Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

NABİ - CEM'İN TAMAMA ERİP DEVRİ CAM KALMIŞDIR ADLI GAZELİNİN İNCELEMESİ

GAZEL

Cem'in tamâma erip devri cam kalmışdır
O camdan da bu meclisde nâm kalmışdır

Rüsûm-i lütf u kerem halk içinde mensidir
Fakat alıp verilir bir selâm kalmışdır

Rakîb sâye-i lutfunda oldu perverde
Anınçün ey gül-i ter böyle hâm kalmışdır

Cihân içinde murâdım ne ise verdi kazâ
Hemân bir almadığım intikâm kalmışdır

Ümîd kâtib-i takdirden müsâadedir
Cerîde-i emelim nâ-tamâm kalmışdır
                                              Nâbî

Bu şiir, Nâbînin yaşadığı çağın bir tercümanıdır. Bir edebî eser, bize kendi çağını anlatır. Edebî eserler neden önemlidir? Bir edebî eseri okuduğumuz zaman, onunla yazıldığı çağ arasında nasıl bir bağ kurmalıyız? Edebî eser, dönemine nasıl ayna olur? Edebî eser, kendi çağına nasıl ışık tutar? Yahut da edebî eserleri okuyarak geçmiş çağları öğrenmenin nimeti nedir? Nâbî’nin bu şiirinde kendi dönemi satır aralarında bize verilmiştir.
Şair, gazel yazacağı zaman; aşktan, kadından, tabiattan ve şaraptan elbette bahsedecek. Buna mecburdur. Şaraptan, aşktan bahsederken de kendi çağının gerçeklerini anlatabilmek için standart üslup ne ise buna uyacak. Çünkü divan şiirinin kuralları bellidir. Bütün bunları söylediği için de divan edebiyatını toplumdan uzak zannederler. Hâlbuki şair, bu kadar kuralların içerisinde bile kendisini, kendi içindeki gerçekleri, o çağa ait birtakım töre, gelenek, âdeti ortaya koymak zorundadır. Şahsîliği de oradadır.

Cem’in tamâma erip devri cam kalmışdır
O camdan da bu meclisde nâm kalmışdır

Cem’in devri geçti, artık Cem’in devri tamama erdi, kapandı. Ondan geriye bir kadeh kaldı. Cem’in devri kapanıp bugüne gelindiğinde, artık o camdan da bu mecliste nam kalmıştır. Adı kaldı, o da gitti, bizi terk etti gitti. Buradaki şikâyeti anlamak için önce Cem’in kim olduğuna bir bakmamız lazım.

İran, Pers İmparatorluğu’nun yeni adıdır. Pers İmparatorluğu da tarihi çok eskilere dayanan, neredeyse 20.000 yıla dayanan bir medeniyeti içinde taşır. Hiç komplekse kapılmadan söylemek lazımdır ki İran kültürü çok yüksek bir kültürdür. O kültürün yapı taşlarından bir tanesi de Firdevsî adlı şairdir. Firdevsî, İran şahlarının tarihini, kronolojik olarak anlatan Şehname diye bir kitap yazmıştır. Ama Firdevsî yazdığı kitapta o güne kadar dünya üzerindeki hangi coğrafyada bir kahraman yaşamış ise hep İranlı diye göstermiştir. Mesela Alp Er Tunga, bir İran kahramanıdır, bizim değildir, başka millete yakışmaz, Alp Er Tunga gibi biri ancak İranlı olabilir. Firdevsî yazdığı kitap ile bir millete ruh vermiştir, kimlik vermiştir.

