Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

ŞEYH GALİP – YEK NAZRADA KILDIN EY YÜZÜ GÜL

MUHAMMES 

1. Yek nazrada kıldın ey yüzü gül
Ayînemi âftâbe-i mül
Geçti bana neş'e-i tegafül
Hem eyle hem eyleme tenezzül
Dil hânesi câ-yi işretindir

2. Bir şu'lesi var ki şem'-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsmânın
Bu sîne-i berk-âşiyânın
Sînâ dahi görmemiş nişânın
Efrûhte-i inâyetindir

3. Şehbâl-i dil oldu evc-pervâz
Kim sayd-i hümâya eyleyüp nâz
Zülfünde de olmaz âşiyan sâz
Affeyle ki ey şeh-i felek-tâz
Perverde-i dest-i himmetindir.

4. Bir âleme olmuşum ki vâsıl
Şebnemleri mihr ile mukâbil
Yok, pertev-i mihre anda hâil
Nezdîk ü baîdi özge menzil
Kim firkatin ayn-i vuslatındır

5. Açıldı der-i harîm-i ma'nâ
Bir sûret olur hezâr da'vâ
Esrâr-i hafâ hep oldu peydâ
Bildim ki bu cümle şûr ü gavgâ
Gavgâyı sever bir âfetindir

6. Ey arş-kemâl ü meh-sitâre
Olmak nola düşmen-i nezâre
Galib sana oldu pâre pâre
Bir hâne-harâb imiş ne çâre
Dâm-i reh-i mihr-i tal'atindir

Vezni: Mefûlü Mefâilün Fâûilün
          - - . / . - . - / . - -


Günümüz Türkçesi
1. Ey gül yüzlü! Bir bakışta gönlümü şarap kabına döndürdün. Sendeki kayıtsızlık neşesi bana da geçti. Artık gerek tenezzül et, gerek etme; gönül evi senin işret edeceğin yerdir.
2. Can mumunun öyle bir alevi var ki göğün fanusuna, fenerine sığmaz! Bu, yıldırım yuvası olan bağrımın, Sina dağı eserini bile görmemiştir ve ondaki ateş senin lûtfunla tutuşmuştur.
3. Gönül doğanı, öyle yükseklerde uçmağa başladı ki, hüma avına bile nazlanıp zülfünde de yuva kurmaz oldu Ey felek gidişli sultanım! (Sevgilim!) hoş gör; çünkü o, senin himmet elinin yetiştirmesidir.
4. Öyle bir âleme vardım ki onun çiy taneleri güneş gibidir; orada güneşin ışığına hiçbir engel yoktur; uzağı ve yakını başka bir konaktır ki orada senden ayrı olmak seninle beraber olmakla birdir.
5. Manevî yakınlık ülkesinin kapısı açıldı ve bin bir dava ve mesele bir şekle girdi; (kesretler vahdet oldu); gizlilik sıraları hep meydana çıktı. Anladım ki, bütün bu gürültü ve karışıklık bu hali seven bir afetin eseridir.
6. Ey kemali arş gibi yüce ve ay talihli sevgili! Sana bakmama düşman olmak niçin? Ne yapalım, Galip o kadar zavallı ve akılsız bir âşıkmış ki, (aynaya benzeyen kalbini) paraça parça edip geçeceğin yollara tuzak gibi serpmiş de, güneşe benzeyen yüzünün ışığını avlama sevdasına düşmüş!

İzahlar:
1. Âftâbe-i mül : (f. is. t.) Şarap kabı. Âftâbe; büyük su kabı, kova demektir.
Neş'e-i tegafül : (f. is. t.) Tegafül neşesi; kayıtsızlik, bilmezlikten gelme keyfi.
Câ-yi işret : (f. is. t.) İşret yeri; içki içileceky er. Kıt'anın ikinci mısraındaki âyîne kelimesi, mecaz olarak, kalp, gönül manasında kullanılmıştır.
Sevgilinin, bir bakışıyla şairin gönlünü şarap kadehine döndürmesi, onu bir kaptaki şarap gibi ışıl ışıl yanar ve bu duruşu ile türlü şarhoşlukların mayasını taşır bir hale getirmesi demektir. Nitekim üçüncü mısrada da şarabın eseri olan neş'e kelimesine rasgeliniyor. Sevgilideki tegâfül neş'esi, kendisini sevenin elemini bilmez görünmekten, aldırmazlıktan, vefasızlıktan ileri gelmektedir. Şair de, onun bir bakışıyla her şeyi unutuyor. Onun gibi kayıtsızlanıp neşeleniyor ve bu, coşkunlukla dolu gönlünü bir meyhaneye benzeterek sevgiliyi de orada neşesini arttırmağa, tazelemeğe davet ediyor.
İkinci mısradaki âftâbe kelimesinin âf hecesini, vezinde bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak tarzda uzatarak okumak lâzımdır.

2. Şem'-i cân : (f. is. t.) Can mumu.
Berk-âşiyân : (f. St.) Yuvası şimşek olan.
Sine-i berk-âşiyân : (f. s. t.) Şimşek yuvası olan göğüs, gönül
Efrûhte-i inâyet: (f. s. t.) İnayetin efrûhtesi; lütuf ve inayetle tutuşmuş olan. Efrûhte sıfatı, işim gibi kullanılmıştır.

Bu kıt'a Şeyh Galib’in, ruh kudret ve enginliğini en muvaffakıyetli bir tarzda ifade eden mısralarını ihtiva etmektedir. Bir muma benzetilen canın şulesi, onun aşk ve ilham ile vukua gelen atılışları, yükselişleridir ki bunun, bir fanusa benzetilen gök kubbesine sığmayacak kadar geniş ve büyük olduğu anlatılıyor. Şair, şimşekler yuvası olan bağrındaki ateşin eserini Tûru Sînâ'nın bile görmediğini kaydettikten sonra, göğsündeki o ateşin, yani aşkın sevgilisi tarafından tutuşturulmuş olduğunu söylüyor.
Tûrû Sînâ, Allahın Hazreti Musa’ya bir nur halinde göründüğü ve hitap ettiği dağdır. Bu görünme öyle azametli olmuş ki Musa kendinden geçtiği gibi dağ da ortasından çatlamış.
Bu kıt'ada âsmân kelimesinin âs hecesiyle berk-âşiyân sıfat takımındaki berk kelimesini ve efrûhte kelimesinin rûh hecesini, vezinde birer kapalı ve birer açık hece karşılığı olacak tarzda okumalıdır.

3. Şehbâz-i dil : (f. is. t.) Gönül doğanı.
Evc-pervâz : (f. St.) Yüksekte uçan.
Sayd-i hümâ : (f. is. t.) Hümâ avı.
Aşiyân-sâz : (f. St. t.) Yuva yapan.
Felek-tâz : (f. St.) Felek gidişli; felek gibi hızlı giden
Dest-i himmet : (f. is .t) Himmet eli.
Perverde-i dest-i himmet : (Zincirleme f. is. t.) Himmet elinin yetiştirmesi. Bu kıt'ada, şair gönlünü-devlet kuşu da denilen-hümayı bile avlamağa nazlanan mağrur bir doğana benzetiyor. Doğan, avcılar tarafından alıştırılıp beslenen ve diğer kuşları avlamakta, kullanılan yırtıcı bir kuştur. Avcılar doğanlarını ellerinde taşırlar ve av görünce salıverirler. Şeyh Galip de, bundan dolayı, doğana benzettiği gönlünü ve sevgilisinin elinde yetişmiş sayıyor. O doğanın, sevgilinin saçında bile yuva yapmak istemeyişinin sebebi, bu lûtfun uyandırdığı gururdur.
Bu kıt'ada evc-pervâz sıfat takımındaki evc kelimesini, vezinde bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak surette okumak lâzımdır.

4. Pertev-i mihr : (f. is. t) Güneşin ışığı, parlaklığı.
Ayn-i vuslat : (E is. t.) Kavuşmanın aynı, tıpkısı.
Bil kıt'ada, şairin vâsıl olduğunu söylediği âlem, ruh erginliğinin en son mertebesidir. Bu ulvî âlem, bizim tanıdığımız bu gerçek âleme benzemez ve ondan dolayıdır ki orasının yakınlık ve uzaklık mefhumları bizim bildiklerimize uymaz. Orada beraberlik ve ayrılık birbirinden farklı değildir; ulvî bir aşkın haz ve vecdi içinde yaşayanlar, sevdiklerinden mâddeten ayrı bulunsalar bile ruhları sevgili ile vuslat halindedir.
Bu kıt'anın birinci mısraının sonundaki vâsıl kelimesiyle ikinci, üçüncü ve dördüncü mısralarının sonlarındaki mukâbil hâil ve menzil kelimeleri kafiyece yekdiğerine uymaz gibi görünmektedirler. Fakat bu dört kelimenin hecelerinin yapılış tarzları bakımından Arap imlâsıyla yazılışları biribirine benzediği için kafiye yapılışlarında da, eski yazıya ve telâkkiye göre, kusur yoktur. Ayni hususiyet, bu kıt'anın son mısraındaki vuslatındır kelimesiyle diğer kıt'aların son mısralarının kafiyelerinde de görülüyor.

5. Harîm-i ma'nâ : (f. is. t.) Mana harimi. Harim, herkesçe girilmesi yasak olan yer, mukaddes bucak demek olduğu gibi, ma'nâ kelimesi de maddenin karşılığı olan manevîlîk mefhumunu ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Esrâr-i hafi : (f. s. t) Gizli sırlar. Bu terkibin sıfatıyla ismi, dişilik ve erkeklik itibarıyla birbirine uymadığı için, terkip gramerce yanlış sayılır; doğrusu esrâr-i hafiyye olmak lâzımgelir. Ancak, mükemmel Arapça bilen şeyh Galib'in böyle bir hatâya düşmesi imkânsızdır. Mümkündür ki terkip, aslında "esrâr-ı hafâ" şeklinde iken, müstensihler elinde "esrâr-i hafi" şeklini almış olsun
Panteizmin geniş ilhamlarıyla yazılmış olan bu kıt'a ile de Şeyh Galip, kâinattaki bütün tecellilerin, yani görünüşlerin. Allah’ın tek varlığının ve güzelliğinın aksinden ibaret olduğunu, bunun için, her davanın, her ayrı görünen ve zannedilen varlığın Allah’ın tek varlığına döndüğünü söylüyor.
Gargayı seven âfet, Allah’tır; o, varlığını ve güzeliğini meydana koymak için kâinatı yaratmıştır. Onun varlığı ve güzelliği bir prizmadan geçen ışık gibi kâinata renk renk aksetmiştir. Dördüncü mısradaki şûr (karışıklık) veya gavgâ (gürültü, patırtı), kâinattaki bu rengâ-renk akisler, türlü türlü tecellilerdir.
Bu kıt'anın ikinci mısraındaki hezâr kelimesinin zâr hecesini, vezinde bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak tarzda uzatarak okumak lâzımdır.

6. Arş-kemâl : (f. St.) Arş kemali; kemali arş kadar yüksek olan. kemâl; olgunluk, noksansızlık, ululuk demektir; arş da göğün en son katıdır. Şeyh Galip, sevgilisine hitap yollu ve onu tarif etmek üzere kullandığı bu arş-kemal tabiriyle, onun her bakımdan enginliğin ve üstünlüğün son mertebesine çıkmış olduğunu anlatıyor.
Meh-sitâre : (f. St.) Ay talihli; talihinin yıldızı ay gibi parlak olan. Eskiden, talihin yıldızlarla alâkadar olduğu ve yıldızlara göre tayin edildiği malûmdur. Ay; parlak, uğurlu bir istikbale, bahta delâlet eder. Bundan dolayı şair de, arş kemalli olan sevgilisine bu meh-sitâre sıfatım da veriyor.
Hâne-harâb : (f. St.) Evi yıkılmış; evsiz barksız kalmış; hali perişan olmuş.
Mihr-i ta’lat : (f. is. t.) Güzellik güneşi. Tarat; yüz, yüz güzelliği manasına olup bu kelimeye mihrin tamlanan yapılışı, yüzün, yüzdeki güzelliğin güneşe benzetildiğini bildirir.
Reh-i mihr-i tal’at : (Zincirleme is.t.) Güzellik güneşinin yolu.
Dâm-i reh-i mihr-i ta'lat: (Zincirleme üçüzlü f. is. t.) Güzellik güneşinin yolunun tuzağı. şairin kendisini sevgilisinin yüzündeki güzellik yolunda kurulmuş bir tuzak sayması ve sonra, parça parça olduğunu, haneharaplığını söylemesi, mutasavvıfarın telakkilerine göre, cismin, güzelliğin hakikî tecellisine engel olmasından dolayıdır.
Şeyh Galib’in manzumelerinde, iç ilhamının en derin ve karanlık intibaları aksetmektedir. Bundan dolayı, bu manzumelerinde, iç ilhamının en derin ve karanlık intibaları aksetmektedir. Bundan dolayı, bu manzumelerin manasına ve zevkine varmak için şairin yaşadığı iç âlemin sırlarını sezmeğe çalışmak ve bir de tasavvufun esasları ile telâkkilerini bilmek lâzımdır.
Galip Dedenin şiirleri, şarka ait fikir tekâmülünün ve ruh derinliğinin en güzel numuneleridir.

İZAHLI DİVAN ŞİİR ANT. N.H.ONAN

SON EKLENENLER

Üye Girişi