Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

ARİF NİHAT ASYA - NAAT ŞİİRİNİN İNCELENMESİ


İthaf: Hakkı Mahmut Soykal'ın
ruhuna ithaf olunur
(1.Bölüm)Seccaden kumlardı...
....................................
Devirlerden, diyarlardan
Gelip göklerde buluşan
Ezanların vardı!

(5)Mescit mü'min, minber mü'min...
Taşardı kubbelerden Tekbir,
Dolardı kubbelere "Âmin!"

Ve mübarek geceler, dualarımız,
Geri gelmeyen dualardı...
(10)Geceler ki pırıl pırıl,
Kandillerin yanardı!

Kapına gelenler, ya Muhammed,
Uzaktan, yakından-
Mü'min döndüler kapından!

(15)Besmele, ekmeğimizin bereketiydi;
İki dünyada aziz ümmet,
Muhammed ümmetiydi.

Konsun -yine- pervazlara
Güvercinler;
(20)"hu hu"lara karışsın
Âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatiha'lar, Yasin'ler!

(2. Bölüm)
Şimdi seni ananlar,
(25)Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın,
Yoksulların sahibi...
(30)Nerde kaldın ey Resul,
Nerde kaldın ey Nebi?

Günler, ne günlerdi, ya Muhammed;
Çağlar ne çağlardı;
Daha dünyaya gelmeden
(35)Müminlerin vardı...
Ve birgün, ki gaflet
Çöller kadardı,
Halime'nin kucağında
Abdullah'ın yetimi,
(40)Amine'nin emaneti ağlardı!

Hatice'nin koncası,
Aişe'nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği,
Göklerin resulüydün...
(45)Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah'a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke'de bunalırsan
(50)Medine'ye göçerdin.

Biz dünyadan nereye
Göçelim ya Muhammed?
Yeryüzünde riya, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...
(55)Diller, sayfalar, satırlar
(Ebu Leheb öldü) diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!

Neler duydu şu dünyada
(60)Mevlid'ine hayran kulaklarımız:
Ne adlar ezberledi, ey Nebi,
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu
(65)Ayaklarımız!
Kâbe’ne siyahlar
Yakışmamıştır, ya Muhammed,
Bugünkü kadar!

Haset, gururla savaşta;
(70)Gurur, Kafdağı'nda derebeyi...
Onu da yaralarlar kanadından,
Gelse bir şefkat meleği...
İyiliğin türbesine
Türbedar oldu iyi!

(75)Vicdanlar sakat
Çıkmadan yarına.
İyilikler getir, güzellikler getir
Âdemoğullarına!

Şu gördüğün duvarlar ki
(80)Kimi Taif'tir, kimi Hayber'dir...
Fethedemedik, ya Muhammed,
Senelerdir!

Ne doğruluk, ne doğru;
Ne iyilik, ne iyi...
(85)Bahçende en güzel dal,
Unuttu yemiş vermeyi...
Günahın kursağında
Haramların peteği!

Bayram yaptı yabanlar:
(90)Semave'yi boşaltıp
Save'yi dolduranlar...
Atını hendeklerden -bir atlayışta-
Aşırdı aşıranlar...
Ağlasın Yesrib,
(95)Ağlasın Selman'lar!

Gözleri perdeliyen toprak,
Yüzlere serptiğin topraktı...
Yere dökülmeyecekti, ey Nebi
Yabanların gözünde kalacaktı!

(100)Konsun -yine- pervazlara
Güvercinler;
"hu hu"lara karışsın
Âminler...
Mübarek akşamdır;
(105)Gelin ey Fatiha'lar, Yasin'ler!

(3.Bölüm)
Ne oldu, ey bulut,
Gölgelediğin başlar?
Hatırında mı, ey yol,
Bir aziz yolcuyla
(110)Aşarak dağlar taşlar,
Kafile kafile, kervan kervan
Şimale giden yoldaşlar?

Uçsuz bucaksız çöllerde,
Yine, izler gelenlerin,
(115)Yollar gideceklerindir.

Şu Tekbir getiren mağara,
Örümceklerin değil;
Peygamberlerindir, meleklerindir...
Örümcek ne havada,
(120)Ne suda, ne yerdeydi...
Hakkı göremiyen
Gözlerdeydi!

Şu kutu, cinlerin mi;
Perilerin yurdu mu?
Şu yuva-ki bilinmez,
Kuşları hüdhüd müdür, güvercin mi, kumru mu?-
Kuşlarını, bir sabah,
Medine'ye uçurdu mu?

Ey Abva'da yatan ölü
(130)Bahçende açtı dünyanın
En güzel gülü;
Hatıran, uyusun çöllerin
Ilık kumlarıyla örtülü!

Dinleyene hala,
Çöller ses verir:
"Yaleyl!" susar,
Uğultular gelir.
Mersiye okur Uhud,
Kaside söyler Bedir.
(140)Sen de, bir hac günü,
Başta Muhammed, yanında Ebubekir;
Gidenlerin yüzbin olup dönüşünü
Destan yap, ey şehir!

Ebubekir'de nur, Osman'da nurlar...
Kureyş uluları karşılarında
Meydan okuyan bir Ömer bulurlar;
Ali'nin önünde kapılar açılır,
Ali'nin önünde eğilir surlar.
Bedir'de, Uhud'da, Hayber'de
(150)Hak'kın yiğitleri, şehid olurlar...
Bir mutlu günde, ki ölüm tatlıydı;
Yerde kalmazdı ruh... kanadlıydı.

Konsun -yine- pervazlara
Güvercinler;
"hu hu"lara karışsın
Âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatiha'lar, Yasin'ler!

(4.Bölüm)
Vicdanlar, sakat çıkmadan,
(160)Ya Muhammed, yarına;
İyiliklerle gel, güzelliklerle gel
Âdemoğullarına!

Yüreklerden taşsın
Yine imanlar!
Itri, bestelesin Tekbir'ini;
Evliya, okusun Kur'an'lar!
Ve Kur'an'ı göznuruyla çoğaltsın
Kayışzade Osmanlar!

Na'tini Gaalip yazsın, Mevlid'ini Süleyman'lar!
(170)Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan'lar!
Çarpılsın, hakikat niyetine
Cenaze namazı kıldıranlar!

Gel, ey Muhammed, bahardır...
Dudaklar ardında saklı
Âminlerimiz vardır!..
Hacdan döner gibi gel;
Mi'raç'tan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!

(180)Bulutlar kanad, rüzgâr kanad;
Hızır kanad, Cibril kanad;
Nisan kanad, bahar kanad;
Ayetlerini ezber bilen
Yapraklar kanad...
Açılsın göklerin kapıları,
Açılsın perdeler, kat kat!
Çöllere dökülsün yıldızlar;
Dizilsin yollarına
Yetimler, günahsızlar!
(190) Çöl gecelerinden, yanık
Türküler yapan kızlar
Sancağını saçlarıyla dokusun;
Bilal-i Habeşi sustuysa
Ezanlarını Davud okusun!

Konsun -yine- pervazlara
Güvercinler;
"hu hu"lara karışsın
Âminler...
Mübarek akşamdır;
(200)Gelin ey Fatiha'lar, Yasin'ler!
Arif Nihat Asya

"GEL EY MUHAMMED BAHARDIR....

Rahmetli Arif Nihad Asya'nın, tam iki yüz mısralık uzun bir şiiri karşısındayız. Şiir, "Poem" denilebilecek uzunlukta. Yorumunu da ayni ölçülerde tutarsak hem sayfalar dolar, hem de uzun olacağı için yazı okunmaz.

Fakat 1412 Ramazanı’ndayız. Kutlu ayı, Arif Nihad Hoca'nın Naat’iyle (na't) açmak, okuyucularıma güzel bir armağan. Çünkü Mehmed Akif ten, Yahya Kemâl'den, Necip Fazıl'dan beri, bu kadar güzel bir "Peygamber şiiri" okumamış olacaklar.
"Na't", Peygamber efendimizi övmek için yazılmış şiirlerdir. Arap, İran ve Türk edebiyatlarında sayısız Na't'lar vardır. Çoğunlukla kaside biçimindedir. Bazen da bir kaside'nin içine bölüm olarak yerleştirilir. Her divân’da, yüce Allah'a yalvarış olan münâcât'lardan sonra, Peygamber’i öven bu şiirler gelir. Divânların başında Rabbinden, kulu olan Muhammed'e ve sonra dünya büyüklerine doğru bir övgü silsilesi, "silsile-i merâtip" gözetilir. Yalnız kasidelerde değil, Mesnevilerin başında ve içinde de Na'tlara rastlanılır.

Bizce Kaside halindeki Na't'ların en güzeli, Fuzulî'nin "Su Kasidesi" diye bilinen şiiridir. Orada "Dürr-i Yetîm" olan Peygamberi, en güzel anlatan beyit ise, Dicle ve Fırat'ın Efendimize olan hasretini, fakat O'na ömürler boyunca bir türlü kavuşmamalarının hicranını, eşsiz şiir gücüyle anlatan şu mısralar

"Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa urup gezer âvâre su.”

’’Na’t" dedikse, biz onun kurala bağlı olanlarından söz ediyoruz. Yoksa bazen bütün kitap, bazen bir mısra, bazen bir tek Yunus İlâhisi veya Yunus mısraı, koca bir Na’t’tan daha anlamlı olabilir. Kitap halinde Na’t’ın, 550 yıldır kulaklarımızı süsleyen örneği, Bursalı Süleyman Çclebi’nin "Vesîletü'n Necat” (Kurtuluş Vesilesi) adiyle yazdığı ”Mevlid”dir. Allah ondan razı olsun. Nûr’dan Peygamber'i, sanki bizim kardeşimiz, babamız, yiğidimiz, evlâdımız, imamımız, öğretmenimiz gibi tasarlamıştır. Her duygumuzu aşan bir yüce sevgiyle, bize gönül aynası yapmıştır. Tek beyit halinde Na’t'a örnek ise, Urfalı Nâbî’nin, hacca giderken, Peygamberimizin türbesi yanından geçtiği ilk gece bulunduğu arabada uyuyan rütbeli bir zata dokundurmak için söylediği rivayet edilen şu mısralardır:

"Sakın terk-i edebden, kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı İlâhî’dir Makam-ı Mustafa’dır bu."

(Edep dışına çıkmaktan sakın, burası Tanrı sevgilisinin bulunduğu yerdir. Allah'ın gözünden ayırmadığı Mustafa'nın makamıdır burası.)

Arif Nihad, 200 mısralık bu şiirde, hatta serbest vezinde, hiç bir şekil kuralına uymayarak, yeni tarzda bir Na't (Naat) meydana getirmiştir. Şiirde en esaslı tem olarak, o da Fuzulî'nin iki ırmağı gibi Peygamber’e hasret ve hicranını söylemektedir: Peygambere bütün yaratıklar hayran ve hasrettir. Bütün insanlık O'na muhtaç ve müştaktır. İslâm âlemi O'nun arayışındadır. O, Türklüğün de bugünkü en büyük kaybı, hicranı ve ümididir. O, bugün yok olduğu için dünya hüsranda ve dermansız dertlerdedir. Ama O gelecektir:

"Hac'dan döner gibi,
Mir'âc'dan iner gibi"
gelecektir.

Bu Na't'ın bir kandil neşesinde bir Mi’râc veya Kadir gecesinde söylendiği düşünülebilir. Gittikçe maddeleşen ve özden uzaklaşan hayatlara karşı, nefret, pişmanlık, vicdan sızısı ile o günlerin sahibi olan Kutsal Elçi’ye sığınıştır, denebilir. Tabiî başka bir zaman yazılmış da olabilir. Şairle ilhamı arasına girilmez. Böyle bir şiiri yazmak, Allah'la, Peygamberiyle, âyetler, hadîsler, "asr-ı saadet" bakışları ve İslâm’ın irfanı ile dolu olmak meselesidir.


200 mısralık şiir, dört bölümden oluşmuş görünüyor. Her bölüm, şairin İslâm dekorunu özleyişini anlatan, İslâm’ın Türkiye'deki kudsî geceler (kandiller, ramazanlar) manzarası olarak yakıştırdığı şu mısralarla kesilmektedir: (17. den 23’c kadar şu allı mısra, daha sonra, üç defa tekrarlanmaktadır:)

" Konsun, yine pervazlara
Güvercinler;
(Hû hû) lara karışsın
Aminler...
Mübarek akşamdır; .
Gelin ey Fâtihalar, Yâsin’ler!"

1’den 17’ye kadar olan mısraları içine alan ilk bölümde, Peygamberimizin 14 asır sürüp gelen ve bizim örfümüze binbir ışıkla akseden İslam kâinatı kaybedilmiş, mutlu bir cennet hayatıdır. Bu kaybediş, geçmiş zaman sigası kullanılarak, daha katmerli bir hüzünle şöyle anlatılmaktadır:

Servete önem vermeyen, yoksullar, yetimler şâhı Hz. Peygamber’e en tabiî ve parasız olarak "kumlardan seccade" yakıştırılmaktadır. Öyle bir dünyamız vardı ki, "Ezân-ı Muhammedî"ler, diyarlardan, devirlerden gelip, bizim göklerde buluşurlardı. Yalnız insanlarımız değil (şiirde insan gibi tasarlanan) mimarimiz, eşyamız, mescîd, minber ve kubbelerimiz de imânlı idi. Böyle mübarek gecelerde dualarımız, mutlaka kabul olunurdu, geri gelmezdi.

Bütün İslâm kâinatı ve Ezan’ın semaları Hz. Muhammed'in evinin kapıları gibiydi... Uzaktan yakından O'nun huzuruna (O hayatta iken) girenler gibi... O'nun ezanını, besmelesini ve getirdiği Kur’ân’ın tilavetini dinleyenler de, O'na inanmış "mü'min" olarak dönerlerdi. Besmele evimizin, ekmeğimizin, yurdumuzun bereketi idi. Bugün, yitirilmiş inançlar yüzünden o bereket bizden uzaklaşmıştır. Gariptir ama artık esnaf bile dükkânlarını erken açmıyor. Bu yüzden bereket gidiyor. Onun yerini hile ve madrabazlık dolduruyor.

İkinci Bölüm:

24'ten 99'a kadar olan mısralar şiirde ikinci bölümdür. "Şimdi seni ananlar" diye başlayan bu bölümü de kendi içinde ikiye ayırmak mümkündür. "Medine'ye göçerdin"le biten ellinci mısraya kadar, şairin, Peygamberimize "övgü"leri yer alıyor. Bu övmeler, klasik "Na't"ın dışındadır. Hz. Muhammed’i övmekle beraber, yine de, halimizdeki manevî züğürtlüklerden şikâyet ağır basmaktadır:

Bu övgülerde, Peygamber'in garip, yoksul, yetim sıfatlan bilhassa anılarak onun fakirlere, gariplere sahip çıkan yücelikleri övgü ile anılmaktadır. Ahmed Yesevî, Yunus Emre gibi Peygamber'i derinden anlayan velî'ler de, O'nun bu yanım özellikle belirtirler. (Bkz: Türk Edebiyatı dergimizin, Yunus Emre ve Ahmet Yesevî özel sayıları)

Peygamberimiz daha dünyaya gelmeden bile kendisine inanan ve geleceğini ilân edenler vardı. Bunların en tanınmışları Kus İbni Saade ve Rahip Bahira gibi büyüklerdi.
Peygamberimizin geleceği günlerde insanlığın gafleti çöl kumları sayısınca idi. Allah'ın emri ile kurtuluş, O'nun sütninesi Halîme’nin kucağında bir bebek şeklinde göründü...
Aslında bütün Arap şehirleri, O'nu bekliyordu. Nihayet, Mekke'de onu anlamasalar da, o kendisine inananlarla beraber Medine'ye (Yesrib) göçebiliyordu...

Bu 50. mısradan tutarak şairin töresizlikten, bozulan ahlâktan, ikiyüzlülük, yalan ve zulümden şikâyetleri artmaya başlıyor:

"Ya Muhammedi" Sen Medine'ye seni anlayan insanlara hicret edebildin. Ya biz nereye göçelim?.. Her taraf Ebû Leheb’ler, Ebû Cehil'lerle dolu. "Yeryüzünde riyâ, inkâr hiyanet, altın devrini yaşıyor." Hâlâ karşımızda bizi ezen Yahudi veya putperest Hayber'ler ve Taif’ler ufkumuzu kaplıyor, onu fethedemiyoruz...

Burada, Türkiye töresinin nasıl bozulduğu, sembolik dil ve inanılmaz ıstırapla anlatılmaktadır:

Türkler Peygamber'e ve onu anlatan (Mevlid gibi) kitapların imanlı lisânına hayran iken... Heyhat bize, ne firavun, ne kötü şeyler ve adlar (besmele yerine) ezberletilin iştir. Biz ki yalnız "Senin adına alışkındık, Ey Nebî!"

Ayaklarımız bile artık izinden gitmiyor, yolun dahi bize unutturuldu.. .Heyhat ki, matemin rengi olan siyah, senin Kâbe’ne, en çok şu bizim yaşadığımız çağda yakışmıştır. Kâbe de yastadır.

Burada şiirin iki güçlü nüktesi ardarda gelmektedir: "Şefkat meleği gelse, onu da kanadından yaralarlar "İyilik ölmüş son kalan iyilik de, ona türbedarlık ediyor." Neden? Çünkü gurur, Kafdağına hükümdar olmuştur.

