Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

ÂŞIK VEYSEL - SAZIMA ŞİİRİNİN İNCELEMESİ

Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikâr etme
Lâl olsun dillerin söyleme yalan
Garip bülbül gibi ah u zar etme

Gizli dertlerimi sana anlattım
Çalıştım sesimi sesine kattım
Bebe gibi kollarımda yaylattım
Hayali hatır et beni unutma


Bahçede dut iken bilmezdin sazı
Bülbül konar mıydı dalına bazı
Hangi kuştan aldın sen bu avazı
Söyle doğrusunu gel inkâr etme

Benim her derdime sen ortak oldun
Ağlarsam ağladın gülersem güldün
Sazım bu sesleri turnadan mı aldın
Pençe vurup sarı teli sızlatma

Ay geçer yıl geçer uzarsa ara
Giyin kara libas yaslan duvara
Yanından göğsünden açılır yara
Yâr gelmezse yaraların elletme

Sen petek misali Veysel'de arı
İnleşir beraber yapardık balı
Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma

Âşık Veysel ŞATIROĞLU

 

"HANGİ KUŞTAN ALDIN SEN BU ÂVÂZI"

1973’te kaybettiğimiz ÂŞIK VEYSEL(Şatıroğlu)in "Dostlar Beni Hatırlasın" kitabından aldığım bu nefis şiir, beni 35 yıl öncelere götürdü.

Aydın' da birkaç arkadaş, o zaman şöhretinin zirvesinde bulunan bu eşsiz Âşık’ı misafir etmiştik. Bir hafta boyunca Aydın'da kaldı; halk huzurunda da çalıp söyledi idi.
Fakat daha önemli olan tarafı, sohbetlerdeki ve mütevazı sofralarımızdaki kişiliği idi. "Okumamış" olduğuna şükrettirecek şekilde, hayret verici bir "irfanı" vardı. Bir halk ulu’su idi; derinlikler, nükteler dolu’su idi. Şakanın, nükte ve fıkranın, güldürmenin, düşündürmenin de daniskasını biliyordu.

Gözünün görmemesi, onu hiç tanımadığımız duygular, derinlikler, renkler fezasında yaşatıyordu; "Hiç üzgün değilim, benim gördüğümü de siz göremiyorsunuz!" diyordu.
Şiirlerinde daha gamlı idi. Veysel'in, sofralarda şen ve "Şâtır" sohbetleri şafak gibi ferahlatıyordu. Onu dinlerken, derin kültürlü, Hak'tan vergili insanlar hangi halde olurlarsa olsunlar yanlarına gam ve kasavetin uğramayacağını sanıyordum. Buna benzer bir düşünceyi, daha sonraları da, bir-iki "gözsüz" insanın yanında, saygı ve hayranlıkla geçirmişimdir.

Veysel'in bu şiirini, ansız bir tesadüfle bir daha dinlediğim zaman, içime hâtıralar doluştu. Bence, "ebedîlik" arzusunu söyleyen bu şiirle, çok duygulandım. Âşık Veysel'i o zaman anlayamamışım, kadrini dc hiç bilememişim gibi geldi. Onu okumuş bir adam gibi değil de halkımız gibi dinlemeliydim. Öylesine hayranlık, teslimiyet ve inanç içinde olmalıydım. O yaşımda, galiba bunu yapabilmem imkânı yoktu. Herhalde bilgiç edebiyat öğretmeni tavrında idim. Veysel, bu tavrımı sezmiş olmasına rağmen, aşırı sevgi, dostluk gösteriyordu.
Hoş tabiatı vardı. Yemekten sonra: ’’Hadi biraz folta vuralım" deyip geziniyordu; gezinirken açılıyor, nefis fıkralar anlatıyordu. Yemeğe oturduğumuz zamanlarda, "kara donlu" dediği siyah kılıflı, sazını, elinin ulaşacağı bir yerde, yanı başına koyuyordu. "Sazım biraz dinlensin!" diyordu.

Kendisine saz çalması teklif edilmesinden hoşlanmazdı. Sanatkâr gururunun, bundan incinir olduğunu sezmiştik. Zaten kendisi, kıvamına geldi miydi, çoşkunluk bastı da, söz kendisine yetmez oldu muydu... Hemen "kara donlu" sazına uzanır, onu soyar, "kollarında yaylatmaya" başlardı: "Sazımın karnı acıktı, hele onu da doyurak" derdi.
İşte yukarıya aldığım "Sazıma" adlı şiiri, o zamanlar yeni yeni söylüyordu. Aklımda kalan bazı mısraları değişikli. Sazına bakarak, "ilân-ı aşk" yahut "vasiyet" eder gibi çok hisli muhabbetle çalıp çağırıyordu.

Biz bu okşayışlı saz-âşık sevişmesine bakarak, saz'ın halk şiirimizdeki âdeta "kutsal" değeri üzerinde düşünürdük. Bu âlelade bir çalgı değil, şaşılacak ölçülerde sırlı ve mübarek bir ifade vasıtası sayılıyor. O kadar ki eli sazsız âşık düşünülemiyor. Saz şairi, sazını kılıfından çıkarırken, aziz ekmek gibi, önce öpüp başına koyuyor. Onu sırdaş, onu sanatının tamamlayıcısı biliyor. Sazsız âşık da öylesine gülünç ve yaya kalıyor.
Bu yüzdendir ki kalem şairini, saz şairinden ayırmak için, birine "şair" birine "âşık" demişler. Âşık kelimesinden önce ise (elinde sazla değil, fakat kopuzla gezen) "Ozan" kelimesi kullanılmış. Bugün Ozan" kelimesi, rastgele, eli sazlı ve sazsız her türlü "şair" için söyleniveriyor. Hatta "Halk ozanı" diye mantıksız ve garip terkipler bile var. Peki, "Ozan" zaten halkın olmayacaktı da kimin olacaktı? "Ozan" yalnız, halk şairi demektir.
Âşık Veysel'in bu şiiri Türk edebiyatında saz için yapılmış övgülerin en güzeli ve sazla yapılan sohbetlerin orijinalidir. Veysel, dünyada kendisine çoluk çocuğundan, eş ve dostlarından daha yakın, en yakın olarak saz'ını buluyor.

60 yıllık can yoldaşı ve sırdaşı, sazıdır. Çilelerini o bilmekte, dertlerinin hepsine ortak olmakla, icat ve sanat sırlarına, bir şiir, bir koşma meydana gelirken duyulan "inleyişlere" o şahit olmaktadır. Sazı ile yaşayan, onunla avunan, ekmeğini bile onunla kazanan âşık, ölümünden sonra bile, onunla "yaşamak" emelindedir.

Esasen fânilik acısı ve dünyadan şikâyet Veysel'in şiirlerinde de gelenekte olduğu kadar derindir:

"Bükülmez kolların olmuşsun ağa
İntikam beslersin bir tek yaprağa
Akibet düşersin kara toprağa
Onu da nâmurat edersin dünya!"

Fanilikten kurtuluş yok; ehramlarda, mumyalarda bile yok. Belki olsa olsa sanat eserinde, o da sınırlı bir ölümsüzlük söz konusudur. Sanatın şahidi ve aracı sazı olduğu için, işte Veysel de ona seslenmektedir:

1. Dörtlük: Sazına "gizli sırlarını açıklamamasını" vasiyet ediyor. Öyle ki"lâl" (dilsiz) gibi kal... Bizim seninle yaşadığımız büyük sun, yüce aşkı onu anlamayacak ham ruhlu yabancılara (yâd) söyleme. O bir sevgilidir, ellere gitmesini hiç istemiyor.

2. Dörtlük'te "Bebe gibi kollarımda yaylattım" sözü, bütünüyle Anadolu ve Sivas kokuyor. Ayni zamanda bir gerçek: Saz ömrü boyunca Veysel'in kollarında, kucağında yaylanmıştır. Kucakla, bu kadar uzun süre gezdirilen hiçbir evlât düşünülmez, Buna karşılık âşık da: "hayali hâtır et beni unutma" diye ondan vefa hakkını istiyor.

3. Dörtlük ise: Şiirin şaheser bir parçasıdır. Âşık, burada olağan bir şeye, kendince "hüsnü tâlil" denilen sanatı yapmaktadır
Anlaşıldığına (ve öğrendiğime) göre en güzel saz gövdesi dut ağacından, en güzel saz "kolu" da, ardıçtan yapılmaktadır. Âşık da sazına, bunun için: "Bahçede dut iken bilmezdin sazı" diyor fakat onun dulluğu ile güzelim sesler çıkarışı arasında şairane ilgiler kurmaya çalışıyor":

"Bülbül konar mıydı dalma bazı?
Hangi kuştan aldın sen bu avazı? " (güzel sesi)

4. Dörtlükte: Veysel'le sazı arasındaki duygu beraberliği anlatılıyor. Elbet, esas olan Veysel'dir. O ağladıkça sazı da ağlamış, o güldükçe sazı da gülmüştür. Ama bir şüphesi var: Eğer sazı bu güzel sesleri "Turna"dan aldı ise, sakın turnalığı tutup da, sazın sarı telini sızlatmasın...

5. Dörtlükle: Âşık yine ölümünden sonra sazını düşünüyor: Aylar, yıllar geçecek... Veysel sazının ağırbaşlı ve yaslı durmasını, kara libâs(kılıl) giyinip duvara yaslanmasını, yabancı ele sakın düşmemesini istiyor. Fakat şair gibi saz da fânidir: zamanla yaralar (çatlaklar) belirecektir. İşte o zaman "ey sazım yaralarını elletme” çünkü onlar "yâr” değildir. Seni anlayamaz, onaramazlar diyor.

Son Dörtlük: Veysel’in sazıyla olan sanat macerasını anlatıyor. Balın oluşunda petek de arı kadar gereklidir. Veysel arı misali her bir yanı dolaşmış, düşünmüş, duygulanmış, üzülmüş dilediklerini (petek misali olan) sazına getirmiş ve "inleşerek" şiir balım birlikte yapmışlardır.
Bu saz, alelâde bir dut dalı olduğu halde Veysel'in sayesinde bir sanat yapıcı olmuştur. Onun için "sen ustanı unutma” diye vasiyet ediyor.

Veysel ötelerde şimdi... Ya sazı nerede, ne âlemde acaba? Ustası ile geçen sanat ve çile günlerini anıp da titreşiyor mu? Ümittir.

 

2-İNLEŞİR BERABER YAPARDIK BALI


Âşık Veysel'in "Sazım"a şiiri, çok bakımdan derin mânâlar ihtiva etlikten başka, bilhassa Âşıklık töresinde "saz"ın kutsiyetini.. Bir de, sanatın her ne kadar "ferdi" de olsa "çoğul" ıstın ve emeklerin mahsulü olduğunu dile getirmektedir.


Edebiyatımızda ve belki de dünya edebiyatında "saz"a söylenmiş şiirlerin en güzeli budur. Daha önceki ozan ve âşıklarda birkaç tesirli mısra ve kıt'a bulunsa da, saza bu ölçüde samimi âşıkane, sevgiliye veya evladına seslenir gibi seslenen olmamıştır.


Şiirin sondan ikinci kıt'asında "Giyin kara libas, yaslan duvara" mısraı geçiyor ya... 1953 yılında, Aydın' da Veysel ile geçirdiğim bir hafta içinde, bu mısraı "Giyin kara donu yasla duvara" şeklinde âşıkın ağzından işitmiştim. Veysel'in, sazı ile "âşık-mâşuk" halini ve bu yoldaki merasime de şair ile oturup kalkmalarımız sırasında şahit olmuştum.
Saz, çıplak bırakılmazdı. "Kara dona" yani kılıfına bürünmüş olarak getirilirdi. Köşeye bucağa da konulmaz. Şairin yanı başında bir koltuğa yaslanırdı. Veysel'den saz çalması istenmez ayıp olurdu. Kendisi, bir müddet yeme, içmeden sonra şefkatli ona dönerek:


"Sazımın karnı acıktı, doyuralım gayri" derdi. Sazı, itina ile "donundan" (elbisesinden) soyunur, Veysel'in kucağına verilirdi; onu doyuruncaya kadar çalardı. Yeter olunca yine saz kılıfına yerleştirilip koltuğuna yaslanırdı. Âşık’ın canı istendikçe “canân”ı alıp vermesi, gecede birkaç kere tekrarlanırdı.

Şiirin tahliline, 1. ve 5. kıtaları beraber alıp başlayalım:

Âşık, en yakınma, sırdaşına,"mâşukuna" bir "vasiyet" şeklinde söze giriyor. Hatta bedduası içinde bir de yemin ettiriyor: "Gizli sırlarımı açığa vurma! Yabancılara (ilgisiz kaygısız kimseler e) sakın söyleme sırrımı!.. Söylersen lal olsun dillerin! (dilin tutulsun).. Bülbül biraz garip hafifmeşreptir, âşıklık sırrını (yüksek sesle öterek) aşikâr eder. Sen ona benzeme, temkinli ol. Sır sakla!"


1. Kıt'ada, dünyaya en değerli, en yakın, en sevilen (canân) olarak bıraktığı sazının "yas tutmasını" da istiyor. "Yaslan!., fiili, bu bakımdan (yas tut! ve sırtına daya! anlamlarına) tam yerinde kullanılmıştır. "Kara libas giyen" saz, hem tabiî olarak aşıkından (efendisinden) başkasına açılmayacak, sır vermeyecek, muhabbet kelâmı etmeyecek... Hem de, ayrılan ve yıllarca dönmeyen sevgilisinin matemini tutmuş olacaktır.
Saz, böyle kara don içinde kalıp çalınmadıkça (okşanmadıkça, sevilmedikçe, kamı doyurulmadıkça, hatırı sorulmadıkça) yavaş yavaş çürüyecektir (ihtiyarlayacaktır). Yanından, göğsünden, yaralar açılacaktır ’ Ama sakın! Yâr (Veysel) gelmezse, yaraların elletme (tedavi edilmesine izin verme) diyor. Yani âşık, sırdaşlığın hakkı için, (bencillik ederek) dünyada hiçbir insandan istemeyeceği bir şeyi sazından istiyor. Ebedî katlanmayı mahşerde buluşuncaya kadar mahremiyetine el değdirmemeyi istiyor.. Bu aşk yolunda her yaranın acısına tahammül etmeği sazına vasiyet ediyor.
Mevlevilikte sembol ney'dir. Âşıklıkta timsâl de "saz". Mevlâna, Mesnevi'sini: "Bişney ez ney”le başlatır.

" Dinle neyden ki şikâyet ediyor
Ayrılıkları hikâyet ediyor.”

İnsan ruhunun Tanrı yurdunda, İlâhi vahdetten (neyistan’dan kopmak dolayısıyla duyduğu ıstırabı ney en yakıcı sadalarla dile getirmektedir. Tasavvufun bu ’’besmele” sinde, yakıcı elem ve şikâyetlerin sebebi, Allah’a duyulan hasret ve ”aşk”tır.
Veysel de, bu şiirinde âşıklığın tasavvuf dilini, yanık, garip çilelerini ve aşkım söyleyen ”saz’”ı bir bakıma ”ney” gibi kutsileştiriyor. Ney nasıl sır’lar nakletmekte ve ’’ayrılıklardan” söz açmakta ise, Veysel de ’’sazına” ömür boyunca sırlar, çileler, ıstıraplar dinletmiştir. O sırlar işle âşık-mâşuk arasında kalmalı, el dokunulmadan ve dillere düşmeden Allah’a götürülmelidir.
Sanatın, sonuçla ferdî de olsa, ’’çoğul” ıstırap, ilham ve emeklerin mahsulü olduğu fikrini de, bu şiirin son kıt’asından tutarak araştıralım!

"Sen petek misâli Veysel de arı
İnleşir beraber yapardık balı.”

Yunus gibi köylü şair, tabiatın içinde bir âşık olan Veysel en ince, en geniş ve soyut düşünceyi, köylünün tanıdığı maddi, basit teşbihlerle anlatıyor. (Yunus’un, ilahi aşkta ermişliğini, Allah’ı bulduğunu!


"Ballar balını buldum
Dükkânım yağma olsun"


deyişleriyle anlattığını hatırlayalım).
’’Petek” balın yapıldığı yerdir. O arıyı, yani ilhamı, düşünceyi, gayreti, ıstırabı bekler. Bir bakıma sanatın tarlasıdır. Petek, Veysel’in saz’ıdır. Cömertlik ve hamaratlıkla her oluşa açıktır: Getirilen malzeme ile ”bal”ın (sanatın) en lezzetlisi onda meydana gelecektir. ’’Veysel de arı”dır. Çiçekleri, insanları, ustadan gelen bilgileri, hünerleri, şahsi dertleri, arkadaşlarının ve toplumun ıstıraplarını dolaşacak, ’’peteği” ilhamlar aktaracaktır. Sonunda mutlaka sazına dönerek, şiirini orada yapacaktır.


Bu iki mısrada, kavramı tamamlayan can alıcı kelime ”inleşmek”tir. ’’İnleşir” fiili, arının petek üzerinde çalışırken çıkardığı sesi ve petekle didişircesine ortak ıstıraplarım dile getirmektedir.


Sazı ile Veysel'in "inleşerek" ortaklaşa yaptıkları sanat bir bakıma an ile bütün dünyanın, bütün tabiatın, ilahi ve beşerî ilhamların acı ve sevinçlerin aşk ve şevklerin bir araya getirilmesi, bir potaya indirilmesidir.


Sanatkâr, fikir adamı icat eder, düşünür ve bir "petekte" onları sanat haline getirir. Ama o sanatın, o fikrin oluşunda kaç arkadaşın, dünyada olup biten kaç vakanın, insan başından geçen nice neşeli, yıkıcı, kurtarıcı olayların ayrılıklar ve ümitlerin, kopuşlar ve buluşmaların o sanata kulak verenlerin, ümit bağlayanların, onu sevenlerin ilham tesir ve iştirakleri vardır.


Kaldı ki saz (petek, tarla, sırdaş, sevgili vs. olarak) şiirin oluşunda, şairi kadar hak sahibi bulunmaktadır. Bunu Âşık Veysel'in sazına olan sevgisi ile karışık dostluğu ve mahremiyeti ile dolaşık olarak, şiirin başka kıtalarında da görmekteyiz:


"Gizli dertlerimi sana anlattım
Çalıştım sesimi sesine kattım
Bebe gibi kollarımda yaylattım
………………
Benim her derdime ortak sen oldun
Ağlarsam ağladın, gülersem güldün.."


SAZIMA şiirinin diğer bölümlerinde de "saz"ın sürekli canlı bir varlık, bir insan, bir sevgili, bir ’’bebe" gibi ele alındığı, sırdaşlık töresinin ileri götürüldüğü, sazından kendisini hatırlanmasını istediği görülmektedir. Kısacası âşık, sanatına birinci yardımcı saydığı saz’ından ’’ebediyet’’ talep etmektedir.


Veysel'in bu şiirinde (bütün gerçek âşıklarda olduğu gibi) saz, rasgele bir alet, bir çalgı olmaktan çıkarılmış, gönülde çok yüce makamlar verilmiştir. Ahlâk, vefa, sırdaşlık gibi "insan sevgili" de daima aranan ama insan sevgilide asla bulunmayan bütün vasıf ve değerleri Veysel sazından istemektedir.

 

AHMET KABAKLI, Tercüman, 27 Haziran 1976