Bu Şehname'de anlatılır ki Sasaniler döneminin Keyaniyan sülalesinin dördüncü hükümdarı olan Cem adaletli bir yönetime sahip hükümdardır. Bir gün sabah vakti adalet dağıtmak üzere tahtını kırlarda bir yere götürttü. Tahtını yüksekçe bir makama koydurdu. Tacını, kaftanını giydi. Üzerinde pırlantalar, elmaslar, yeşimler, zümrütler güneş doğduğu anda pırıl pırıl parlamaya başlayınca ondan etrafa ışık yayılmaya başladı. Artık yarı tanrı gibi bir şeydi. O anda, üzerinde güneş ışıkları kıvrılarak başka yöne gidiyordu. Ona o yüzden ışık sultanı, ışık şahı manasına Cemşid dediler. Cemşid, İran halkını takdis ederek sanatkârlar, askerler, çiftçiler ve bilginler diye gruplara ayırır ve buna göre işlem yapardı. Sonra güneşin hareketlerine bakarak ilk defa “Şemsî Takvim”i düzenletti. Bunu Şehname'de Firdevsî yazıyor. Gerçekte yaptı veya yapmadı, Cemşid yaptı diyor.
Bu Cemşid, bir şey daha yaptı. Bir gün maiyetiyle birlikte ava çıktı. Eskiden ava gitmek hem idman, hem kamp, hem de eğlenceydi. Arkadaşlarıyla ava gittiği bir gün gökte uçan kuş gördüler. Kuşun ayaklarına bir yılan sarılmıştı. Kuş uçmakta zorlanıyordu. Okçularına dedi ki: “Şu kuşa zarar vermeden yılanı öldürün.” Bir tanesi kemanını kurdu, yayı fırlattı. Yılan aşağı düştü, kuş uçmaya devam etti. Biraz sonra bunlar mola verdiler. Mola verdikleri yerde bir kuş geldi, etraflarında dolaşmaya başladı. Sonra gelip Cem’in omzuna kondu. Baktılar ki o kuş ayağını yılandan kurtardıkları kuştu. Kuş, Cem’in avucuna üç tohum bıraktı. O tohumları toprağa ektiler. Bir müddet sonra topraktan asma fidanı çıktı. Asma büyüyene kadar beklediler, yeşil yaprakları arasından önce koruk, sonra kızaran meyveler çıktı. Meyveleri tattılar, sonra meyveler çoğaldı. Çoğalınca suyunu da içmeye başladılar. Bu üzüm suyunu sıkıp kenara koymaya başladılar. Bir gün birisi üzümün suyunu sıktığı gün içmeyi unuttu. Üzüm suyu unuttuğu yerde köpürdü. Ekşi ekşi de kokmaya başladı. Dediler ki bu zehirli, sakın bundan içmeyin. Zehirli diye, gerektiğinde kullanmak amacıyla onu bir kenara koydular. Sonra bu zehirle mahkûmları öldürmeye karar verdiler. Sarayın mahzenine bir küp koydular. Küpün içine de şırayı, yani üzüm suyunu doldurdular ve köpüklenmeye bıraktılar. Günlerden bir gün cariyenin biri canına kıymak istedi. Hançer aramak yerine mahzene gitti, zehirli olduğunu düşündüğü küpe maşrapayı daldırdı ve zehirden içti. Nasılsa öleceğini düşünerek oradan çıktı, Cem’in huzuruna geldi. Bütün öfkesiyle Cem’e bağırmaya başladı. Cemşid neye uğradığını şaşırdı. Cariyesi kendisine veryansın ediyor. Sen ne biçim adamsın, diye başlayan cümlelerle içinde ne varsa döküyor. Cemşid, adamlarına: “Bunu hemen hapsedin” diye emretti. Adamlar cariyeyi hapsettiler. Kadıncağız, ertesi gün kendine gelince: “Dün o halin neydi?” diye sordular. Cariye: “Ne hali?” dedi.

Anladılar ki dünkü hal bilinçli bir hal değil. “Peki, dün ne yaptın, anlat” dediler. Cariye de yaptıklarını ve yaşadığı ruh halini anlattı. Bundan sonra Cemşid’in emriyle hapishaneden idamlık üç mahkûm getirdiler. Küpteki şıradan üç maşrapa da onlara içirdiler. Adamlar ömürlerinde ilk defa mahkûmiyetin tadını çıkarır gibi, özgürce eğlendiler, neşelendiler. Onlar da ayılıp kendilerine gelince, aynı şeyleri anlattılar. Oradakiler, o zaman anladılar ki; bu zehir falan değil, keyif veren bir şeydir.

O günden sonra ateşperestler; üzüm suyunu bekletip şarap diye içmeyi âdet haline getirdiler. İbadetlerinden bir bölüm saydılar. Ta ki Hıristiyanlığa gelip şarabın İsa’nın kanına dönmesine kadar. İşte, bu oradan çıktı. Derler ki şarabı Cem buldu. Doğu’nun geleneğinde böyle bir şey var. Cem ki, ihtişamlı bir hükümdardı. Cem ki, adalet dağıtırdı, Cem ki, her şeyi yerli yerinde yapmıştı. Ama o da bir devirdi, kapandı gitti.

Devir; dönmek; zaman, iki aralıkta sınırlandırılmış zaman; bir de bir şeyin nöbetleşe yapılması demektir. Senin devrin Kanunî devri, Yavuz devri mesela. Biri bu. İki, çarkın devri. Çark devrediyor, dönme dolap devamlı devreder. Öteki- o devir Mecnun devriydi, şimdi Leyla devri, yani o dönemde Mecnun yaşıyordu, çağdaş bir Mecnun gibi.
Cem’ın tamama erip devr-i cam kalmışdır” diyen şair 17.yüzyılın sonunda söylüyor bunu. Dolayısıyla burada şöyle bir mesaj var:

Ey efendiler, ağalar, beyler! Cem bile gitti, siz de ölümlüsünüz. Cem, iyi bir şey bırakmıştı. Kadeh dolayısıyla, yüzyıllar boyunca herkes onun adını hürmetle andı. Cem’in bir kadehi vardı. Kadehinde bir rivayete göre dört, başka bir rivayete göre de altı dilim vardı. Bu dört dilim dünyanın dört yönünü, altı dilim olunca üst ve altla, altı temel yönü ifade ederdi. O kadehin dilimleri arasına bakıldığında birinde doğuda olanlar, birinde batıda olanlar görülebilirdi. Tılsımlı bir kadehti bu. Zannederim şaraptan kinaye böyle uydurdular. Çünkü şarap içerken zihnin bulanması ve bilincin yitirilmesiyle batıda ve doğuda ne olduysa kendine uyduruyor. Dolayısıyla bir kadeh düşünüyorlar, tılsımlı bir kadeh ve bu kadehin içerisinde her yer seyredilebiliyor.

Cem, böyle bir şey bıraktığı halde devri kapandı. Hatta onun bıraktığı bile unutuldu. Yani siz de dünyaya bir şey bırakın, unutulmasın. Bir gün unutulsa bile ne kadar uzun süre unutulmazsa o kadar iyidir manasında. Çünkü şarap içenler, daha sonra şöyle bir âdet geliştirdiler: Şarabı içtikten sonra kadehin dibindeki son yudumu yere döküyorlardı ve şöyle diyorlardı; “Bu da Cem’in hakkı.” Cem’in ruhu şad olsun yani. Cem’in ruhu için içecek halleri yok da, işte bize bir cemile olsun diye Cem’in hakkını da Cem’e verelim, diyorlar. Adam toprakta bile içsin manası çıkabilecek şekilde...

Divan şairleri meclisten sık sık bahsederler. Mecliste insanlar yan yana oturdukları için kadeh ellerinde dolaşır, hiç durmadan ortada döner.
Bâkî’nin: “Müheyyâ oldu meclis sâkiyâ peymâneler dönsün” dediği işte odur.

Bu meclis dediği o çokluk, yani dünyanın bugünkü insanları. Şu anda bir meclis halindeyiz, değil mi? Bu mecliste de o kadehin sadece adı kalmıştır. Kadeh de gitmiş. Bu da şöyle bir şikâyettir. Bir zamanlar bu dünyada Cem gibi yaşayan sultanlar vardı ve Cem’in camı kadar zengin bir dünya kurulmuştu. Cem’ın kadehi gibi her şey yolundaydı, her şey güzeldi, düzgündü. Ama köprünün altından çok sular aktı, devran değişti. Dikkat edin, adının anılmadığı bir çağ da gelebilir. Adı bile unutuldu demiyor, sadece namı kalmıştır. Adı var, kendi yok artık.

Papirüsler bulunduğu zaman üzerinde şöyle bir cümle okumuşlar: Bu gençlerin gidişatı kötüye gidiyor, bunları bu kötü gidişattan kurtarmalı. Yani nesil çatışması, ta o zaman da varmış.

Nâbî de aynı şeyi söylüyor. Ama onun söylediği; biraz da sosyal patlamalarla ilgili, devletin durumu ile ilgili. Yani adamın kendi gerçeğine hayıflandığı yok. Devletin sancısını içinde hissediyor. Etrafına bakıyor, her şey bozulmuş. Düzensizlik koşar adım gidiyor. Ve bundan üzülüyor, gelecek nesilleri kötü gidişten kurtarmalı, diyor.

Rüsûm-i lütf u kerem halk içinde mensidir
Fakat alıp verilir bir selâm kalmışdır

Rüsûm; âdet, töre, kural haline gelmiş şey demek. Vergi anlamına da gelir.
Bağış, iltifat, insanlara yardım etmek, onlara lütufta ve keremde bulunmak halk arasında unutulup gitmiş. Halk arasında böyle bir şey yok. Halk, zaten eli boş. Kimin kime yardım yapabilecek durumu var ki...

Kendisi muhtac-ı himmet bir dede; nerde kaldı, gayriye himmet ede
Eskiler böyle derlerdi. Halk içinde unutulmuştur. Halk içinde lütuf ve keremi alan da veren de yok artık. Hani Cem’in devri kapandı, camın da adı kaldı ya...

Kerem ve lütuf âdeti ortadan kalktı, halk arasında böyle bir şey yok. Halk, keremin ve lütfün ne olduğunu artık bilmiyor. Fakat alınıp verilen bir selam kalmıştır. Bir selam var ki, hâlâ alınıp veriliyor. Eğer selam da alınıp verilmese, insanlar birbirleriyle hiçbir konuda alışveriş yapmayacaklar. Tek alışveriş konusu kalmış: Selam. Birisi selam verince öteki alıyor. Dikkat edin, selam da önce alınıp sonra verilen bir şey değildir. Önce verilen sonra alınan bir şey. O da önce alınan bir şey olsaydı, onu da bırakacaklardı. Çünkü herkesin tercihi almak konusunda... Hani adamın biri denize düşmüş de, tut elimi, yok; ver elini, yok; al elimi, o zaman elini tutmuş ya...

1690’larda bu şiirin yazıldığını farz edelim, 1540-50’lerde Fuzûlî Bağdat’ta Halep’in hemen burnunun dibinde. O zamanlar bu iki şehir de bizimdi. Halep’in hemen üst tarafında Bağdat’ta, Fuzûlî diyordu ki;

“Selam verdim rüşvet değildir deyü almadılar, hüküm gösterdim faidesizdir deyü mültefit olmadılar.”

Delil göstermiş, hükmünü göstermiş, demişler ki; gerek yok resmî yazı, senet... Geç bunları. Kâtipleri razı etmişiz, ondan da korkumuz yoktur.

Halep’te bu şair diyor ki, alınıp verilen, bir selam kalmıştır. Fuzûlî ise, daha Kanuni gibi bir hükümdarın çağında, Selam verdim rüşvet değildir deyü almadılar diyor.

Zirvede beklemek yoktur, rehavet gelir ve hemen çözülme başlar. Kanunî döneminde zirveye çıkarsınız ama hâzineniz de boşalmaya başlar.

Rakîb sâye-i lutfunda oldu perverde
Anınçürı ey gül-i ter böyle hâm kalmışdır

Divan şiirinde bir sevgili vardır ve o sevgilinin yanında yüzlerce âşık vardır. Bu âşıklarının hepsi birbirleriyle rekabet halindedir. Bunu şöyle düşünün. Bir sultan vardır, o sultanın yüzlerce kulu vardır. Bütün kullarının hepsi sultana yakın olmak, sultana yaklaşmak, sultana ulaşmak ister. Âşıkların hepsi sevgiliye, gönül sultanına doğru yönelir. Fakat erişebilen, birbirleriyle yarışabilen, öteki ne kadar fedakârlık yapıyor, beriki ne kadar fedakârlık yapıyor iddiasıyla, acaba hangi âşık sevgili için en büyük fedakârlığı yapacak konuma gelir. Bütün âşıklar arasında aşk işinde bir yarış vardır. Bunu ister İlahî, ister tasavvufî ve mecazi boyutta, isterseniz beşerî boyutta düşünün. Bir kızı seven iki delikanlı varsa, kız kendisi için en çok fedakârlıkta bulunanı daha cazip bulacaktır. Bir mürşit için, bütün müritler hep beraber yola çıktığı zaman, müritler şöyle düşünecektir: Ben diğerlerinden daha çok gayret göstereyim ki, onun kutlu nazarına muhatap olayım. Taptuk Emre’yi düşünün, bütün dervişlere ne demişti; gidin dağdan bana çiçek toplayıp gelin. Hepsi kucak kucak çiçek toplayıp yarışmışlardı değil mi? Bir tek Yunus çiçeksiz gelmişti. Ama diğerlerinin hepsi dervişti. Nefislerini öldürmüş adamlardı. Ama buna rağmen nefislerini öldürmüş adamlar bile, birbirleriyle yarışıyorlardı.

İnsanda bu yarış tabiidir. Bundan kurtulamazsınız, onu nefsinizle yaparsanız adına kıskançlık denir. Onu eğer gönlünüzle yaparsanız, adına gıpta denir. Gıpta etmek, övülen bir şeydir. Ama kıskanmak yerilen bir şeydir. Ama yarış hali hep vardır. Âşıkların da sevgiliye ulaşmak için yarışmaları çok tabiidir.

Allah bütün kullarına der ki, bana yaklaşın. En yakın olan hangisi olur, gecenin bir vakti hepimiz horul horul uyurken, uyanık olan olur. Gözyaşı döken olur.

Rakip; âşıklar içerisinde, âşıkların her birinin yekdiğerine durumudur. O şurada kalsın da ben gideyim diye ayaklarının altına muz kabukları koyarlar. Ben varayım diye ötekini yoldan çıkarırlar. Bir de iş tamamen sevgiye ve aşka dönüşünce temelli acımasız olur. Bütün bu acımasızlık içerisinde bir de, sevgilinin bunlara karşı tutumu vardır. Bunu anlamak, bugünün dünyasında zordur. Sevgili en fazla değer verdiği âşığa en acımasızca davranır. Sebebi şu, ona öyle davrandıkça, onun kendisi için neler feda edebileceğini görür. Fedakârlıkta hangi sınırı zorlayacak, nereyi bertaraf edecek, diye ona bakar. Onun için, onu görmezden gelir. Bu şuna benzer: Dua ettikçe dualarınızın kabul olmadığını görüp daha fazla dua edesiniz gelir. Bir şeyi size yasaklarlarsa, yasaklanan şeyi daha fazla istersiniz. Öyle değil mi?

Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevisinde bir hikâye vardır: Karaman sokaklarında bir adam, koltuğunun altına bir somun sıkıştırmış, saklayarak yürüyor. Karaman’da somun sokaklara atılmış, herkesin evinde fırın var. Son üretimlerini bile yapmışlar. Herkesin evinde tazesi, bayatı, çöreklisi, burçaklısı var. Köpekler bile yemiyor. Ama bir tanesi koltuğunun altına somun saklıyor ve yürüyor. Ona diyorlar ki, ne var o koltuğunun altında? Somun, diyor. Göster diyorlar. Yok, canım niye göstereyim. Devam ediyor, bütün Karaman halkı peşine takılıyor. Değil mi ki yasakladınız, ona düşecektir. Değil mi ki sevgili size hayır, dedi. Onun üstüne düşeceksiniz.

Böylece sevgili âşığının kaç kırat âşık olduğunu deneyecek, kaç gömlek adamdır onu öğrenecek. Eğer bunu denemezse tam âşık olamaz. Hasret çekmezse, ayrılık acısı yoksa aşkı büyüyemez. Aşkın gıdası ayrılıktır. Ayrılık olmadan aşk yoktur.

İbrahim Ethem, Belh sultanıyken tacı tahtı bırakmıştı. Ülkesi çok güzel bir ülke idi. Bir gün bir şeyler oldu ve dedi ki; dünya sultanlığını istemiyorum. Bana manevî sultanlık lazım ve tacını tahtını değiştirdi. Bir lokma, bir hırka... Bir mürşide kapılandı, mürşit dedi ki; git, sefer et. O da sefere çıktı. Ne zaman geleyim? Olduğun zaman gel. Yıllar sürdü sefer, olduğuna hükmetti ve dedi ki; gideyim artık mürşidime, kapısına varayım, eşiğine baş koyayım. Mürşit, İbrahim Ethem’in şehre geldiğini duydu. Diğer müritleri dediler ki; İbrahim Ethem şehre geliyormuş. Dervişlerine dedi ki; gidin bütün şehrin kapılarım kapatın, onu içeri sokmayın, kovun gitsin. İbrahim Ethem Efendi geldi. Kapıya geldi. Oradaki derviş arkadaşları ona dediler ki, git bu kapıdan seni biz içeri almayız. O, niye git, diyorsunuz. Git kardeşim işte, sebep sorma. Dedi ki, öteki kapıya gideyim. Öteki kapıya vardı. Orada tartakladılar. Seni öteki kapıdan almadılarsa biz niye alalım? Def ol git buradan, dediler. Bir şey demedi. Öteki kapıya gitti. Öteki kapıya vardığında küfrettiler, sen ne arlanmaz utanmaz adamsın, def ol git buralardan, adını duymak istemiyoruz, seni görmek istemiyor kimse bu şehirde, dediler. İçinden hepsi benim arkadaşım, benim dostlarım. Niye böyle davranıyorlar acaba? Son kapıya geldiğinde dedi ki, bu son kapı, artık girmem lazım. Ama son kapıya geldiğinde tedbirler de şiddetlenmeye başladı. Önce bir tanesi bir yumruk vurdu gözüne. Sendeledi, bir şey demedi. İçinden şöyle kurdu, dedi ki; pasif direniş. Onlar ne derlerse desinler, ben gideyim. Onlar yumrukladıkça bu bir adım ilerledi, onlar dövdüler bir adım ilerledi. Yere çaldılar, süründü bir karış daha gitti. Onlar ne yaparsa yapsınlar, ilerlemeye devam ediyordu. Bir an geldi, bir tanesi topuğuna bir tekme vurdu. Topuğunun eti açılıp kemiği dışarı çıktı. Canı çok yandı ve dedi ki; ben de sizin gibi bir derviş değil miyim? Neden bana bu eziyeti yapıyorsunuz, yoksa siz beni hâlâ Belh şehrinin sultanı mı sanıyorsunuz? Bizimkiler gittiler dediler ki; efendim İbrahim Ethem geliyor, mani olamadık. Ve dediler ki, topuğu yarıldı, artık sinirleri dışarıda ama geliyor. Bize beni hâlâ Belh şehrinin sultanı mı zannediyorsunuz, onun için mi bana mani oluyorsunuz, dedi. Mürşit dedi ki; bakın görüyorsunuz, hâlâ bir zamanlar ne olduğunu hatırlıyor. Onu içinden atamamış. Hâlâ sultan olduğunu hatırlıyor.

Bir âşık sevgiliye böyle gider. Onun için bu yolda rakiplerine etmediğini bırakmaz, işte rakip budur. O rakipler de bunu niçin yapar, onlar da sevgili adına yapar.

Ey sevgili, rakibe hiç eziyet etmedin. Hep onun sırtını sıvazlandın, yedirdin, içirdin, gülümsedin, söyleştin, onunla zaman geçirdin. O da besili koyun gibi beslendi de beslendi. Senin lütfunun altında rakip beslendi, büyüdü, yetişti. Kim bilir içinde neler var Nâbî’nin. Hangi rakiplerden bahsediyor. 17. yüzyıla geri dönün şimdi. Çorlulu Ali Paşa iktidara geldiği zaman Nâbî’nin Halep’te oturduğu evini elinden almak ilk icraatlarından biridir. Çünkü vaktiyle Çorlulu Ali Paşa aleyhine Musahip Mustafa Paşa'nın yanında, galiba Mehmed Rami Paşa'yı korumuştu. Onu kin olarak sakladı içinde ve evini elinden aldı. O gün evi elinden alınınca, Nâbî bir şiir yazdı ve şöyle dedi:

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem baharın görmüşüz
Biz neşatın da gamın da rüzgârın görmüşüz

Ey taze gülfidanı; işte o yüzden, senin lütfunla beslene beslene ham kaldı. Çile çekmedi, hayatın ne demek olduğunu anlamadı. Yontulmamış kaldı, ruhu incelmedi. Çünkü ıstıraplar insanları daha süzer, damıtır, imbikten geçirir. O zaman hüzünlü bir kalp taşımaya başlarsınız ve başkasını daha iyi anlarsınız. Hiç hastalık görmeyen, hastanın halinden ne anlayacak, hiç yokluk çekmeyen yokun halinden ne anlar ki...
Ey taze gülfidanı diyerek sevgilisine iltifat ediyor. Sen öyle bir gülfidanısın ki, senin gölgende rakip büyür. Kim gülün gölgesinde büyür, diken. Rakibe diken diyor, görüyor musunuz?

Şu rakibe bir kere daha vuralım mı? Bakın şimdi, rakip kelimesini iyi anlamak için Ahmet Atilla Şentürk’ün Osmanlı Şiiri Antolojisi adlı kitabını okumanızı tavsiye ederim. Rakibin kim olduğunu oradan anlayabilirsiniz.
Fi tarihinde adını saklayan bir şair, şöyle bir beyit söylemiş, beyit şu:

Geldi musallaya na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz.
Huzûr-ı kalb ile kıldım ömrümde bir namaz.

Nemime; dedikodu yapan, arabozan demek. Naaş; ölen kişilerin cesedine denir. Falanca kişinin naaşı getirildi.
Arabozucu, düzenbaz, dedikoducu rakibin naaşı musalla taşına geldi. Ömrümde ilk defa kalp huzuru ile namaz kıldım.
Zavallı âşık rakip yüzünden namaza bile duramıyormuş, namazı fasit oluyormuş. Şimdi ben burada namaz kılarken acaba rakip sevgiliye yaklaşıyor mu, diye daima endişeli olduğunu belirtiyor.

Cihan içinde muradım ne ise verdi kaza
Hemân bir almadığım intikam kalmışdır

Şu dünya içinde kaza bana muradım neyse verdi. Almadığım bir tek şey kaldı, bütün muratlarımı aldım. Bir tek intikam almadım. Yani hiçbir şey alamamış zavallı. Her şeyden mahrum kalmış, intikam bile alamamış.

16. yüzyılın sonundayız. Kaza; kader olarak alnımıza yazılmış olan yazının tecelli bulmasına denir. Kaza, birdenbire olan şeydir. Kaza önceden beklenilen bir şey değildir. Onun için adına kaza denir, trafik kazası işte, şirket bir kazaya uğradı. Şirket kazaya uğradıysa, bu beklenen bir şey değildir. O gelir, sizi bulur. Bu, kaderin vuku bulmasıdır. Kader henüz vuku bulmayan kazadır. Kaza kaderin vuku bulmuş halidir.

Buradaki kazadan murat; ezel bezminde canlar yaratılıp da, hepimiz orada bir araya toplanıp da: “Elestü birabbiküm?” sorusuna muhatap olduğumuzda; “kalubela” hitabını biz söylediğimizde, evet sen bizim Rabbimizsin dedikten sonra, Allah kaleme yaz dedi ve kalem levhaya kaderlerimizi yazdı. Hepimize zaman zaman, dilim dilim, devir devir, çağ çağ; zaman biçildi önce. Sonra hepimize bu çağlarda coğrafyalar biçildi. Sonra rızıklar, ardından da sevgiler biçildi. Sonra bütün bu dünyada yapacak olduğumuz her şey o kalemle oraya yazıldı. O zaman yine böyle beraberdik.

Şimdi almadığım bir intikam kaldı, onu bile alamadım. Müsaade et intikam alayım. Peki, intikam alınacak zamanlarda mı yaşamış, evet, ilginç zamanlarda yaşamış. İntikam bile alınmayan, aldırılmadığı zamanlarda yaşamış.
Şeyh Galib in bir beyti var buna benzer:

O zaman ki bezm-i canda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pare pâre kalmıştır

O zaman ezel bezminde dünyadan kâm alma kumaşı bölüşülüyordu. Rızıklar, coğrafyalar, zamanlar verilmişti. Sıra dünyadan kâm almaya gelmişti ve dünyada kâm isimli bir kumaş vardı, o kumaşta desenler vardı, güller vardı, laleler, dikenler, kaktüsler... O desenler ve o kumaşlardan paylaştırıp diyorlardı ki, sana şu kadar, seninkinin üstünde şu desenler, benimkinin üstünde şu renkler, ötekinde bu güzellikler olacak.

Bize; muhabbet, sevgi hissesi olarak, terzinin makas artığı olur ya, hani kumaş paylaştırılırken herkese al sana üç top, sana sekiz parça, sana üç metre paylaştırıldı, bize de dediler ki, terzi kâm alma kumaşının tam gönül yerinden kesiyordu. Altta da gönül desenli kumaş kırıntıları birikmişti, makas artığı derler ona. Ondan bir parça verdiler, al bu da senin olsun.

Yani başka ne söylenir bu sözün üstüne. Bana yüz parça olmuş gönülden her gün bir parça düştü. Dediler ki, yüz parçalık bir gönül verdik sana. Her gün bir parçası senin sevgi rızkın. Sevgi konusunda rızkın bu. Her gün bir tanesini ye, yut, eğlen, gül oyna. Ertesi gün bir parça daha. Sonra bitti. Gönlünü, yüz parçaya böl. Görüyor musunuz, paramparça olmuş gönül işte o. Ama imtihan böyle bir şey, onunla olacak. Diğerleri ne güzel desenli kumaşlar almış. Bir eli yağda, bir eli balda. Masal gibi yaşıyor.

Umîd kâtib-i takdirden müsâadedir
Cerîde-i emelim nâ-taınâm kalmışdır

Ümîd, yani ümidim şudur ki, kader kâtibi, o kaderi elinde tutan, yazan kâtip. Allah’ın iradesi yani. Ondan müsaade istiyorum, ümidim bu. Kader kâtibi bana birazcık müsaade etsin.
Ceride-i mevkute; arka arkaya çıkarılan şey demek. Gazete, günlük çıkarılan şey. Ceride, devamlı olarak birbiri arkasına sıralanmış akan şey. Buna biz bugün periyodik diyoruz. Aylık dergi, haftalık mecmua, günlük gazete vs. Bunların hepsine ceride denir. Burada diyor ki:

Emelimin ceridesini daha tamamlayamadım. Henüz orada çıkaracak çok sayı var, daha yazacak çok hikâye var. Emel denilen gazete öyle bir gazete ki, her gün yayımlasan, her gün yeni bir gazete daha yazarsın ve hiçbir haber bir diğerine benzemez. Emel gazetesi böyle bir şeydir. Bugün bir gazete çıkarırsınız, yirmi dört sayfa, yarın bakarsınız, yirmi dört sayfa çok oldu galiba, insanlar bunu okuyamaz falan demezsiniz. Bugün otuz altı sayfa çıkarayım dersiniz. Emelin sonu var mı? Dünyadan evet ben işimi bitirdim, artık gideyim diyen olmuş mu? Bütün mezarlarda yatanlar, ya daha yapacak ne çok işim vardı benim, diye gittiler. Emel ceridem na-tamam kaldı. Onun için şu takdir kalemi bana birazcık müsaade etsin, şunu birazcık tamamlayayım. Hani şöyle, Hz. Nuh’a 950 yıl ömür verdiler, benim neyim var, bana niye vermiyorlar falan. Şöyle üç bin yıl yaşasam.

İşin garibi ne biliyor musunuz, bu dünya bizim emel ceridemizin çıkartıldığı günlük bir gazetedir. Göz yumup açıncaya kadar bitiyor. Ve bir nüshalık ceride için geliyoruz buraya. Şimdi dünya yaratılalı bu yana düşünün her çağ bir nüsha, öyle görünüyor bir an, gazete koleksiyonunu böyle görün. Bütün bu çağ, benim ömrüm orada bir tek nüsha. 0 nüshanın içerisinde benim hikâyem yer alacak, hepsi bu. Ve bu ceride her gün çıkacak. Her çağda çıkacak, hiç durmadan devam edecek. O kadar milyonlarca yıl içerisinde gitmeye geldiğimiz bu dünyadan neden gidemiyoruz acaba? “Ben buradan gitmeye geldim, benim burada kararım yok” diyen Yunus Emre ne müthiş bir adam.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ, İ.PALA, O.SEVİM

 

İLGİLİ İÇERİK

NABİ HAYATI ve ESERLERİ

NABİ – BİR DEVLET İÇÜN ÇERHE TEMENNADAN...

NABİ –BİR DEVLET İÇÜN ÇERHE TEMENNADAN USANDIK

NABİ – BEYİTLER AÇIKLAMASI

HAYRİYYE ÖZET BİLGİ - NABİ

HAYRABAD ÖZET BİLGİ - NABİ

 

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi