Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

NEDİM - AKIBET GÖNLÜM ESİR ETTİN O GİSULARLA SEN

GAZEL İNCELEMESİ

Akıbet gönlüm esir ettin o gîsûlarla sen
Hey ne câdûsun ki âteş bağladın mûlarla sen

Gamze-i fettânını koydun ki yıkdı âlemi
Bahse dalmışken çeh-i Babil’de câdûlarla sen

Görmeden mecnûnların sahradaki cem’iyyetin
Sevdiğim meşk-i nigâh eylerdin ahularla sen

Serv-i dil-cûyumdan ayrı geşt-i gülşen istemem
Var yürü istersen ey eşk-i revân cûlarla sen

Nâzdan hâmuşsun yohsa zebânın duymadan
İstesen bin dâstan söylersin ebrûlarla sen

Şûhdur tâ şöyle reftârın ki fark etmez bakan
Şöyle gitsen serv-i âzâdım akar sularla sen

Bü’l-aceb ‘ayyâr-ı efsûngersin ey kilk-i Nedim
Çok tabiat sarhoş eylersin bu dârûlarla sen

Şerh

Akıbet gönlüm esir ettin o gîsûlarla sen
Hey ne câdûsun ki âteş bağladın mûlarla sen.

Ey sevgili! Kâküllerinle sonunda gönlümü esir ettin. Sen nasıl cadısın ki kıllarla ateşi bağlayabildin!

Divan şiirinde sevgilinin gözü, gamzesi, saçı ve ayva tüyleri cadılık özelliklerine sahiptir. Burada şair bunların en yaygını olan saçı/kâkülü kullanıyor. Daha evvelki şiir yorumlarında da geçtiği üzre sevgilinin âşığı kendisine bağlama vasıtalarından biri saçtır. Saç bazen kement olur âşığın boynuna dolanır, bazen de onun kuşa benzeyen gönlünü ağına düşürür vs. Saçın ipe benzerliği veya kâkülün uç taraftan halkalanarak kement manzarası alması da bu telakkiyi beslemiş olmalıdır. Şair, şiirimizde adiyattan olan bu duruma bir fevkaladelik yüklüyor ve bunu sevgilinin cadılık kabiliyetine atfediyor. Bu fevkaladelik gönlün ateş olma keyfiyetidir. Zira aşk ateştir; dolayısıyla gönül de aşka mahal olmak itibarıyla ateş kesilmiştir. Sevgili böyle bir gönlü bağladığı cihetle saç ve ateş bir araya gelmiş oluyor. Ateş karşısında en dayanıksız madde olan kılın ateşi bağlamasını akıl kabul etmez. Sevgili mademki muhal olanı mümkün kılıyor o hâlde bu olağanüstü kabiliyetle kendi cadılığını da tescil etmiş oluyor. Aslında bütün bunlarla anlatılmak istenen şey, sevgilinin saçının güzelliğiyle âşığı teshir ettiği, onu bir nevi esir durumuna düşürdüğüdür. Buradan hareket eden şair yukarıdaki benzerlik zincirlerini kurma imkânı elde ediyor ve böylece sevgili cadı; saç da cadının kullandığı büyü malzemesi hâline geliveriyor. Zira bilindiği gibi büyücülerin baş malzemesi kıl, saç vb. gibi şeylerdir. Sihirle uğraşan kişi kullandığı malzemeyi ekseriya muska hâline sokar ve düğümler atar. Bu şekilde etkilenmesi amaçlanan kişi bağlanmış olur. Demek ki beyitte kullanılan bağlamak kelimesi de sihir tabirlerindendir. Nitekim meşhur olduğu üzere Hz. Peygambere yapılan muskaya da yedi düğüm atılmış idi. Cebrail in bildirmesiyle durum açığa çıktığında her düğüme muavvizeteyn sûreleri -Nas ve Felak- okunmuş ve düğümler açıldıkça Hz. Peygamber eski sağlığına kavuşmuştu. Halk arasında cadıların ateşe ve suya hâkim oldukları -ateşte yanmadıkları, suya batmadıkları vs.- inancı mevcuttur. Beyitte bu inanışa da uzak bir gönderme vardır. Saç-sihir ilgisini ifade bakımından eldeki beyte çok benzeyen bir başka beyti de Naili’den alarak bu bahsi bitirelim:
"Bağlanır zülfüne diller nice câdusun sen
Harim-i Kâbe’yi dam eyleyen âhûsun sen.

“Gamze-i fettanın, koydun ki yıkdı âlemi
Bahse dalmışken çeh-i Babil’de câdûlarla sen”

Sen Babil kuyusunda cadılarla sohbete dalmışken fitneci gamzen de boş durmadı ve bütün âlemi harap eyledi.

Şair bu beyitte de önceki beytin konusunu sürdürüyor. Yukarıdaki beyitte cadı ile ilgili telakkileri özetlemiştik. Burada ise beytin eksenini oluşturan Çeh-i Babil ve gamze-i fettan tamlamaları üzerinde duralım.

Harut ve Marut: Çeh-ı Babil tamlamasında Harut ve Marut hikâyesine bir telmih söz konusudur. Kur’an-ı Kerim’de (Bakara /102) sadece ismi geçen bu iki melek hakkında İsrailî rivayetlerde bir hayli tafsilat mevcuttur (Geniş bilgi için bk. TDVİA, Kürşat Demirci, c.16, s.262-64) Muhtemelen Zerdüştlükten Yahudi metinlerine intikal eden ve buradan da bazı zayıf hadislere konu olan bu rivayetlerin hülasası şudur: "Hz. İdris zamanında melekler Allah’a, günah içinde yüzen insanları niçin helak etmediğini sormuşlar ve Allah’tan: “Eğer onlardaki nefis ve şehvet sizde olsaydı siz de onlar gibi olurdunuz.” cevabını almışlar. Bu muhaverenin sonunda iş bir iddiaya dönmüş ve meleklerin temsilcisi olan Harut ve Marut nefs sahibi olarak imtihan edilmek üzere yeryüzüne indirilmişler. Bu iki melek gündüzleri insanlar arasında adaletle hükmeder, gecelerini ise ibadetle geçirirlermiş ve yapmamak şartıyla insanlara sihir usullerin, de öğretirlermiş. Bir gün güya kocasından şikâyetçi olarak onlara başvuran bir kadın, güzelliğiyle onların aklını başından almış ve kendine bağlamış. Melekler kadına vuslat teklifinde bulunmuşlar. O da bunun karşılığında meleklerden şu uç fiilden birini yerine getirmelerini istemiş: içki içme, zina etme veya adam öldürme.. Harut ve Marut bu günahlar arasında en ehveni sayarak içki içmeyi kabul etmişler. Ancak sarhoşluk zina ve adam öldürmeyi de beraberinde getirmiş. Muradına nail olan kadın meleklerin sarhoşluğundan istifade ederek onlardan ism-i azam duasını da öğrenmiş ve bu sayede semaya yükselmiş. Ancak bütün bu yaptıklarının cezası olmak üzere orada Zühre yıldızına dönüşmüş. Ayıldıklarında yaptıklarına pişman olan melekler ise Allah’tan cezalarının ahirete kalmaması talebinde bulunmuşlar. Bunun üzerine kıyamete kadar beklemek üzere saçlarından baş aşağı Babil kuyusuna asılarak cezalandırılmışlar vs.” Asılsız olduğu şüphesiz olan bu rivayetlerin Kur an-ı Kerim tefsirlerine göre doğru sayılabilecek tarafı ismi geçen iki meleğin insanlara yapmamak şartıyla sihir öğrettikleri hususudur. Bütün bu rivayetler şairlere birçok benzetme yapma imkânı sağlamıştır. Sevgilinin çene çukuru Babil kuyusu, o kuyuya doğru eğilen zülüfler ise saçlarından asılan Harut ve Marut olarak nitelenmiştir. Bu beyitte olduğu gibi, bazen sihir kaynağı ve çukur oluşu bakımından sevgilinin gamzesi de Babil kuyusuna benzetilir.
Gamze-i fettan: Fitne söz konusu olunca sevgilinin ilk hatıra gelen özelliklerinden birisi de gamzesidir. Gamze; sevgilinin süzgün ve manâlı yan bakışı demektir. Kaş, göz, kirpikler de gamzeye eşlik ederler. Divan şairleri çok zaman aynı mazmunu değiştirip geliştirerek devam ettirirler. Nitekim Nedim’in elimizdeki beyti de ilham olarak Ahmet Paşanın aşağıdaki beytine bağlı görünüyor:
“Sihr talim eylemekte gamze-ı cadu-yı dost
Çah-ı Babilde eder Harut-ı fettan ile bahs.

“Dostun cadı gamzesi Babil Kuyusunda oturmuş, sihir öğretme konusunda fitneci Harut’la münakaşaya dalmış. Arif Hikmet ise Nedim’den bir adım daha ileri geçerek sihir konusunda sevgiliyi Harut'a üstün tutuyor:

“Menba-i mekr o füsun çeşm-i fitne-zâdın idi
Meşk-i sihr eylemeden gamze-i Harut henüz.
Harut’un gamzesi daha sihir öğretmeye banlamadan önce bile, senin hamuru fitneyle karılmış olan gözlerin çoktan fitne kaynağı idi. Gamzenin fitne oluşu bazen sihirden başka özellikleriyle de ilgilidir. Söz gelimi Nedim, aşağıdaki beyitte onu cellat oluşu bakımından afet olarak niteliyor:
“Afet-i can dediler gamze-i celladın için
Nahl-i gül söylediler kamet-i şimşadın için.”


Tekrar beytin bütününü toplu olarak ele alırsak şunları söyleyebiliriz: Fitneci sevgilinin Babil kuyusunda cadılarla sohbete dalması onun işten güçten geri kalması, herkesin rahat bir nefes alması anlamına gelmiyor. Zira onun yokluğunu hissettirmeyen bir vekili yani fitneci gamzesi var. Gamze, ya da yan bakış ok yaydan fırlar gibi bir kere fırlatıldıktan sonra müstakil bir şahsiyet kazanıyor ve sahibinden ayrı olarak yapacağını yapıyor, âlemi harap ediyor. Böylece şair, gamzeyi sahibinden ayırmak suretiyle tecrid sanatına başvuruyor.

Görmeden mecnûnların sahradaki cem’iyyetin
Sevdiğim meşk-i nigâh eylerdin âhûlarla sen.


Sevdiğimi Daha mecnunlar çölde ahularla toplanmadan önce sen onlara bakış dersi vermekte idin.

Yukarıdaki beyitlerde sihir konusunda Harut ve Marufla âşık atan sevgilinin bu sefer de bakış konusundaki yeteneği ile karşılaşıyoruz. O, şimdi de çölde oturmuş ceylanlara güzel bakma dersi vermekte. Bu imajda Leyla ve Mecnun hikâyesindeki bir olaya atıf söz konusudur. Hikâyeye göre Leyla aşkının çöle düşürdüğü Mecnun hemen her şeyde sevdiğinin bir özelliğini görmeye başlamıştır. Nitekim avcı tarafından tuzağa düşürülmüş bir ceylan gördüğünde hayvanın gözlen ona Leyla'nın gözlerini hatırlatır. Bu hatırlayış üzerine dal gibi soyunur, üstündeki her şeyi bedel olmak üzere avcıya verir ve ceylan, kurtarır. Bu suretle önce ceylan daha sonra diğer çöl hayvanları Mecnunda dost olurlar. Hikâyenin bazı minyatürlü nüshaları Mecnunu kendisini çevreleyen hayvanlar arasında oturmuş olarak resmeder. Bu hikâyeden de sarf-, nazar çöl delilerin mekânı olarak kabul edilir. Bu bakımdan Mecnun adı hem özel ad olarak hem de sözlük anlamıyla kullanılmış oluyor.

Ahunun bir özelliği gözlerinin ve bakışlarını güzelliğidir. Acaba ahu güzel bakma sanatını kimden meşk etmiştir? Zira her sanat meşk sayesinde, yani öğrencilerin hocanın dersini ona benzeterek tekrar etmesiyle öğrenilir. Şairimize göre ahu da Mecnun u etkileyen o güzel bakışlarını sevgiliden meşk suretiyle öğrenmiştir. Böylece şair kendisiyle sevgili arasındaki gönül münasebetini çok eski bir hikâye olan Leyla ve Mecnun hikâyesinden daha eskilere götürmüş oluyor. Zira divan şiirinde hakiki aşkın özelliklerinden biri de eskiliği hatta bazan bezm-i eleste kadar gitmesidir.

Serv-i dil-cûyumdan ayrı geşt-i gülşen istemem
Var yürü istersen ey eşk-i revân cûlarla sen.

Gönlümü kendisine bağlayan servi boylu sevgiliden ayrı olarak gül bahçesinde dolaşmak istemem. Ey akan gözyaşım, sen istersen git sulara katılarak kendi başına gez, dolaş.

Beyitte klasik bahçe düzeniyle ilgili atıflar mevcuttur. Kur’an’daki cennet manzaralarından mülhem olan bu bahçelerin değişmez elemanları altından sular akan ağaçlar ve özellikle de servilerdir. Denebilir ki divan şiirinde adından en çok söz edilen ağaç servidir. Bunun sebebi boy bakımından sevgiliyi temsil etmesidir. Rüzgâr önünde hafifçe salınışıyla ise sevgilinin yürüyüşünü andırır ve bu yüzden sevgiliye serv-i revan diye hitap edilir.


Beyitte serv-i dil-cu tamlamasında -cu ekinin su anlamına gelen ikinci mânâsıyla servi/su münasebetine de bir telmihte bulunulmaktadır. Beytin anlamına gelince; bahar mevsimi sevgilinin bahçeye gezintiye çıktığı bir mevsimdir. Âşıklar da sevgiliyi görebilmek ümidiyle bahçelere çıkarlar. Aslında bir âşığın baharı, bahçesi, servi, akarsuyu hep sevgilidir; onunla birlikte olmayan hiçbir şey ona zevk vermez. Bahçe sadece bu fırsatı veriyorsa bir mânâ ifade eder onun için. Oysa beyitteki manzara şu. Ortada bahçe, serv ve su var ama sevgili yok. Bu durumda âşık ağlamasın da ne yapsın? Peki, bu dökülen gözyaşları yerinde mi duruyor? Hayır, arklarda akan sular gibi gürül gürül akıp gidiyorlar. Eşk-i revan tabiri dolaylı olarak gözyaşının kuvvetini ifade ediyor. Ne var ki şair bu akışı farklı tefsir ediyor ve tecahül-i ârifane ile gözyaşlarının servi diplerinden akan diğer sulara katılarak bahçeyi gezmek istemesi şeklinde yorumluyor. Eh, varsın gözyaşları sulara katılsın ve bahçede gönül eğelesin; değil mi ki servi boylu sevgili bahçede değil, kendisinin bu gezintide işi ne!

Beyitte birçok kelime arasında mânâ irtibatı mevcuttur: Dil-cu, cu, eşk, serv, gülşen gibi kelimler bir grup; geşt, var, yürü, revan gibi kelimeler de ikinci bir grup teşkil ediyorlar.

Nâzdan hâmûşsun yohsa zebânın duymadan
İstesen bin dâstan söylersin ebrularla sen.

Ey sevgili! Sen naz uykusundasın. Yoksa istesen, dilinin haberi bile olmadan sade kaşlarınla bin destan söylemeye kadirsin.

Sevgili, âşığına karşı öfkesini, sitemini, nazını vs. kaş hareketleriyle ifade eder. Peki, ama niçin konuşma yerine kaş hareketlerini tercih ediyor? Âşığıyla konuşmaya tenezzül etmiyor da onun için.

Neyse ki beyitteki sevgili naz mahmuru ve bu yüzden de gözleri kaşları faaliyetten alıkonmuş durumda. Şair, böyle olmadığı takdirde, sevgilinin konuşmak için dile ihtiyacı olmadığını, sadece kaşlarıyla bile bütün duygularını ifadeye muktedir olduğunu belirtiyor. Destanlar; bütün bir hikâyeyi tafsilatıyla anlatan çok uzun metinlerdir. Kaşlarımızla normalde bir iki temel duygumuzu ancak ifade edebiliriz. Sevgili ise buna bir destan -buna bir roman da diyebiliriz- sığdırarak bu konudaki maharetin, göstermiş oluyor. Diğer taraftan konuşmak dilin, işitmek ise kulağın hassasıdır; ancak şair mısrada işitmeyi dile atfederek hır orijinallikte bulunuyor. Uyuyan kişi tabiatıyla konuşmaktan da işitmekten de mahrumdur. Aslında uyanık halde dahi kaşlar sessiz bir dille konuşmuş olacağından kulağın bu iş, duymaması tabiidir. Ancak konuşma işini kaşa yükleyen şair, duyma işini de dile atfederek orijinal bir söyleyiş yakalıyor.

Şuhdur tâ şöyle reftârın ki fark etmez bakan
Şöyle gitsen serv-i azadım akar sularla sen.

Ey azat servi! Öyle şuh yürümedesin ki bakan, senin bu yürüyüşünle akan bir su arasında fark bulamaz.

Yukarıda da anlatıldığı üzere boy bakımından sevgili serv olarak isimlendirilir. Ancak bu servi öbürünün aksine, yürüdüğü, bir yere bağlı olmadığı için azat bir servidir. Peki, bu yürüyüş ne bakımdan akan suya benziyor? Cevap şu; erkek ve kadın davranışlarının birbirine yaklaştığı günümüzün aksine eski kültürde hanımların bütün davranışlarının kadınca olması beklenirdi. Dolayısıyla yürümenin de bir adabı vardı. Klasik terbiyeye göre hanımların seri ve küçük adım atması lazım. Diğer taraftan servinin eteği gibi bakan biri, sevgilinin kıpırdamadığı hâlde -altında bir teker sevgilinin eteği de yere kadar uzanmakta ve seri ayak hareketlerini gizlemekte. Böylece varmış gibi- aktığını vehmedecektir. Anlatılan durumu kavramak için şimdiki Kafkas folklorunda hanımların yürüyüşünü hatırlamak kâfidir.

Bü’l-aceb ‘ayyâr-ı efsûngersin ey kilk-i Nedim
Çok tabiat sarhoş eylersin bu dârûlarla sen.

Ey Nedim'in hilekâr kalemi! Ne kadar şaşılacak kabiliyette bir büyücüsün. Sen bu yazdığın ilaçlarla çok tabiatı sarhoş etmeye muktedirsin.

Eldeki şiirin hayal dünyası büyü, büyücülük vs. etrafında kurulmuştur. Şair, yukarıdaki beyitlerde çeşitli ilgilerle bu vasfı sevgiliye atfetmekte iken son beyitte onu kendi üzerine alıyor. Sevgili söz konusu olunca sihirden maksat onun güzelliği ve etkileyiciliğidir. Oysa şair, bu vasfı kendisi sahiplendiğinde anlatmak istediği şey şiirdeki kabiliyeti veya şiirinin etkileme gücüdür. Birçok şair bu anlamda kendilerini sihirbaz olarak nitelemiştir. Böyle beyitlerden bahis açılınca Necati’nin şu beytini hatırlamamak olmaz:

Nice sihretti Necati nice söz nice gazel
Leb-i dilber sıfatında bir içim sudur bu.”
İkinci mısradaki dârû kelimesi mânâ ve çağrışımlarıyla beyte büyük bir zenginlik katmaktadır. Kelime düz anlamıyla ilaç demektir. Ancak manevi içki anlamına da gelmektedir. Doktor reçetesini, büyücü muskasını yazmak için kalemine başvurur. Bir nevi sihirbaz olan şair de sihirli şiirlerini kalemle tespit eder. Sihirle birlikte işin içinde hile de olduğu için bu kalem aynı zamanda ayyar sıfatını da hak ediyor. Şiirlerinin okuyanları sarhoş etmesi dolayısıyla şair, aynı zamanda bir nevi saki rolünü de üstlenmiş olmakta. Bu noktada dârû kelimesinin manevi içki anlamı devreye giriyor. Fakat daru kelimesini Türkçe olarak aldığımızda da yeni mânâ ilgileri doğuyor:

1. Sihir-darı ilgisi: Bilindiği gibi eskiden darı, fasülye vs. gibi muhtelif hububat hem fal hem de sihir malzemesi olarak kullanılırdı.

2. Darı-içki ilgisi: Birçok içki tahammur etmiş muhtelif hububattan elde edilir. Bunlar arasında da darı başta gelir. Böylece şair, darı ile insanları sarhoş etmiş oluyor.
Şair bütün bu kabiliyetleri doğrudan kendi üzerine almak yerine kalemine havale ediyor ve bir yandan güya tevazu gösterirken bir yandan da tecrit sanat, yapmış oluyor. Eh Nedim’in, bu kadar çok mânâyı bir araya getirmeyi başaran kalemine şuncağız iltifat, çok mu? El-hak çok değil!

CİHAN OKUYUCU 

 

İLGİLİ İÇERİK

NEDİM'İN HAYATI VE EDEBİ KİŞİLİĞİ

NEDÎM'İN HAYATI

NEDİM - HADDEDEN GEÇMİŞ NEZAKET YAL Ü BAL OLMUŞ SANA

NEDİM - BİR NİM NEŞE SAY BU CİHANIN BAHARINI

NEDÎM - BAK SİTANBULUN ŞU SAD-ABAD-I NEV-BÜNYANINA

NEDİM – SEVDİĞİ CANIM YOLUNDA HAK İLE YEKSAN OLDUĞUM (ŞARKI)

SON EKLENENLER

Üye Girişi