Kullanıcı Oyu: 4 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değil
 

RASİH - SÜZME ÇEŞMİN GELMESÜN MÜJGAN MÜJGAN ÜSTÜNE-2

RÂSİH
Yahya Kemal’in bir beyti var, diyor ki:

Bir tek gazel bıraksa yeter bir gazel-serâ
Her beyti olmalı ancak beytü’l-gazel gibi
Bir gazel ustası dünyada kendisinden arkaya bir gazel bıraksa yeter. Ama öyle bir gazel olmalı ki o gazelin her beyti beytü’l-gazel olmalı.
Salim 1722 yılında yazdığı tezkirede Râsih’ten şöyle bahsediyor. “Livâ-yı sühanda (söz sandığında) dahi bir mîr-i kelâm nazük-tabiat pür-marifet (şiir konusunda çok marifetli, çok ince söyleyişleri olan ve kelâmın da efendisi). Elsine-i nâsta (halk arasında) şöhret-şiâr olan bir gazel-i pür-iştihâr” diyerek “üstüne” redifli gazelinden bahsediyor. “Ol merd-i nâmdârun cümle-i güftârındandur” diye de bu gazeli örnek veriyor. Balıkesirli Râsih’in divançesinde yüz kadar şiiri var ve bu divançe-si geçtiğimiz yıllarda da Latin harfleriyle yayımlandı, ama diğer şiirlerinin tamamı unutulmuş durumdadır. “Üstüne” redifli bu gazel Râsih’in adını tam da Yahya Kemal’in dediği gibi gök kubbenin altında yüzyıllardır andırıp durmaktadır. Bütün şiir seçkilerinde yer alıyor. Mesela Fuzûlî'nin şiirlerine baktığınız zaman diyelim ki bin beş yüz gazel içerisinde üç yüz elli tanesi mest olarak okuyacağımız şiirdir. Diğerlerinin benzerlerini başkalarında da görebilirsiniz. Ama böyle bir şiir Fuzûlî’de dahi çok az bulunur. Okuyacağımız şiir akıcılığında, üslûbunda, güzelliğinde bir şiir Fuzûlî divanında bile on tane ya vardır ya yoktur. Râsih’in bu şiiri yazdığı an nasıl bir an idi ki, onu normal şairlik gücünün üstüne sıçratmış, o da sanki kendisinden beklenmeyecek bir performans ve bir mucizevî eda göstermiş ve o eda ile bir şiir söylemiş. Çünkü diğer şiirlerini okuduğunuzda aynı zevki, aynı lezzeti almıyorsunuz. Bu da insanların ruh hallerinin özellikle sanatkâr ruhlarda şiire yansıdığı an, hakikaten kendilerini şiire verdiklerinde çok daha farklı bir şiir yazabildiklerini gösteriyor. Mimar Sinan’ın pek çok eseri vardır, ama Selimiye bir tanedir. Pek çok eser içerisinden bir tanesi öne çıkıyor. Bu öne çıkan şiirlerden bir tanesidir.

GAZEL
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Vurma zahm-ı sîneme pey kân pey kân üstüne

Rîze-i elmâs eker her açtığı zahma o şuh
Lütfü var olsun eder ihsân ihsân üstüne

Dilde gam var şimdilik lûtfeyle gelme ey sürür
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne

Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne

Hem mey içmez hem güzel sevmez demişler hakkına
Eylemişler Râsih’e bühtan bühtan üstüne
                                                Râsih

Bir şair düşünün, bir tek gazeliyle bütün edebiyat tarihlerinde, bütün antolojilerde adı anılmış, o gazeli yüzyıllar boyunca sayısız insan tarafından ezberlenmiş, pek çok şairin gıpta ve övgüsüne layık olmuş. Benzerleri yazılmış ama ne evvelkilerden ne de sonrakilerden onu geçebilen bir şiir olmuştur. Bahsettiğimiz şiir ki hani Allah korusun Türk milletinin bütün şiir kitapları yansa, bütün şairleri unutulsa, hafızalardan silinse yine de bir zamanlar bu milletin çok muhteşem bir edebiyatı olduğunu tek başına ispat edebilecek manzumelerden biridir. Bu tür şiirlerin sayısı da çok fazla değildir.
Üstat Yahya Kemal Edebiyat'a Dair adlı kitabında şöyle diyor:
“Nedim Divanı’nda bir kaside vardır, müjgân üstüne, hicran üstüne, umman üstüne kafiyeleri ve redifleriyle âdeta akar. Nedim, kafiyeyi tenk edinceye (bırakmayasıya) kadar, pür-gûluk (gevezelik) ettikten sonra birdenbire coşar ve kaside içinde âdeta gazel-serâlaşır (gazel ustası) ve bu girizgâha düşer:

Râsih’in bû matla’ın tazmîn edüb sâkî-i kilk
Nukl sundu çekdiğim sahbâ-yı irfan üstüne
Ve Râsih’in beytiyle bir gazeli açar. Âh o ne beyittir Yârabbi! Çekik gözlerin uzun kirpikleri birbirine girift olarak süzüldüğü bir eski Türk meclisinde, eski Türk gazel-serâsı nasıl bağrından vurulur ve nasıl hazzın bütün nüktesiyle yalvarır.

Süzme çeşnim gelmesin müjgân müjgân üstüne
Vurma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne "
Yahya Kemal söylüyor bunu dikkat edin, bu çok önemli bir şey, Yahya Kemal gibi bir şair, Râsih’in bu şiirini okuyunca, bir tek beytine çarpılmış. ’
Nedim gibi bir şairi bir gazeliyle sermest edecek kadar güzel bir ruh sahibi olan bu Râsih kimdir? Şiirde şan ve şerefe susamış şairlerimizden biri değildir ama ismini Nedim’in kasidesinde zikrolunurken görseydi başı dönerdi elbette. Nedim gibi bir şair sizin bir beytinizi alıp kendi şiirinde kullanıyor. Ne büyük bir saadet. Eğer Râsih kendi adına bunca şiirler yazıldığını bilseydi, herhalde ömrünün geri kalan kısmını sarhoş geçirirdi.

 

Râsih’in bu şiiri hakkında Hüseyin Akkaya isimli bir araştırmacı, geniş bir araştırma yapmış ve bu araştırmasına göre, “müjgân müjgân üstüne, peykân peykân üstüne” diye giden kafiyelerde “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” vezninde bu şiirlerden otuz yedi şaire ait kırk yedi gazel tespit etmiş. Benim bildiklerimi de Hüseyin Akkaya’nın bulduklarına ilave ettiğim zaman 60 civarında bu şairin bu şiirine benzer şiir yazılmış.


Ömer b. Mezîd’in Mecmuatü’n-Nezâir'nde (Nazire Mecmuası) Eğridirli Hacı Kemal’in Câmiu’n-Nezâir’inâe ve Edirneli Nazmi’nin Mecmau’n-Nezâir'lnde yirmi altı şairden otuz bir gazel var. Yani bizim Râsih Bey bu şiiri yazdığında kendisinden önce aynı kafiyede ve aynı vezinde pek çok şiir zaten yazılmış imiş.


Bu öyle bir yarış ki, buna eskiler nazire diyorlar. Divan şiirinin belirli kuralları var, çerçevesi çizilmiş. Bu çerçevenin içerisinde size özgürlükler verilmiş. Denilmiş ki, istediğiniz gibi düşünebilirsiniz, istediğiniz hayali kurabilirsiniz. Ama söyleyeceğiniz zaman şu çerçevenin içine oturacak şekilde söyleyeceksiniz. Üslubunuzu İstediğiniz şekilde belirleyebilirsiniz ama kafiye yapmak zorundasınız. İstediğiniz şekilde siz geçmişten ve gelecekten hayal alabilirsiniz ama bunu mutlaka vezinli söyleyeceksiniz. Gazel yazacaksanız, mesela tabiattan, aşktan, içkiden, kadından bahsedeceksiniz, başka konu burada yok.


Böyle olunca, her yüzyılda sayıları iki yüz elli-üç yüzü bulan bu kadar şair, birbirleriyle hiç durmadan yarışmışlar. Bir-birleriyle yarışmak yetmediği gibi, bir de kendilerinden önceki çağlarda yaşayanlarla yarışmışlar. Bu da yetmemiş, bizden sonra gelecek şairlere de söz bırakmayalım, onlar da bizimle yarışırsa bizi geçemesinler diye onları da düşünerek şiir yazmışlar. Bu şöyle bir yarışa benziyor, bir yüz metre engelli koşu düşünün, atletlerin hepsi spor ayakkabı giyecek, belli bir forma taşıyacaklar, önlerinde birer numara olacak. Hakem düdüğü çalasıya kadar bekleyecekler. Start anında duruşları belli olacak, finişte de ipi göğüslemek zorundalar. Bütün kurallar belli ve bu kadar şairi o kulvara koymuşsunuz, arka arkaya dizmişsiniz ve diyorsunuz ki, sizden sonra da bu pistte koşacaklar var ona göre. Yani şimdi şu anda elli kişi yarışıyorsunuz, sadece elli kişi değilsiniz, önümüzdeki sene de burada koşacaklar var. Rekor kıracaksanız, önümüzdeki senedekileri de hesap edeceksiniz. Geçmiş zamanların rekorları da zaten sizin aşmanız gereken ilk merhale. Ve bütün bu şairler öyle koşucular ki, ellerini kollarını arkadan bağlamışlar, engelleri de bir metreye değil, bir buçuk metreye, bazen iki metreye çıkarmışlar.


Şimdi elini kolunu bağladığınız adamların iki metre engelli koşuyu zıplayıp atlayarak bir yerini kırmadan tamamlayabilmelerini bir düşünün. Elleri kolları bağlı, çünkü kurallar var. Engelli, çünkü şairler var ve bütün bu alanda siz bir koşu çıkaracaksınız, bir sanat göstereceksiniz. Şahsîliğinizi, kendi kim-liginizi ve kişiliğinizi oraya, o şiirin üzerine sindireceksiniz. İşte bakın bir koşu çıkarmış adam, öyle bir koşu ki, kendinden önce otuz yedi şairin kırk altı şiirini aşmış, kendinden sonra yirmi şairin sözgelimi altmış şiirini aşmış. Ne kendinden öncekiler, ne kendinden sonrakiler bunun gibi söyleyebilmiş.


Bunun bir de insanı korkutan bir tarafı vardır, o şudur; hani Fuzûlî, Farsça divanının önsözünde nasıl mahlas aldığını anlatırken der ki:
Şiir yazmaya başladığım dönemlerde kendime bir takma ad, bir mahlas bulmak istedim. Ve çok çeşitli mahlaslar denedim. Bu mahlasları kullanarak şiirler yazdım. Ama sonra gördüm ki, benim seçtiğim mahlasta başka şairler var. Meğer benim meslektaşım olan şairler hayallerden önce mahlasları paylaşmışlar. Onun için kendime Fuzûlî mahlasını seçtim, bu mahlas hiç kimsede yoktu. Böylece eğer ben güzel bir şiir yazarsam, benden önce yaşamış şairlerin şiirleriyle karışmayacağı için Fuzûlî mahlaslı kişi olmadığından benim yazdığım şiirin Fuzûlî adını insanlar fazilet kökünden okusunlar ya bak faziletli, değerli bir şiir yazdı desinler. Ama eğer yazdığım şiir eften püften olur da benden önceki şairlerin şiirlerinden daha kötü bir konumda olursa o zaman gülüp geçsinler ve işte fuzûlî bir şiir desinler. Böylece ben daha güzel yazarsam, mahlas-taşım olan diğer şaire yazık olmasın. Daha çirkin yazarsam da bana yazık olmasın. Aynı mahlası kullanmak gibi bir yola gitmeyeyim.”
Şimdi bunlar aynı mahlas kullanır gibi aynı hayalleri, aynı dünyanın kurallarını kullanıyorlar ama her biri ayrı ayrı kişilik ve kimlik sahibi olarak şiirler söylüyorlar.

Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Vurma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne
Göz süzmek güzelliğin farkında olmaktan dolayı insanın birazcık gurur ile etrafına bakması demektir. Sevgili kendi güzelliğinin farkındadır ve etrafa bakarken işte ben buradayım der gibidir.
Divan şiirinde sevgili bir sultandır. Herkes sultana ulaşmak, ona yakın olmak için uğraşır ve sultana yakın olmak için fedakârlıklara katlanır. Divan şiirinde de âşıklar sevgilinin aşkı uğruna ne kadar fedakârlığa katlanırlarsa o kadar iyi konuma gelir. Bu fedakârlık için de belirli ıstıraplar, hasret, elem çekmek zorundalar. Sevgili onlara elem çektirir. Sebebi şudur: Acaba kaç kıratlık âşık? Benim için nelere katlanabilecek? Ayrıca onlar hasret çektikçe aşklarında bir gömlek daha üste çıkarlar. Böylece buradaki fedakârlık dereceleri bir kulun sultan için yaptığı fedakârlığa benzer. Her fedakârlık sevgili tarafından bir ödül ile ödüllendirilir. Mesela o süzgün bakarken gözü o âşığa da değip geçer.
Bunu şöyle de düşünebilirsiniz. İstanbul muhasarasında surlara hücum eden pek çok asker vardı. Ama içlerinden bir tanesi diğerlerinden daha gayretli çıktı, elindeki sancağı ölüm pahasına götürüp burçlara dikti. Ulubatlı Haşan sultan için canını vermek gibi bir fedakârlıkta bulundu, sultan da onun adını yaşattı. Çocuklarına Ulubat kasabasını verdi.


Sevgili de görmezden gelerek iltifat eder. Tanımazdan gelir, bakmaz, konuşmaz. Bu onu yetiştirmek içindir. Sevgili tarafından iltifat gören bir âşık diğerleri arasında parmakla gösterilir.


Bu şuna benzer: Yusuf teraziye konulup satılmadan evvel, Zeliha Mısır’ın azizinin hanımı olarak adeta ilahe gibiydi. Çok asil bir insandı ve bir politik evlilik yapmıştı, Mısır’ın en güzel kadınıydı. Yusuf dünyanın en güzeliydi ama Zeliha da Mısır’ın en güzel kadınıydı ve şöyle şeyler yapardı. Çarşı pazar kurulduğunda çarşıya gider, bir taht-ı revanda dört tane köle onu taşır. Çarşıda fakir fukaraya sadaka dağıtırdı. Eğer herhangi birisi Zeliha’nın geldiğini görüp de ondan sadaka isterse “Zeliha! diye seslenirdi. O da taht-ı revaninin direğine vururdu. Bir defa tıklattıysa bir kese, iki defa tıklattıysa iki kese akçe verirlerdi. O da tül perdenin içerisinden onları seyrederdi.
Bir gün çarşıda bir adam “Zeliha!” dedi, o da tahtaya bir kere vurdu. Onun bir kere vurduğu sırada aynı adam tekrar “Zeliha! dedi. Herhalde bunun ihtiyacı çok, bu çok fakir galiba diye iki kese verin manasına iki kere vurdu. Bu sefer adam daha yüksek bir sesle Zeliha!” dedi. O zaman perdeyi baktı. Üçüncü defa istemek âdet değildi. İhsanda olan ne isterse o kadarını verirdi, ona ısrar etmenin bir manası yoktu. Muhafızlarından biri ne istiyorsun, niye Zeliha deyip duruyorsun. Dedi ki, sana söyleyecek değilim ne istediğimi, “Zeliha!” dedi. Zeliha o zaman “Söyle” dedi. Söylediği şu: “Zeliha, gülümse bana.” Zeliha perdeyi açtı ve adama gülümsedi. Sonra perdeyi kapattı, yoluna devam etti. O günden sonra Mısır’da şöyle bir deyim meydana çıktı. Eğer bir kişi bir başkasına onu ihya edecek derecede bir iyilik yapar, hani hayatını kurtaracak derecede bir ihsanda bulunursa, insanlar şöyle diyorlardı: “Zeliha’nın gülümsemesi” veyahut da “Zeliha gülümsedi.” O adam ömrünün sonuna kadar Zeliha’nın gülümsediği adam diye parmakla gösterildi. Hâlbuki ondan bir kese, iki kese altın alanlar harcayıp bitirmişlerdi. Ama Zeliha’nın gülümsediği adam, ömrünün sonuna kadar sevgilinin kendisinde bir gülümsemesini taşıyıp durdu. O bakış bir hâzineydi.


Divan şiirinde sevgiliyle âşığın konumu, o adamla Zeliha’nın konumu gibidir. Onun en büyük ihsanı, her güngörmezden geldiği kişiye bir gün dönüp bakıvermektir. Aşk işinde de hasretle hicran olgunluğun en belli başlı gıdasıdır.


Ey sevgili! Gözünü süzme ki, kirpik üstüne kirpik gelmesin. Güzellik uykusuna yattığınız ve gözünüzden yaş geldiği zaman kirpikler kapanır. Birincisi sevgilinin, İkincisi âşığın kirpiklerinin üst üste gelmesidir.


Eski şairler yay kaşlardan, ok kirpikleri fırlatmaktan bahsederler. Bu şöyle bir süzgün bakışın arkasından gelen bakıştır ki, tam anlamıyla gamze dediğimiz kelime bunun karşılığıdır. Eğer bir sevgili yay kaşından kirpik okunu fırlatırsa âşığın kalbini tam on ikiden vurur ve bu okların hiçbiri hedefini asla şaşırmaz.
“Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne” demesinin sebebi ok üstüne ok gelmesin ki, bir ok bir diğer okun girecek olduğu yeri engellemesin. Tam on ikiden vurduğuna göre bir sonraki ok öncekinin arkasına saklanacak. Hâlbuki âşık her ok kalbine gelsin ister. Bir sonraki ok bunun da arkasına saplanacaktır. Hani, Cüneyt Arkın Malkoçoğlu filmlerinde bir yaya beş tane ok koyuyor, atıyor ve beşi de ayrı kişileri öldürüyor. İşte bu divan şiirinden alınmış bir ilhamdır. Sevgili bir yaya beş ok koyar. Ama müjgân müjgân üstüne dediğine göre kaç beş ok koyuyor. Üstteki kirpiklerle alttaki kirpikleri üst üste bindiriyor, hepsini beraber yaya diziyor. Bu yayı nasıl kullanıyor. Kaşlar çatıldığı zaman uçları yukarı kalkar, ortası öne iner. Gülümseyince kaşların uçları aşağıya doğru eğilir. Sadece üstteki kirpikler değil, sen gözünü süzdüğün zaman alttakiler de o yaya kuruluyor ve yaydan âşığın bulunduğu yöne doğru hareket ediyor.


Gelmesin peykân peykân üstüne dediği, peykân üstüne peykân gelip onları ziyan etmesin. Neden bunu istiyor? Çünkü âşığın bağrında sevgilinin gamze oku ona ıstırap verir. Kalbinize bir ok saplandığını düşünün, acı çekersiniz, ıstırap çekersiniz. Ama aynı zamanda bu şu da demek, sevgiliden kalbinizin tam içinde bir hatıra var demek. Hatıra sevgiliden geldiyse onun kalbinizden çıkmasını ister misiniz? Kalbinizin ta içinde durmasını istersiniz. Fuzûlî’nin şöyle bir beyti var. Diyor ki:

Çıkarmak etseler tenden çekip peykânın ol servin
Çıkan olsun dil-i mecruh peykân olmasın yâ Rab
O servi boylunun kirpik oklarını bağrımdaki, kalbimdeki yaradan çekip çıkarmak isterlerse, Allah’ım kalbim yerinden çıksın da o ok kalbimden çıkmasın. Oka asıldığınız zaman, eğer o ok çıkarsa çıktığı yeri parçalar ve ölürsünüz. Bu, sevgili için bir defacık feda olmak demektir. Hâlbuki o ok kalbinizin içinde durduğu an dakika başına sevgili adına bin defa ölmek, bin defa feda olmak demektir. O da onu ne kadar sevdiğinizi gösterir. Yani burada şair şikâyet etmiyor. Bilâkis diyor ki, senin bütün aşkını ben taşıyabilirim. Taşıyabilecek şekilde buna hazırım ve sen o okları başkalarına harcama, bir şikâyet için değil, adeta bunu bir yalvarma için söylüyor.

Rîze-i elmas eker her açtığı zahma o şuh
Lütfü var olsun eder ihsan ihsan üstüne
O şuh sevgili, o işveli, yani tasavvufî manada tecellisi çok olan demektir. Biliyorsunuz divan şiirinde şair öyle bir dil ile şiirini oluşturur ki, siz isterseniz onu tasavvufî manada, isterseniz beşerî manada, isterseniz mecazî manada yorumlayabilirsiniz. Bu üç katmanda o şiiri okumak mümkündür. Bunun için zaten sık sık işte falanca şair tasavvufî şiir mi yazıyor, yoksa aşk şiiri mi yazıyor diye tartışmalara sebep olur. Çünkü şiirin içerisinde her ikisi de vardır. Bu o dil zemininin ne kadar işlenmiş olduğunun kanıtıdır. Dil o kadar işlenmiş ki, söylediğiniz kelimelerden bunların hepsi anlaşılabiliyor.


O şuh sevgili önce âşıkların bağrında yara açar. Sonra sonra da gider o yaraların üzerine elmas tozu eker. Elmas tozu az şey değil. Önce yara açıyor ve o yarayı çoğaltmak, tahriş etmek, köpük köpük yapmak için üzerine yaraya tuz serper gibi elmas kırıntıları ekeliyor.


Ne yücedir sevgili, ihsan üstüne ihsanda bulunuyor âşıklarına. Birinci ihsanı yara açmak, ikinci ihsanı o yaraya bir de elmas tozu ekmek. Leff ü neşir yapıyor. Bu şiirin tamamında önce kelimelerin karşılıklarını bulacak şekilde önce kelimeleri yayıyor, sonra onlara uygun kelimelerle onları toparlıyor, bir araya getiriyor.


Elmas yeryüzünün en sert maddelerinden biridir. Ondan daha sert madde çeliktir. Elmastan bir sonraki sert madde camdır. Onun için camı elmasla kesiyorlar. Elması işlerken de pamuk ve alüminyum gibi en yumuşak maddelerle işliyorlar. 16. yüzyıla kadar dünya elmas ticareti sadece ve sadece Hindistan’da yapılıyor ve Hindistan’da üretiliyor. Elmas 17. yüzyılda Rusya’da Moskof illerinde, 19. yüzyılda da Afrika’da bulunuyor. Afrika’da elmas bulununca Avrupa Afrika’ya akıyor ve elmas alacağım diye can alıyor. Bildiğiniz gibi Afrika sömürge kıtası haline getirilmiştir. Halen daha Afrika’da bir elmas ve petrol kavgası vardır. Zaten petrole de siyah elmas derler.


Elması imal edenler onu tabiatta taş halinde buluyorlar. En büyük parçaları bir bardak kadar oluyor. Tabii o bulunduğunda siyah bir madde halinde bulunuyor. 0 siyah madde işlene işlene pırlanta haline dönüştürülebiliyor. Elmasın çeşitli renkleri var, beyaz haline getirilenler pırlanta adıyla anılıyor. Elmasın kıymetlilik derecesi var, kıratı, sertlik derecesi, parlaklık derecesi önemli. Bugün bu tür elmasların hepsi sertifikayla satılır ve elmas ticaret merkezi Hollanda’dır. Hollanda bağlantısıyla dünyanın en büyük elmas borsası Kudüs’tedir. Elmasların çark dönmesi, yani yuvarlak şekilde işlenmesi onlara prizmatik açılar çizmekle oluyor, üçgenler yapmakla oluyor. Ve bu çark dönmenin bitirilmesine, etrafının tamamlanması işine façetalamak diyorlar. Sahte elmasla, hakiki elmas bu façetalama esnasında kendini belli ediyor. Alüminyum çubuğu elmasa sürttüğünüzde elmasta iz bırakıyorsa o sahtedir. İz bırakmıyorsa o hakiki elmastır. Elmasın o üçgenlerinin altına parlaklık versin diye foya tabir edilen alüminyum türü bir madde koyuyorlar. Üçgenleri, onun üzerinde oyuyorlar. Eğer o koydukları foya üstteki üçgen parça çıkarsa düşüyor, o zaman elmasın parlaklığı gidiyor. “Foyası meydana çıkmak” deyimi oradan gelir. Dünyanın bütün ünlü elmasları içerisinde en çok Kaşıkçı Elması bilinir. Kaşıkçı Elması seksen altı kırattır.
Elmasın toz olarak kullanılması birkaç alanda kendini gösteriyor:


1. Elması toz haline getirip çok az miktarda şurupların içerisine katarak tıp alanında kullandığınızda vücuda fosfor etkisi yapıyor.
2. Losyon olarak yüzümüze sürdüğümüz ilaçlarda elmas tozu var ise yüzümüze parlaklık veriyor.
3. Elmasın işlenirken yerde biriken, tablanın üzerinde biriken kırıntılarına da elmas tozu deniyor. Bunlar da, zehir olarak kullanılıyor ve birisine yutturulduğu zaman iç organları parçalıyor. Dolayısıyla bir yaranın üzerine elmas tozu ektiğinizde kimyevî bir elmas tozundan bahsetmiyorsunuz, elmas kırıntılarından bahsediyorsunuz ki, yara köpük köpük kabarıyor.

Dilde gam var şimdilik lûtfeyle gelme ey sürür
Olamaz bir hanede mihmân mihmân üstüne
Gam, sevgiliye dair bir acı, bir hüzündür. Hüzünlü gönüller, hüzünlü kalpler daima iltifata mazhar olur. Kalbinizde bir hüzün yoksa bir hüzün edinin kendinize. Mutlaka bir hüznünüz olsun, çünkü o zaman başınız bağrınızda olur, o zaman insaniyetinizi ve insanlığınızı idrak edersiniz. “Hüzün ki en ziyade yakışandır bize” diyor şair Hilmi Yavuz.
Gönlümde sevgiliye dair bir hüzün var. Ayrılık acısından, ayrılık kederinden bahsediyor. Ey sevinç, sen şimdilik hele bir şöyle dur, gelme n’olur. Çünkü benim gönlümde gam var. Gönül Allah'ın evi Kâbe’dir. Gönülde bir sultan oturur, sultanın oturduğu yer evlerin en güzelidir. Diyelim ki gönül sarayında şimdilik keder diye bir misafirim var. Keder oraya misafir olarak geldi.


Ey sevinç! Gönlümde keder var, onu misafir etmekten bahtiyarım. O benim gönlümde kaç zamandır misafir. Sen lütfet, gelme. Ne zamana kadar? Ben seni tekrar çağırasıya kadar, hiç çağıracağı da yok zaten. Çünkü bir evde misafir üstüne misafir hiç hoş olmaz. Gönül bir sevgili içindir, ikinci sevgili orada fazladır. Mevsimlerden bir tanesini sevebilirsiniz, ¡ki mevsimi birden sevemezsiniz. Bahar en güzel mevsimdir sizin için yahut da kışı çok seversiniz. Dört mevsimin dördünü de eşit seviyorum diyebilen olmaz. Gönül ev ise, orada oturacak hakiki sevgili Cenâb-ı Mutlak'tır. Orada onun sevgisi oldukça başka sevgiler orada mutlak sevgiye kıyasla yer alabilir. Çünkü “Şüphesiz Allah güzeldir, güzeli sever”, yahut da güzelliği sever. Allah o gönülde yer ediniyorsa güzellikler kendiliğinden onun içine girecektir. Orada Allah kaygısı yoksa, istediğiniz kadar gönlünüzü ışıklar altında tutun, karanlıkları sizi boğacaktır.

Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi yine hicran hicran üstüne
Sevgiliden ayrı iken bir de gurbet diyarlarına düştük, hem sevgiliden ayrıldık, yetmedi bir de gurbete düştük. Yâr, ezel bezmindeydi ve o gün sevgiliyi gördük. Allah canlarımızı toplayıp bize sormuştu. İşte o gün biz ona zaten âşık olduk. Kalbimizi ona verdik. “Elestü birabbiküm” sorusuna “elbette sen bizim Rabbimizsin” deyince. 0 da şöyle dedi, acaba şimdi hanginiz sözünüzde duracaksınız, hadi bakalım gurbete, yani dünyaya. Eskiler ne der dünya için, “gurbet hayatı işte”. Dünya bir gurbettir. Hakiki vatan geldiğimiz yurttur, gideceğimiz yurt da bizim öz vatanimizdir. Ama gelin görün ki bu gurbete öyle alışıveriyoruz ki, oradan geri gitmek hiçbirimizin işine gelmiyor. Ne kadar ayrı düştük elest bezminden, sonra aradan aç milyon yıl geçti? O ayrılık canımıza tak etti. Dünyaya gelip, “ete kemiğe bürünmek” o ayrılığın giderilmesi için bir fırsattır. Onun için tasavvuf dediğimiz yol, bu ayrılığı bir an önce bitirmek isteyen yoldur. İyi mümin öte dünyada Allah’ın cemalini görecek, yani ezelde gördüğü cemali tekrar görecek. En büyük mükâfatımız o. En büyük mükâfat bu ise, ayrılmak da o derece acı olsa gerek.


Aynı sözü beşerî bir aşka uyarlayalım. Şimdi bunu mahallenin delikanlısıyla genç kızı arasında da düşünün. Her gün sevdiği kızın mahallesinde dolaşıyor ama bir günden bir güne yüzünü göremiyor. O sırada ya askerliği geliyor, ya falan yerde bir memurluk imtihanı sonuçlanıyor, tayinin çıktı diyorlar. Zaten göremiyordu, bir de gurbete düşüyor.
Dehr, aslında tam manasıyla kaderlerin yazılı olduğu üst katman demektir ki, dokuzuncu kat gök olarak eflâk sisteminde, Batlamyus kozmogonisine göre hesap edilir ve kalemin ve levh-i mahfuzun bulunduğu yerdir. Onun içerisinde iç içe gökler vardır. Bunların her biri birbirinin etrafında döner. Ne zaman bir insan başına kötü bir şey gelse hemen, hiç durmadan döndüğü için feleğe “kahpe felek, dönek felek” diye yüklenir.

Hem mey içmez hem güzel sevmez demişler hakkına
Eylemişler Râsih’e bühtan bühtan üstüne
Bu tam şuh bir beyittir. Nedim’in bu şiiri tazmin ettiği kadar, gazelinde kullandığı kadar var. Zavallı Râsih’e iftira üstüne iftira atmışlar. Yani hem güzel sever, hem de içki içer. İçkiyi içmiştir ha. Böyle şuh söylediğine göre. Ama bunu siz istiyorsanız başka katmanda da yorumlayabilirsiniz. Mey birkaç anlamda insanı sarhoş eden şeye denir. Sadece şarap değildir. İrfanî manada mey, güzel bir şiirdir, güzel bir musiki eseridir, güzel bir sözdür. Tasavvufî manada mey, mürşidin irşadıdır, mürşidin âdeta kerametidir. Müridini uyandıran halidir. Meyhanedeki mey de, elbette içi kırmızı yahut da beyaz şaraptır. Herkes meşrebine göre onları içer. Hepsi sarhoş eder. Ama ilginç olan şudur: Kadehin içindekiyle sarhoş olursanız, biri iki görürsünüz. Ama mesela tekkedekiyle sarhoş olursanız ikiyi bir görürsünüz. O zaman sen ben aradan kalkar.

ORTAÖĞRETİM İÇİN DİVAN ŞİİRİ, İ.PALA, O.SEVİM

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi