Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NABİ - BEZM-İ SAFAYA SAGAR-I SAHBA GELİR GİDER GAZELİNİN İNCELENMESİ

GAZEL
Bezm-i safâya sâgar-ı sahbâ gelir gider
Gûya ki cezr ü medd ile derya gelir gider

Açıldığın haber verir ağyara gül gibi
Dâim bize nesîm-i sebük-pâ gelir gider

Olmaz yine marîz-i mahabbet şifâ-pezîr
Rûy-ı zemîne bir dahi îsâ gelir gider

Sultân-ı gam nişîmen edelden derûnumu
Sahrâ-yı kalbe leşker-i sevda gelir gider

Bir gün demez o şûh ki âyâ muradı ne
Çokdan bu kûya Nâbî-i şeydâ gelir gider
                                                   Nâbî

 

Bezm-i safâya sâgar-ı sahbâ gelir gider
Gûyâ ki cezr ü medd ile deryâ gelir gider

Meclis felekten kâm almak, gün çalmak için oturup yeme içme faslıdır. Ama bu yeme içme, karnımız doysun manasına değildir. Bu yeme içme, sözün ve şiirin bir vesilesidir.
Yani bezm denilen eğlence meclisi güzel söz, iyi sohbet için toplanır. Yeme içme de onun bahanesidir. Bugün yeme içme için toplanılıyor, söz onun bahanesi oluyor. Dolayısıyla o meclislerden doğru düzgün bir şey çıkmıyor.

Eski Osmanlı hayatı, tabii sadece Osmanlı değil, 16. ve 17. yüzyılın toplumları iyi ve rahat yaşayabilmek için savaşırlardı. Ganimet almak, toprak almak, yeni bir köye sahip olmak vs. Savaştıktan sonra da iyi yaşamak adına eğlence tertip ederlerdi. Buna bezm ü rezm denir. Eğlence ve savaş... Hayat bu ikisinin ekseninde sürerdi.

Bezm ve rezm... İnsanlar bezmin içine ne koyabilirler, rezmin içine ne koyabilirler. Önemli olan buydu... Hayatın ekseni bu ikisi üzerinedir. Bugün için de aynı şey vardır. İnsanlar kendi milletine daha güzel bir hayat hazırlayabilmek için savaşıyor. Bunu hazırlamanın yolu, estetikten, sanattan, kültürden geçiyorsa, savaş o alanda meydana geliyor. Sınırdan, topraktan, yeni bir arazi elde etmektense savaş o alana kayıyor. Ekonomiden, üretimden yana ise, savaş o yönde oluyor. Yani işin temeli savaş ve eğlence...

Bu bezm denilen, eğlence meclisleri şöyle olurdu: Diyelim ki, yirmi kişi otuz kişi davet edilir, toplanılır ve tıpkı tekkelerdeki gibi halka olunurdu. Bu halkanın başköşesine şeref konuğu denilen meclisin misafiri, onun yanına meclis hazırlayıcısı, ondan sonra da en kıdemli sağına, sonraki kıdemli soluna şeklinde halka tamamlanırdı. Böylece en yaşlı güngörmüş meclis üyesinin karşısına en genç olan düşerdi. Mevlevihanelerde bir meydan vardır. Mevleviler bu meydanda halka olur. Ortasındaki çizgiye hatt-ı istiva denir. Üzerine basmadan geçilir. Hani bu Mevlevi semazenleri birbirlerine dönüp selâmlaşırlar. Oraya basılmaz, bu ince bir çizgidir. O çizginin bu tarafında veya

0 tarafında olmak, en kıdemli olanla en kıdemsiz olanın arasındaki olumlu enerji ile ya keyifli olur ya da çok hüzünlü olur. Bu mecliste bir saki bulunur. Sakinin elinde büyükçe bir şarap kadehi bulunur. Ona ratl-i giran (büyük, ağır ve dolu kadeh) denir ve bir geliş gidiş vardır.

Meclis kurulduktan sonra, saki ırmakta soğuttuğu şarap testisini oradan alır, omzuna koyar, koltuğunun altına da ratl-ı giranı alır ve meclise gelir. Sonra halkanın en ortasına gelir, diz çöker ve meclisin şeref konuğuyla göz göze gelir. O gözüyle, tamam başlayabilirsin, diye işaret ederse ayağa kalkar, ratl-i giranı ortaya koyar. İbrikten veyahut da testiden kadehin içine dökmeye başlar. Ratl-i giran denilen kadeh karavana gibidir. Asker karavanası kadar geniştir. Saki, kadehin içine şarap dökerken herkes onun sesini sessizce dinler, kimse konuşmaz. Bittikten sonra testiyi kenara koyar, ratl-i giranı eline alır ve meclisin sahibinin önüne gelir. Diz çöker, ona ikram eder. Kadehi çok nazik bir şekilde tutar. Meclis sahibi, o ikram karşısında yine kadehi nazikçe tutar; bu arada eliniz sakinin eline değmeyecektir. Eğer böyle bir terbiyesizlik yaparsanız, sizi meclisten sürerler, Meclisten sürülmüş biri olmak çok ayıp karşılanır ve bir daha o yere beş yıl yaklaştırılmaz.
Mecliste lüzumsuzluk yok, sözü şiir biçiminde değil de, malayani söylerseniz, hele de böyle birine kızarsanız, sarhoş olup da yanınızdakine yaslanırsanız, yahut da sarhoşluk derecesinde diliniz dolaşacak hale gelirseniz bu adabı bilmiyor, adap bilmeyenin mecliste ne işi var, diye bir daha sizi meclise almazlar.

Kaldığımız yerden sakinin ne yaptığına devam edelim. Saki bir yudum ikram eder, ratl-i giranı çeker, ayağa kalkar, sola bir adım atar, diz çöker yanındakine sunar, o da bir yudum alır, geri çekilir, tekrar sola bir adım atar, yanmdakine sunar. Her defasında saki elindeki testiyi bir öncekinin dudağının değdiği yere bir sonraki misafirin dudağı değmesin diye çevirmektedir. Böylece o mecliste en son kişiye gelesiye kadar saki döner. Elindeki kadeh de döner. O sırada dünya dönmektedir ve meclisin üzerine felekler döner. Bu meclisin kıymetine bakın, üstünde felekler dönen meclisten bahsediyoruz. Daha konuşma yok, bir tek kişi bile konuşmuyor. Saki, bunu üç defa tekrarlar. Buna selase-i gaffale (üç yıkayıcı) denir.

Şimdi bir an düşünün, mecliste yirmi kişi olsa ta ki her birinin önünde diz çökecek, bir yudum ikram edecek, geri çekilecek, ayağa kalkacak, sola bir adım atacak, oturacak. Yirmi kişiye yirmi dakikada bir tur yaptı, bunu üç defa yapacak ki, meclis başlayabilsin. Yani insanlar önce altmış dakika tefekküre dalacaklar. Bu şu demek aynı zamanda, biraz sonra söyleyeceğim sözleri, şiirleri biraz düşün bakalım, ben ne söyleyeceğim. On düşün, bir söyle kuralı... İki kulak, bir ağız kuralı... Ve meclisin kalitesi orada yükselmeye başlar.
Üçüncü sefer bitince, meclisin şeref konuğu, dış halkada beklemekte olan musiki heyetine işaret eder. Artık hicazdan mı, nihaventten mi başlayacak, yoksa peşrev mi yapacak? Onlar orada icraya başladıktan sonradır ki, sakinin meclise gelip gitmesi ratl-i giran ile olmaz, elinde ibrikle olur. Üçüncüden sonra herkesin yanındaki küçük kadehler devreyi alır. Saki ibrikle onlara koymaya başlar.

Safalar kazanılan, esenlikler, şenlikler, gönül ferahlıkları olan eğlence meclisine, kadeh gelir gider... Sözün içkiye meze yapıldığı meclise değil, içkinin söze meze yapıldığı meclise kadehleri dolu getirir, boş götürür. Üst perdeden konuların anlatıldığı, değerli şeylerin tartışıldığı ama sadece estetik boyutta, siyasî değil. Böyle meclislerde siyaset, para, devlet işleri ve resmî işler konuşulmaz. Böyle meclislere Hüseyin Baykara meclisi denir.
İçki kadehi gelirken, yani mecaz-ı mürsel yoluyla saki gelirken, meclis birdenbire denizin med hali gibi kabarıyor. Sanki kadehin meclise gelip gitmesi güya denizin med ve cezir hali gibidir.

Med ve cezir dolunaylı gecede olur. Mecliste med ve cezir oluyorsa, saki de dolunaydır. Dolunay gelince med, gidince cezir hali başlıyor. Bu satalı bir akşamdır. Neden? Çünkü saki kadehle geliyor. Gündüz ise satalı bir gündüz. Bülbülü, gülü var, bir taraftan ırmağı var...

Bu Nâbî'nin med ve cezir halini anlatan şiirine birkaç kişi nazire yazarak tanzir etmiş, benzerlerini yazmış. Bunlardan bir tanesi İzzet Ali Paşa. Onun beyti de şöyle:

Meydana kim piyale-i sahba gelir gider
Ol demde akl-ı âşık-ı şeyda gelir gider

Çılgın âşığın aklı, kadehin gelişiyle birlikte başından gider, saki giderken aklı başına gelir. Sevgilinin gelişiyle aklı gider, gidişiyle aklı geri döner, çünkü sevgiliyi görünce akıl kalmaz. Çünkü aşk, aklı dışlayan bir şeydir. Aşk gönle hitap eder ve aklın zıddıdır. Akıl orada batıl olmak zorundadır. Zaten aklınızla hareket edebiliyorsanız aşktan bahsetmiyorsunuz demektir. Âşıkta akıl yoktur. Aşkta önce aklı feda etmek lazımdır. Mecnun deli değildi. Hiçbir zaman deli olmadı. Ama aklını var gücüyle sevgilisi meşgul ediyordu. Sevgiliden başka hiçbir şey aklına hitap etmiyordu.

Açıldığın haber verir ağyara gül gibi
Dâim bize nesîm-i sebük-pâ gelir gider
Nesim-i sebük-pa; ayağına tetik rüzgâr demek. Bir yerden bir yere ulaşıverir, hızla haber yayar, koku getirir, mesela sevgili saçlarını taradıysa rüzgâr âşıktan yana eser. Rüzgâr o haberi ve kokuyu getirendir.

Ağyar, yârin zıddıdır. İnsanın bir yâri vardır, etrafındaki âşıklarına ağyar denir. O rüzgâr sevgilinin rakiplere gül gibi açıldığını âşığa haber verir. Dedikoducu bir rüzgâr var, hemen haberi yetiştiriyor. Diyor ki, sen burada ağlayadur. Sevgilin falanca yerde ağyara açıldı. Açılmak; biraz evden çıkmak, yani seyrana çıkmak manasını da taşır. Açılmak; şuh kahkahalarla içi açılmak, serbestçe hareket etmek anlamına da gelir. Açılmak; yaşmağını göstermek, yanaklarını göstermektir ki, sevgili gül gibidir zaten. Gül kıpkırmızı açılır. 0 kırmızılar yanağının kırmızılıklarıdır. Dolayısıyla gül gibi açılmak, gülmek eylemidir. Güldüğü zaman ağzı açılır, söz söyler, konuşur. Hâlbuki sevgilinin konuşması âdetinden değildir. Sevgili âşığa karşı bir tek kelime bile etmez. Onu yok sayar, ona dönüp iltifat etmez, bakmaz.

Sevgilinin etrafında yüzlerce âşığı var, onlara değer verdiği için, sayıları çoğalsın, kaliteleri artsın diye muhatap almıyor. Aşk işinde bir gömlek daha ilerlesinler, aşkı biraz daha öğrensinler diye onlara hiç yüz vermiyor. Ötekiler o hasret ile o hicran ile gittikçe aşkı daha fazla içlerinde büyütmeye başlıyorlar.

Ey sevgili, zannediyor musun ki, neler yaptığını ben bilmiyorum. Şu ayağına tetik rüzgâr var ya; bana hiç durmadan gelir gider, bir haber verir sonra gider, bir haber daha getirir. Sen ne yapıyorsan, anı anma, dakikası dakikasına bana yetiştiriyor. Hakiki âşık sevgilisinden kilometrelerce uzakta olsa bile, onun ne yaptığını bilen âşıktır. Ona rüzgâr haber verir, yıldızlar haber verir, o günkü ruh hali haber verir. Onun adına isterseniz psikoloji deyin, ister vicdan deyin, ister hiss-i kable’l-vuku deyin, ister abdala malum olur deyin... Tayy-i mekân diye bir şey vardır, bu işin dervişçesi. Size ait olan, sizin korumanızda olan birisini milyonlarca metre uzakta iken bile koruyup ziyaret edebilirsiniz. Buna tayy-i mekân sırrı denir. Herkes nasip olan bir şey değil. Dolayısıyla hakiki sevgili, hakiki âşığın uzakta ne yaptığım bilir. Onun korkusuyla hiçbir şey yapamaz. Ayağı yoldan sapacaksa onun korkusuyla sapmaz. Efendiler efendisini sevdiği söyleyip ondan sonra hadislerinin hilafına davranmak âşıklık mıdır? Allah ı çok sevdiğini söyleyip, onun emri hilafına adım atmak âşıklık mıdır? Aşkın boyutunu oraya götürürseniz, bu o demek işte.
Aşkta ermişlik makamı işte bu makamdır. Sevgilinin orada ne yaptığını, âşığın burada bilmesidir. Nâbî’nin buna benzer başka bir beyti var, şöyle:

Yârin biliriz, bezmimize rağbeti vardır
Amma ki, zamanı gözetir, saati vardır

Biliriz ki, sevgilinin bizim bulduğumuz meclise rağbeti vardır. Gelir, ziyaret eder, bizim olduğumuzu yeri dışlamaz. Ama sevgilinin bir saati var, o saate bakıyor, zamanı gözetiyor. Bunu söyleyerek teselli buluyor, zavallı âşık... Diyor ki, sevgili bizi hepten boşlamadı, bize rağbeti var, bizim olduğumuz yere gelecek bir gün, ama zamanını gözlüyor.
Şimdi böyle bir şeyi düşündüğünüz an umutsuzluğunuz kalkar ortadan. İpler kopmamış olur. Günah işlemek, günahta ısrar etmekten daha hafif bir şeydir. Asıl kötüsü aynı günahta ısrar etmektir. Çünkü günah işlerseniz sonra tevbe edersiniz. Allah rahimdir, rahmandır, acır size, affeder. Ama siz Allah beni affedecek nasıl olsa deyip, aynı günahı tekrar tekrar işlerseniz işte günahtan daha beter bir şeydir bu. Günahtan daha kötüsü günaha alışmaktır. Bu da diyor ki, seninle perdelerimiz, iplerimiz kopmuş değil ey sevgili, bilirim ki bir gün geleceksin, saatim gözlüyorsun.

İsmail Hami Danişmend’in; “Payin sedası gelse de sen hiç gelmesen” diye bir mısraı var. Ayağının sesi gelsin de sen hiç gelmesen. Hiç derken bir de uzatıyor, kıyamete kadar gelmesini istemiyor gibidir. Bir sevgilinin ayağının geliş sesini duymaya başladığınız andaki heyecanı bir hayal edin. Siz odada oturuyorsunuz, dışarıda bir ayak sesi var, onun ayak sesi... Geliyor, yaklaşıyor. İçeride siz o halde yemeden, içmeden kıyamete kadar mutlu yaşayabilirsiniz. Gelirse, gitme ihtimali var. Gelmesinden daha güzeldir o duygu.

Olmaz yine marîz-i mahabbet şifâ-pezîr
Rûy-ı zemîne bir dahi îsâ gelir gider

Hz. İsa’nın mucizesi ölüleri diriltmek, hastaları iyi etmek, hasta gönülleri tedavi etmekti. Hz. İsa dünyaya gelir, can bağışlar, kıyamet alametlerinden biri olarak dünyaya geleceğini biliyoruz ahir zamanda. Ve gelip Hz. Muhammed’in şeriatıyla insanları hak dine çağıracak fakat tekrar gidecek, çünkü kıyamet yakın olacak. Zaten şiirde de gelir gider diyor... Ama şu aşk hastası, gökten İsa inse yine de iyi olacak gibi değildir.

Beni hastalıktan iyi etmek için, yeryüzüne Hz. İsa bile gelse iyi edemez. Bunun şöyle bir manası vardır, o kadar hastayım ki, bu derece hastalığı bana ancak çok güzel bir sevgili verebilir. Sen o kadar güzelsin ki, senin gibi güzel dünyaya gelmedi. Onun için İsa bile gelse bu hastalığı iyi etmez. Yani kendi hastalığına yakınmıyor, sevgiliye iltifat ediyor. Diyor ki, ben öyle bir hastayım ki ancak senin gibi bir güzel için bu kadar hasta olunabilir. Diğerleri benim kadar hasta değil çünkü onlar senin güzelliğini, kıymetini bilmiyorlar.
Yeryüzüne İsa bir daha gelse, yine bu aşk hastası şifa bulmaz. Neden bulmaz biliyor musunuz? Çünkü Hz. İsa gelince kıyametin geldiği anlaşılır, şifa bulacak kadar zaman geçmeden âşık can verir. Kıyamet kopar.

Dünya her on bin yıllık periyotta yedi gezegenden birisinin hükmü altındadır ve kamer en son gezegen olarak, dünyanın kıyamete yakın on bin yıllık dönemine hükmedecektir.
Hz. Peygamber, kamer devrinin peygamberidir. Yani fitnenin, isyanın, Allah’a inkârın çoğaldığı bir zamanın peygamberidir ve onun için şeriatı kıyamete kadar hak şeriat olarak korunacaktır. Kamer fitne çıkarır çünkü. Ne zaman gökyüzünde dolunay belirse fitne çoğalır. Gökyüzünde dolunay çıktığında kefen çürür, yemekleriniz erken bozulur. Kamer devrini hatırlatıyor bize. Diyor ki, Hz. İsa ahir zamanda gelecek. Ahir zamanda kamer devri olur. Ey sevgili, sen öyle bir kamersin ki, senin zamanında fitne olması doğaldır. Çünkü sen ortaya çıkınca âşıklar birbirine giriyor. Hepsi birbiriyle sevgiliye ulaşmak için savaş halinde oluyor.

Sultân-ı gam nişîmen edelden derûnumu
Sahrâ-yı kalbe leşker-i sevda gelir gider

Gam sultanı, keder sultanı varsa, keder ordusu vardır. Keder sultanı ordularıyla gelip bağrını karargâh etmelerinden bu yana, ordu halinde gamdan söz ediyor. Sevda askerleri geliyorlar, gidiyorlar. Bir hücum ediyorlar, sonra geri püskürtülüyorlar, sonra tekrar hücum ediyorlar. Hani âşıkın haksızlık, bu böyle olmamalı” deyip de gönlüne söz geçiremezlik hali vardır ya, yani unutayım dersin bir müddet sonra küllenen bir alev halinde tekrar gelir, vazgeçeyim dersin, görmeyeyim dersin, görmek için bir taraftan kaçmak istersin, bir taraftan yakalanmak istersin, bir taraftan kaçsın istersin, bir taraftan kovalamak peşindesin. Böyle bir hal... İnsanın ikilemi. Bu tasavvufta dahi böyledir. Onun için çile vardır. Uzun süre o duyguyu atsın, daha işin başında kesin kararını versin diye.
Şeyhi, daha işin başında Kadı Mahmud’a der ki, sen kadılığı bırak da git ciğer sat sokaklarda. Ne kadar ağır gelecek değil mi? İçinde hiç durmadan bırak ciğer satmayı, kadılık bak ne güzel diye iç çatışmaları yaşatıyor.

Gam; karanlık, karalık demektir. Bu, Mısır dolayısıyla siyahi ırkın temsilidir. Şair Mısırlı zengin askerlerden bahsediyor. O dönemlerde 17. yüzyılda bizim Mısır tarafında çok savaşımız oluyordu ve o savaşlarda Mısırlıların baskınlarına maruz kalıyordu bizimkiler. Yani siyahi askerler Osmanlı topraklarını basıyordu.

Kalp; bildiğiniz kalp, onun manevî adı gönüldür. Kalbin içerisinde küçük bir mercimek tanesi büyüklüğünde bir kan pıhtısı vardır. Bu kan pıhtısının adı, süveydadır. Süveyda; sevda demektir, kara demektir. Biz ona kara sevda deriz. Eski tıp ilmine göre; insan bedeninde dört sıvı türetilir. Bu dört sıvıya ahlak-ı erbaa denir. Bir tanesi tükürük, biri kan, biri safra, diğeri de sevdadır. İnsan bedeninde bu dördü dengeli bulunur.
Bu denge herhangi birinin lehine yahut aleyhine bozulduğunda ona ait organlarda hastalık başlar. Diyelim ki, safra dengeniz bozulursa mide rahatsızlıklarının arttığı bir döneme girer. Diyelim ki, hematoloji dediğimiz kan bilimleri, vücuttaki kan dengesinin değişmesiyle orantılıdır. Ve bu dengeyi oturtmak için bahar mevsiminde herkes kan aldırır. İki üç ayda bir kan vermek çok sağlıklıdır. Kan dengesini düzenliyor. Kan çoğalırsa safra azalıyor demektir. Birisinin azlığı diğerinin de çokluğunu beraberinde getiriyor. Tükürük dengesi bozulursa, kulak burun boğaz rahatsızlıkları başlar. Bütün bunlar bedene aittir, ilaçla tedavi edilir. Ama eğer sevda dengesi bozulursa, o zaman bedene yapacak bir şey yoktur. O zaman gönül veya zihin, yani soyut olanlar devreye girer. Psikiyatri ve psikoloji rahatsızlıkları başlar.

Süveyda birazcık kuruyacak olursa, o kuruluktan dolayı insanın bütün iştahı kapanır. Âşık olanların iştahının kapanması bu yüzdendir. Çünkü aşk düşüncesinin kalbe tesiri sevdayı kurutur, onun için bizde sevdayı kurutur sözü, sevda kurutur şeklinde yaşar. Yani sevdaya düşen kurur, erir, bir yaprak haline döner gibi bir mana taşır.

Kalp sahrasına sevda askerleri gelince aşkın derecesinin büyüklüğüne bakın, tamamen kurutacak. Çünkü her şey sevdanın etrafında döner. Kan dolaşımı onun etrafındadır, düşünce onun etrafındadır, ahlak onun etrafındadır, beslenmemiz bile sevdanın etrafındadır. Çünkü insan aklının bir yolculuğu yoktur, insan aklının en son yolculuğu kalbin bulunması ve gitmesi gereken yere kadardır. Yani aklımızla ne üretirsek üretelim gönlümüzün hâlihazırda bulunduğu yere kadar gelebilir. Onun için gönlümce deriz, gönlümce bir hayat, gönlümce bir evlilik, gönlümce bir tatil... Aklımca, midemce değil...
Gönlün de özü ve esası sevdadır. O zaman siz bu şairin aşkının büyüklüğüne bakın ki, sevda askerleri oraya hücum edecek. Her şeyin etrafında döndüğü şeydir sevda. Küçük pıhtıcıktır ama tecelli makamıdır. Allah’ın sevgisi de, peygamberin sevgisi de orada tecelli eder. Bütün tecelliler, duygular, oluşumlar sevdanın eşidir. Orada denge varsa akıl düzgün çalışır, beden düzgün çalışır. Mesela sadece safra eksikliği midenizi rahatsız eder, bedeninizin diğer tarafları çalışmaya devam eder. Ama sevda bütün bedeni etkiler, ruh halinizi, düşüncenizi etkiler. O, insanın özüdür, onun için kalp Allah’ın evi sayılırken bütün her şey o süveydaya yüklenmiştir, tasavvuf bunu çok önemser.

Gam sultanı gönül sahrasını istila edince, o sultana askerleriyle birlikte savaşacak silahlar lazım. Kirpikler ok, kaşlar yay, bakışlar birer hançerdir. Sadece bir sözüyle askerler yerlere dökülür.

Bir gün demez o şûh ki âyâ murâdı ne
Çokdan bu kûya Nâbî-i şeydâ gelir gider

Nâbî çoktandır sevgilinin mahallesine gidip geliyor. Ama sevgili onu görmezden geliyor. Şair, aklını yarı oynatmış, bu çılgının muradı ne diye sevgilinin sormasını umuyor. Sevgili aşk işinde ilerlesin, daha çok yol kat etsin diye onunla muhatap olmuyor. Sevgili bunu ona kötülük olsun diye yapmaz. Sevgili henüz aşk yolunun başında olan âşığına ilgi gösterirse ona iyilik yapmış olmaz, bilakis onun aşk işinde yarı yolda kalmasına sebep olur.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ, İ.PALA, O.SEVİM

 

İLGİLİ İÇERİK

NABİ - CEM'İN TAMAMA ERİP DEVRİ CAM KALMIŞDIR

NABİ HAYATI ve ESERLERİ

NABİ - BAĞ-I DEHRİN HEM HAZANIN HEM BAHARIN GÖRMÜŞÜZ

NABİ – BEYİTLER AÇIKLAMASI

HAYRABAD ÖZET BİLGİ - NABİ

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi