Kullanıcı Oyu: 3 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NEŞÂTİ - GİTTİN AMMA Kİ KODUN HASRET -2
17. yüzyılda Türk edebiyatı Sebk-i Hindî dediğimiz Hint üslubu adıyla bir akım üretti ve onunla şiir yazmaya başladı. Divan şiirinin o klasik dünyasında zaman içerisinde söylenen her şey gittikçe bir katman daha artarak o kadar yüksek bir sanat anlayışı derecesine ulaşmıştı ki, artık Iran şiiri, Türk şiiri yahut da Arap şiiri birbirine girmiş, kimin, hangi ülkenin, hangi coğrafyanın şiirinin daha güzel olduğu konusunda tartışmalar büyümüş ve şiirde üslup problemleri gittikçe daha fazlalaşmış idi. Bu üslup problemi divan şiirinde daha önce 16. yüzyıl başlarında Babür sarayında, Babür Şah'ın davet ettiği İran’dan kaçıp giden Türk şairleri tarafından uygulanan bir üslubu, Sebk-i Hindi dediğimiz bir üslubu fazlaca kullanmaya ve 17. yüzyılda da artık biraz daha kendi ayakları üzerinde duracak şekilde olgunlaşmaya başlamıştı.


Daha önce şûhane, âşıkane yahut da tasavvufane, hikemiyane tarzda yazılan şiirler artık okuyucunun zihninde bütün sözlerin söylendiği vehmini uyandırmış ve söylenecek söz kalmadığı gibi bir anlayışla okuyucu yeni bir şeyler beklemeye başlamış, şairler de bu ihtiyaca cevap verebilmek maksadıyla yeni usulleri denemek zorunda kalmışlar. Bu bir arz talep dengesiydi ve bu talebe karşılık Sebk-i Hindî Osmanlı coğrafyasında 17. yüzyılda başta İstanbul olmak üzere pek çok şair tarafından çeşitli şehirlere yayılarak gelişmişti.
Sebk-i Hindî’nin özellikleri sık sık tamlamalar yapmak, az kelime kullanarak çok anlam söylemek, anlamı daha derinlere gizlemekti. O güne kadar sözlüklerde rastlanılan kelimeleri şiir içine katıp belki de halk arasında pek kullanılmayan kelimelerle fantezi yapmaktı. Sebk-i Hindî şiirin söyleniş biçiminden çok, söylediği şeyin ne olduğunu önemseyen, yani söylenen sözlerden, kelimelerden ziyade mana ile derinleşen ve gittikçe derinlerde bir manayı beraberinde getiren bir üslup haline gelmiştir. Sebk-i Hindî Osmanlı çağında Nef’î, Neşâtî, Naili, Şeyh Galib, Nâbî gibi birtakım temsilciler bulmuş idi.


Neşâtî 17. yüzyılda Gelibolu’da yetişmiş, önceleri Gelibolu Mevlevihanesi’nde uzun süre kalmış, ardından Edirne ye gitmiş, oradan İstanbul’a gelmiş, İstanbul un sanat ve muhit ortamında oldukça güzel şiirler söylemiş, şairlerle atışmış birisidir.

GAZEL
Gitdin amma ki kodun hasret ile canı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yaranı bile

Devr-i meclis bana girdâb-ı belâdır sensiz
Mey-i rahşânı değil sâgar-ı gerdanı bile

Bağa sensiz varamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handânı değil serv-i hırâmânı bile

Sineden derd ile bir âh edeyin kim dönsün
Aksine çarh-ı felek mihr-i dırahşânı bile

Hâr-ı firkatle Neşâtî-i hazinin vâ hayf
Dâmen-i ülfeti çak oldu girîbânı bile
                               Neşâtî

Bir insanın herhangi bir şiire “gittin amma” diye başlaması ve bile kelimesini de redif yapması, her dizenin sonunda şu bile, bu bile demesi olan şeylerin çokluğundan ötürüdür. O kadar çok şey olmuş ki, şu bile oldu, bu da oldu. Bile kelime-sının bize ilham ettiği, anlattığı mana işteki sürekliliktir. Bu da, hasretle başlayıp hasretle sona eren bir gazel için bu bile bir hasrettir, bu bile bir ayrılıktır, bu bile bir acıdır dercesine her beyitte karşımıza çıkacak ve tekrarlayacaktır.


Divan şairleri iki şekilde gazel yazarlardı ve böyle yazdıkları gazelleri onların isimlerini gök kubbenin altında devamlı andırırdı. Birisi yek-ahenk, diğeri yek-avazdır. Yek-avaz gazel her beyti birbirinden daha üstün bir kurgu ile söylenmiş, sözleri, kelimeleri ve ifadesi, üslubu yönünden biri diğerinden aşağıda olmayan gazellere denir. Yek-ahenk de her beyti aynı manada söylenmiş gazellere denir. Gazeller beyitler halinde düzenlenir ve her beyit ayrı bir şeyden bahsederdi. Birisi bağdan bahsederse öteki aşktan, diğeri şaraptan bahsedebilirdi. Böylece şair az kelimeyle bir beyit içerisinde kendisine veyahut da okuyucuya bir dünya kurardı. Bazen bir romanın konusunu iki dizede verirdi. Bir sonraki beyit başka bir romanın konusu olabilirdi. Yani yoğun bir şekilde az kelimelerle çok detaylandırılmış bir mana dünyası içerisinde anlatabilmek onun ilk hedefi idi. Ne kadar az kelimeyle ne kadar çok anlam katmanları ve okuyucunun zihnine bir şeyler bırakabilirse, şair o kadar başarılı olmuş olurdu. Bunun için de her beyitte ayrı bir konudan bahsederdi. Bu şiirde sadece ayrılık konusunu işleyip he defasında farklı bir cepheden ayrılığı ele alarak söylediği hem-ahenk hem yek-avaz dediğimiz konu ve söyleyiş bütünlüğü içerisindeki şiirinde “bile” kelimesini bir nevi birleştirici unsur gibi kullanıyor.

Gitdin amma ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yaranı bile
Gittin ama... dese, o üç noktanın içerisinden kaç bin kilometrelik hasret yolculuğu çıkar. Artık onun sonu yok. Herkese göre ayrı bir hikâye, herkese göre ayrı bir konu, herkese göre ayrı bir “ama” ile başlayan arka arkasına maceralar söz konusu.
Canı bile hasret ile koyup gittin. Gidiş maddî bir şeydir. Maddî bir ayrılık insanın maddesiyle ölçüldüğü zaman acısı yahut da hasreti karşılık bulabilir. Sen gittin, öyle bir gittin ki, arkanda neler neler hasrete kaldı? Sana hasret kalan o kadar çok şey oldu ki. Şiir sana hasret kaldı. Gözler sana hasret kaldı, kulaklar senin sesine hasret kaldı. İnsanlar adımlarının sesine, kokuna hasret kaldı.
Şimdi gidişin maddîliği yanında, canın bir mefhumu var. İnsanın ruhu soyut, bedeni somut kısmıdır. Ama can dediğimiz an hem somut, hem soyut kısmımızı ifade ediyoruz demektir.
Onun için birisi acı bir söz söylediği zaman bu söz canıma dokundu, canımı yaktı, canıma işledi, deriz. Ama aynı zamanda ayağımıza taş düştüğü zaman da; uf canım yandı, deriz. Bir tarafta insanın somut tarafı, görülebilen, tutulabilen, dokunulabilen yanı var. Öbür tarafta insanı insan yapan mana ve ruh dünyası var. Can her ikisini de kapladığına göre gidişin asıl ıstırabı ruhadır. Bir gidişten asıl ne rahatsızlık duyar. Evet, gözler onu görmeyebilir, kulaklar onun sesini duymaktan uzaktır ama asıl acısı ruhadır, gönledir, gönüldeki boşluktadır, gönüldeki ıstıraptadır. Bu diyor ki, sen gittin, değil bedenimizi, değil şehri, değil sokağı, cam bile hasret bıraktın demektir. Yani ne madde, ne mana bıraktın. Öyle bir gidişle gittin ki, sana hem ruhumuz, hem gönlümüz yanıyor. Hem gözlerimiz, kulaklarımız, hem de bütün bir varlık olarak salt insan mesabesinde olan can sana hasret çekiyor.
Hayır, gitmedi, burada burada, diye zihninde veya kalbinde onun gidişine bir itirazda bulunur. Bu diyor ki, öyle bir gidişle gittin ki, zihnimizi de doldurdun, dimağımızı da, akıldan, düşünceden, fikirden azade bıraktın ve hatta kalbimizi de boşalttın gittin. Şu gidişin büyüklüğüne bakın, bütün bunu söylemek için canı bile kelimesini söylemek yetiyor.
Şimdi artık sen gittin ya, sensiz olan dünyayı, sensiz olan sokağı, sensiz olan evi, sensiz olan sesleri, sensiz görüntüleri istemem, hatta bütün dostlarımın sohbetini bile istemem. İçinde sen yoksan, dünya da yok olsun varsın. Senin olmadığın bir dünyanın olmamasıyla olması arasında benim için bir fark yok, çünkü bu dünyada insanı en bahtiyar eden şeylerden birisi nedir? Dost meclisi, değil mi? Sevdiklerimizle beraber olmak. Şairin ifadesine göre ise, beni bütün sevenler bir araya gelse senin hasretin canıma işlemişken onlar bile beni eğleyemez.
Sen olmayınca mecliste her şey bana olumsuz yanıyla görünür. Şöyle düşünün, bayram geldiği zaman herkes sevinir ama bayramda öksüz biri daha çok üzülür. Herkesin sevinci arttıkça onun öksüzlüğü daha fazla kendisine işlemeye başlar. Herkes sevdiği ile birlikte bayram yaparken, sevdiğini yeni kaybetmiş birisinin bayramı her günkünden daha üzüntülü geçer. Öyle ise dostlar meclisi sevgili olmayınca bırakın felekten gün çalmayı, bırakın eğlenceyi, eğlendirmeyi, bilakis tam tersine ona ıstırap üstüne ıstırap oluyor.
Bakın mana dürbünle görülüyor. Manayı derinlere gizliyor şair. Sebk-i Hindî dediğimiz bu işte. Anlamı çok derinlere gizliyor, izahlar gerekiyor. Kays ki, biz onu Mecnun diye biliriz. Çöllere düşmüştü, çöllere gitmeyi çok seviyordu. Çöllere gitmesinin nedenini sorduklarında diyordu ki, Leyla ile baş başa kalabilmek için oraya gidiyorum. İyi ama Leyla kasabada diyorlardı. Leyla kasabada ama hayali benim yanımda. Sizinle beraber olursam, arkadaşlarla beraber olduğumda hayali de beni terk edip gidecek. O zaman siz geliyorsunuz. Bir insan en sevdiği kişileri ne zaman düşünür? Yalnız kalınca düşünür. Bağdatlı Ruhi'nin bir beyti var. Diyor ki,

Kuy-ı yaranda rakibâ bizi tenha sanma
Yar ger sende yatarsa elemi bizde yatar
Ey rakip, bizi sevgiliden ayrı kalmış, böyle kenarda köşede tek başına yaşıyor zannetme. Sevgili senin yanında kalıyorsa elemi de bizim yanımızda kalıyor. Bu az şey mi? Yani biz ondan ayrı değiliz. Böyle rakip olduğumuz için de oh olsun, o benimle kalıyor diye bana sitemler etme. O seninle kalabilir ama elemi de benimle kalıyor.
Sevgilinin kendisiyle olunduğunda, sevgilinin gitme ihtimali vardır ama elemiyle olunduğunda elem hiç gitmez, sizi terk etmez. Vefasız değildir çünkü. Sevgiliden vefasızlık beklenebilir ama eleminden beklenmez.
Yine Fuzûlî’nin Leyla ile Mecnun mesnevisinde buna dair bir beyti var. Diyor ki:

Ey Leyla sen yok isen dünya da yok olsun
Sen var iken dünya ne güzel yer idi
Sen yok olduğuna göre dünyanın da güzelliği kalmadı. Sen gidince dünya da güzellikten sıyrıldı. Böyle bakınca hadiseye, o zaman gittin kelimesi bir kat daha anlam kazanıyor

Devr-i meclis bana girdâb-ı belâdır sensiz
Mey-i rahşânı değil sâgar-ı gerdanı bile

Önce kâinat dönüyor, galaksiler dönüyor, galaksilerin içerisinde dünya dönüyor. Dünyanın dönüşüyle birlikte dünyanın içindekiler dönüyor. Siz bir meclis kurmuşsunuz, mecliste saki dönüyor. Sakinin elinde ratl-i giran (büyük, ağır ve dolu kadeh) dönüyor. Ve bu arada herkesin başı mest, başlar dönüyor. Ve söz arada dönüyor. Asıl maksat ve hedef olan söz dönüp dolaşıyor. Sen olmayınca ey sevgili, meclislerin o kadehlerinin dönüşü bile bela girdabıdır. Musikiye de devir denir. İlm-i edvar musiki demektir. Devr-i meclis, aynı zamanda meclisteki musiki anlamına gelir. Yani mecliste çalman şarkı, türkü ve makamların hepsi bana sensiz bela girdabıdır.


Önce musiki açısından alalım: Öyle bir nağme çalıyor ki mecliste, o nağme beni bir girdabın içerisine çeker gibi alıp buruyor, acıtıyor, eziyor, hırpalıyor. Birinci beyitte dost sohbetini bile istemem, demişti, istememesinin sebebini açıklıyor şimdi. Meclisteki dönüşler ya da meclisteki musiki bana bir bela girdabı gibi gelir. Yani ortada saki döndükçe bu dönen benim sevgilim değil, derim, bir girdaba dalarım. Bana bir kadeh uzandıkça bir zamanlar bu kadehi onunla karşılıklı içerdik, derim. Aklıma gelir, beni bir girdap alır, götürür. Birisine bir merhaba desem, vaktiyle bu merhabayı onunla söyleşmiştik, derim. Bir şiir duysam, bir şiir okusam bu şiir ona yakışır, derim. Hiç durmadan her şeyde onu hatırlattığı için her şey ona bir girdap olur. Devir kelimesinin başka bir anlamı da çağdır. Devr-i meclis meclis çağı, yani bahar mevsimi de demektir. Şiirde devr kelimesine üç anlamı birden yükledi. Bahar mevsimi herkese bahar, bana zindan. Ne diyordu şair.

Sitanbul o şehri Yusuf-likasız
Hemen üstü açık bir zindana benzer
İstanbul içinde sevgili olmayınca bütün bu güzelliğiyle üstü açık bir zindandan başka nedir ki? Bahar gelmiş, umurunda değil. Sevgili yok. Meclis kurulmuş, şiirler okunuyor, umurunda değil. Kadehler tüketiliyor, hiç umurumda değil, şarkılar çalmıyor, hiç teselli etmiyor. İçinde şarap olan, ışıltılar sunan, pırıl pırıl parlayan kristal kadehlerin dalgalanışları, gönül açıcı hali bile bana bir girdaptır. Mecliste sakinin kadehi elinde döndürmesini bile girdap olarak görüyor. Bir zamanlar lezzet aldığı, bir zamanlar çok hoşuna giden o hareketler bile, yani bütün gülüşler bunun için ıstırap oluyor. Şairin ifadesiyle.

Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz
Gülüştüklerimizi hatırladıkça ağlarım. Tam bunu söylüyor işte. Bir zamanlar seninle ne güzel gülüşürdük. Şimdi o gülüştüklerimizi hatırladıkça bu sefer ağlıyorum. Meclisteki bütün devirler bana sensiz olunca bir bela girdabıdır. Öyle bir bela girdabıdır ki, girdap içinde girdaptır. Girdap biliyorsunuz, dönüşten kinayedir ve dönüş çukurlaştırır. Bir kadehi düşündüğünüzde önce girdap gibidir, gittikçe geniş bir halkada döner. Çapı biraz genişçedir, sonra gittikçe daha içeride girdabın dibine doğru şekil bakımından bir kadeh gibi olur.

Bağa sensiz varamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handanı değil serv-i hırâmânı bile
Bağ güzellik, yeşillik, hoşça vakit geçirilen yer demektir. Bahçe de bağ da tenezzüh içindir. Ama tarla geçim içindir. Tarla gibi gördüğünüz bir toprağı sürersiniz, ekip biçersiniz ve oradan kâr elde edersiniz ama bahçe diye gördüğünüz bir topraktan kâr elde etmeyi düşünmezsiniz. Meyvesinden yiyip çiçeklerin altında oturmak gelir içinizden. Onun için bağ bahçe denilince daima çiçek anlaşılır. Çiçekten de kasıt güldür, : gül kelimesi çiçek demektir zaten. Sen olmayınca bağlara, bahçelere gitmeyi hiç istemem. Çünkü orada gülen güller gözüme ateş görünmeye başlar. Handan kelimesi açılmakla anlam kazanır yani sevgilinin dudağı bir goncadır, kapalıdır. Gonca kapalı olur, içinde ne olduğunu, içinde hangi sırlar, ne gibi güzellikler bulunduğunu, içinde nasıl bir desen olduğunu siz bilemezsiniz. O konuşmadığı, gülmediği sürece onun içinde ne gizlediğini, size karşı ne hissettiğini anlamanız mümkün değildir. Hiç konuşmayan bir insanın sizin hakkınızdaki kanaatinin ne olduğunu nereden bileceksiniz? Sevgilinin gülüşü gülün açmasıyla temsil edilir. Çünkü bülbüller güllerin açışını seyredebilmek için geceler boyunca bağırlarını dikenlere dayayıp uykularını feda ederler, yine de göremezler. Bülbüller gül dalına konar, gecenin bir vakti uykusu dağılsın diye şarkılar söylemeye başlar. Çünkü goncanın açıldığını görmek ister. Ama o daha gecenin saat ikisinde başlamıştır şakımaya. Şarkılarını söyler, en güzel bestelerini gül dalında, goncanın karşısında yapar. Fakat gittikçe yorulur, uykusu gelir, gözleri kapanır. Kapandıkça tekrar gözlerini açar. Bülbül tekrar yeni bir şarkıya başlar. Bu böyle sabaha kadar devam eder. Yorgunluk had safhaya kadar gelir, seher vaktine doğru iyice perişan olmuş vaziyetteyken kapanır gözleri, tekrar gözlerini açtığında bir de bakar ki gül açılmış. Bütün gece şarkılar, neşideler, besteler hep boşa gitmiş. Bülbül yılmaz, ertesi gün yine aynı dala konar. Bütün bahar böyle devam eder. Sonunda her gece yorgunluktan bitap düşüp, perişan olup gözleri kapanınca nihayet bir gün der ki, uyumamam lazım, yorgunluk ve bitkinlik çekmemem lazım ve bu sefer gül dalma, bir dikene bağrım yaslar. Dikenin acısıyla uyuması mümkün değildir. Sabaha kadar yine en güzel şarkılarını söyler Fakat bu sefer de diken onun bağrına batınca kan sızmaya başlar. Sabaha karşı gülün açıldığını gördüğü anda son damla kanı da gül dalının dikeni tarafından emilmiş olur ve pat diye yere bir aşk şehidi düşer. Bülbül can verir ama kanı güle renk katar. Onun için gülün rengi, bülbülün kanındandır. Bir aşkın diyetidir o. Gülün rengi kırmızı, ateşin rengi de kırmızı. Güllere baktıkça içini ateşler kaplar. Çünkü sevgilinin kulağını, yanağını, dudağını güle benzetiyor. Bu kadar gülle haşır neşir olan sevgiliyi güle bakınca hatırlamamak olur mu hiç? Güle ne zaman baksa sevgiliyi hatırladığı için bağa gitmek istemiyor. Her neye baksam seni hatırlarım, dolayısıyla içimdeki ateş yanar. Hatta daha ötesini söyleyeyim, gül-i handanı bir kenara bırak, salınan servisi bile gözüme ateş görünür. Gövdesine sarmaşık gülleri sardırılmış bir servi fidanı düşünün. Sarmaşık gülünü ona sardırırsınız. Böylece sarmaşık gülünün sardığı servinin her tarafı gül açar. Onu bile ateş görürüm diyor. Yani şunu kastediyor; eskiden kaftanların üzerinde gül desenleri yahut da gül desenli motifler olurdu. Bu gül renkli motifleri giyen bir sevgiliyi sarmaşık güllerinin sardığı bir servi fidanına benzetiyor. Gül renkli bir elbise giymiş bir sevgili sanki bahçede sarmaşık güllerinin sardığı servi gibi görünüyor ve diyor ki, serviler bile gözüme ateş görünür. Onun için bağa sensiz varamam. Sen de gittiğine, hepten canıma hasret bıraktığına göre bundan sonra bağa falan da gidecek değilim.

Sîneden derd ile bir âh edeyin kim dönsün
Aksine çarh-ı felek mihr-i dırahşânı bile
Sine göğüs kafesinin olduğu bölgedir, yani kalbin olduğu yerdir. Sineden ta gönlümün içinden dert ile dertlenerek, ıstırap ile acı ile bir ah edeyim ki... Ah edecek olursam, eğer şöyle gönlümden, içimden gelerek ah ediverirsem... Sanki şöyle bir tehditte bulunuyor: Ahimi zapt ediyorum ama ah edecek olursam... Ah etmiyorum, tutuyorum ahi. Çünkü yine bunun çağdaşı olan Nefî der ki:

Zapt-ı ah eylemedir âşıka evvel çare
Ben ise ahsız duramam âh medet
Evet, biliyorum, âşığın ilk yapacağı şey ahım zapt etmektir. Ama ben bir türlü ahimi zapt edemiyorum. Ah medet... Bir de üstüne üstlük medet ah etti.


