bey’e göre, tuğraların paralara hakk (kazıma, kazınma) edilişi I. Murat’tan başlamaktadır. Meskûkât-ı Osmaniye kataloğunda gördüğümüz ilk Tuğra sikke H. 806 tarihli olup Emir Süleyman’a aittir. (5) Emir Süleyman ile Çelebi Mehmed’in aynı zamanda tuğraları vardır.

Tuğralarda hükümdarların isimleri ile babaların adları vardır. Orhan Gazi’nin tuğrasında “Orhan Bin Osman” yazılıdır. Fatih’in tuğrasında “Fatih Mehmed bin Murad Han muzaffer daima” Bu tuğra birinci Mahmud zamanına kadar bu şekilde devam eder. Bundan başka XVIII. asır ortalarına kadar padişahın babasının adının sonuna Han sıfatı eklenmektedir. I. Mahmud’dan sonra Han unvanı sadece babasının değil, bizzat padişahın adından sonra da zikrolundu. (6)

Tuğralarda hükümdarların isimleri ile babaların adlarının olduğunu söylemiştik. Burada hükümdarın adı, tuğranın en altına yazılır, bu ismin son harfinin biraz yukarısından başlayarak sola doğru gidip bir kavis teşkil eden “bin” kelimesi ve hükümdar adının üzerine de babasının adı konur. Han kelimesinin n harfi de ikinci bir kavis teşkil ederdi. En üste gelen muzaffer kelimesinin r harfi sağdan sola ve kavisinin ortasına doğru bir kol teşkil ederek uzanır ve bunun üzerine de daima sözü konurdu. Tuğranın bu şekildeki unsurları meselâ; (Muhammed bin Murad Han muzaffer daima) XV. yüzyılda gelişti. Bu metnin birbiri üzerine yığılmış gibi yazılan kısmına tuğranın ser’i denilirdi. N’lerin kavis gibi birbirine paralel kısımları ise tuğranın kolları tesmiye edildi. Bu metnin yazılışında ufak tefek değişiklikler XVIII, XIX yüzyıllarda da vuku buldu. Özellikle arma şeklindeki tuğralara bazen âdil, el-gazi sıfatları da yazılırdı.

1594 tarihine kadar Çelebi Sultan adı ile eyalet ve sancaklarda valilik eden Osmanlı şehzadeleri kendi eyaletlerine ve sancaklarına âit işler için padişah tuğrası gibi tuğra çekerler ve hüküm yazarlardı. Bu gibi şehzade tuğralarından şimdiye kadar bir tanesi elde edilmiştir; II Beyazid’in şehzadesi Şehinşah’ın 915 tarihli tuğrası. “Şehinşâh bin Bâyezîd Hân muzaffer dâima” Çelebi Sultanların tuğraları da aynen hükümdar tuğraları gibi üç flâmalı ve iki kavislidir. Tuğralar XVI. yüzyıldan itibaren daha güzel bir şekil almış ve daha fazla gelişmiştir. Çünkü bu asırda yazı çok tekemmül etmiştir. Tuğraların büyüklüğü ferman, menşur ve beratların kâğıtlarının ve yazılarının durumuna bağlı ve onlarla mütenasip olurdu. Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlas yazmak usulü sonradan meydana çıkmıştır. Tuğranın padişahlara ait olması sebebiyle bu tuğra şekli tatbiki ve güzel sanatlarda süsleyecek bir motif olarak kullanıldı ve birçok yerlerde uygulandı. Kiliselerde nasıl ki havarilerin ve kutsal varlıkların resimleri varsa, camilerdeki levhalar da çok defa tuğra şeklinde yazılmıştır. Meselâ: “Bismi’lllâhi’rrahmâni’r-rahim” (7) “Nasrun mine’llâhi ve fethun karîb”

SON EKLENENLER

Üye Girişi