Senin "bahçende en güzel dal" olan Türklük dahi "Unuttu yemiş vermeği" Selmân-ı Fârisi Hazretleri ki, Peygamberimizin Hendek gazasında, ona askerî usuller öğretmişti. Kalenin etrafına hendek kazılarak düşmanın girmesi önlenmişti... Ne yazık ki, şimdi açıkgözler putperest müşrikleri geçtiler. Hendekleri, hile ile bir çırpıda allıyorlar...

Daha sonra, Peygamber’in gözlere toprak serperek düşmanı durdurduğu anlatılıyor. Fakat ne olmalı idi? O topraklar, yerlere dökülmeyip, düşmanın gözünde devamlı kalmalı idi...

Üçüncü Bölüm:

106 ile 152. mısralar arası şiirin üçüncü bölümüdür. Bu kısımda Peygamberimizin Hicreti, bu hicret içindeki mucizeler, Müslümanların Hz.Muhammed kumandasında Mekke'yi fethedişleri destanı ve dört seçkin yâr (Dört Halîfe) ve Sahâbî'den bazıları, şiir diliyle anlatılıyor. Şiirin bazan rumuzlu, bazen kapalı sembolik ifadeleri tam ustalıkla kullanılıyor.
"Bulut" Peygamberimizin başı üstünde, O’nu, süt çocuğu olduğu günlerden beri, sıcaktan ve kötülükten koruyan Allah lütfudur. Şimdi heyhat! O bulutun gölgelediği başlar... Yani Allah’ın Müslümanlar üzerindeki lütfu, yoktur artık...

"Şimale giden yoldaşlar" dünyayı Hakk'ın nuruyla kurtaracak olan hicret yolcularıdır. Onların izleri, o yolları tekrar izleyecek olanları beklemekledir. İzler canlı, yollar da canlı ve duyguludur. 116-122. mısralarda Peygamberimizin Ebubekir’le girdiği ünlü "mağara"ya işaret edilmektedir. Mağara'yı kâfirlerin gözünden saklayan örümcek... Aslında mevcut değildi de, "Hakk’ı göremeyen gözlere" gerilmişti.

122-128. mısralarda, Mekke'nin dağları ve evleri, hüdhüd, kumru, güvercin gibi eşsiz kuşlarını, Medine'ye kaçıran ve uçuran "kuylu"lara benzetiliyor. 129-133. mısralarda bahçesinde, dünyanın en güzel gülü açan Hz. Muhammed’in babası Abdullah’ın, Abva'daki mezarı takdis edilmektedir. Daha sonra: Medine’den Mekke’ye kadar, İslâm Peygamberinin çölde bıraktığı izler, hatıralar, unutulmaz sahneler canlandırılıyor:
Uhud ve kurtarıcı Bedir gazâları, sonra Hz. Muhammed öncülüğünde açılan Kâbe’siyle destanlaşan şehir.

Yoğun şiir olan son bölümde (144-152) Dört Halifenin nurlu vasıfları ve o kutsal zafer gününde yaptıkları anlatılıyor. "Ölümün, yaşamaktan tatlı" olduğu, zaferlerin şehitlikle kazanıldığı günlerdi o günler.


Dördüncü Bölüm:

En çılgın bir âşık hasreti ile Peygamberimizi çağıran dördüncü bölüm, 159. mısradan şiirin sonuna kadardır. O'nu büyük iştiyakla bekleyişimiz, insanlığın kurtuluşu içindir. Milletimizin tekrar kendine gelerek, Osmanlı’daki büyük nizâma ulaşması içindir. Sanatkârlarımızın yeniden İlâhî ilhamla şereflenmeleri içindir. O gelirse, iyilikler, güzellikler yeniden (azgınlaşmış) âdemoğullarına kılavuz olacaktır.

Onu böyle canu yürekten davet eden son bölüm, o ölçüde şiiriyet yüklüdür. O gelirse, Türk yeniden Türklüğüne, İslamlığına kavuşacaktır. Sanatımız yeniden Itri'lerin, Süleyman Çelebi'lerin, Şeyh Galib'lerin, Hafız Osman’ların, Mimar Sinan'ların boyutlarına, ufuklarına açılacaktır. Bu ülke, bu millet, milyonlarca kanat üzerinden tek ve biricik kılavuzu, Hazreti Muhammed'i beklemektedir.

Muhammed'in ünlü "siyah" müezzini gelmese bile, Mîmâr Davud'un yükselttiği minarelerden ezanlar O Resûl’ler Resûlünü göklerden karşılayacaktır.

AHMET KABAKLI