Aksine aksına diye de okunur. Aks bir şeyin ekseni demektir. Feleğin bütün o çarkı, yuvarlığı aksine dönsün. Felekte her şeyin dönüşü farklıdır. Ay kendi etrafında dönüyor, dünya dönüyor, güneş kendi içinde dönüyor. Bu kadar dönüş içerisinde şair diyor ki; eğer içimdeki ahi zapt etmeyecek olur da, bir kerecik içimdeki hasretle ahimi salıverecek olursam, ah diye içimdeki yangınla birlikte sanki böyle kara bir duman gibi kıvılcımlarıyla ağzımdan çıktığı anda öyle güçlü çıkar ki, feleğin çarkı benim ahimin rüzgârıyla tersine dönmeye başlar. Kıyamet kopuyor, dikkat edin. Her şey tersine dönüyor, dünya allak bullak oluyor. Felek tersine dönmekle kalmaz, ışıklar saçan, aydınlık veren güneş bile tersine döner, yani tepetaklak olur. Dünyanın aşktan ibaret olduğunu ispat etmeye bu beyit yeter Çünkü herkesin kendi kıyameti onun feleğinin tersine dönmesi şeklinde yorumlanır. Hakiki manada dünyayı aşk üzerine yarattım diyen Allah, bir şairin kalbindeki aşkın rüzgârıyla dünyayı tersine döndürebilir.
Bir de şöyle söylüyor:
Ey sevgili, benim intizarımdan sakın, birazcık insafa gel, içimden öyle geçiyor ki şöyle yüreğimdeki ahlar, tutmayayım da, bir kerecik salıvereyim, bir boşaltayım, yani bunu içimde taşıyıp durmak, bunu içimde saklayıp durmaktan artık perişan oldum. Şu ahi salıvereyim, hani ağla da rahatla denir ya, bu onun gibi bir şey. Bir kere ah et de rahatla. Belki eş dost böyle söylüyor.
Bunu niye söylüyor? Sevgiliyi tehdit mi ediyor? Hayır, senin için bak ben neleri yapabilecek konuma yükseldim, aşk işinde. Bunu da niye söylüyor, ben en büyük âşığınım demek istemiyor, hayır. Böyle bir şey küstahlık olur, bunu demiyor. Diyor ki, sen uğrunda bu derece yükselinecek bir sevgilisin, demek istiyor. Yani bütün gayesi sevgiliyi övmektir. Kendisi yok zaten, kendinden vazgeçmiş. Kendinden vazgeçtiğini ta baştan söyledi. Kendisi yok ki, ben demiyor hiçbir zaman. Bütün benlikleri sende yok olan bir âşık bu.

Hâr-ı firkatle Neşâtî-i hazînin vâ hayf
Dâmen-i ülfeti çak oldu girîbânı bile
Firkat kelimesini Osmanlı harfleriyle yazdığınızda “fe”nin ucunda bir çengel kalır, “rı” bir çengel gibidir. “Kaf ’ın ucunda da bir çengel kalır. Baş tarafında “te” de bir çengel gibidir. Onun için bütün bu çengellerin hepsi diken gibidir.
Şu hazin Neşâtî’nin ayrılık dikeniyle bütün dostluk eteği, bütün iyi niyet elbisesi hep yırtıldı. Yani bu ayrılık ateşini çeke çeke bütün dostları etrafından kayboldu gitti. Yakınlaşma eteği yırtıldı, hiç kimse ona yakınlaşmıyor artık demek. Hani sokaklarda gezen saçı başı keçeleşmiş adamlar görürsünüz ya bazen. Kim bilir ne dertten dolayı öyledirler. Biz bilmeyiz. İçinde nasıl bir dünya vardır onun da, o hale gelmiştir. Ama herkes ondan uzaklaşmıştır. Hiç kimse onunla ilgilenmiyor, hiç kimse onunla merhabalaşmıyor, sohbet etmiyor, arkadaşlık kurmuyor, derdin nedir demiyor.
Damen-i ülfeti çak olmak, yapayalnız kalmak demektir. Ayrılık bir diken oldu ve etrafını aldı, o dikenler bunun eteğini hiç durmadan parçaladı. Yolda yürürken paramparça oldu. Etekte kalsa iyiydi, sadece etekleri yırtık olacaktı. Bu dikenler öyle azgın ki, bu hasret denilen diken, öyle büyük, öyle sağlam ki, çengelleri öyle büyük ki bunun yakasını bile yırttı.


Tasavvufta diken masivayı simgeler. Bu şair Mevlevi dervişidir, dolayısıyla bu söylediklerini boş anlamak, unutmaya çalıştığı bir sevgiliyle yorumlamak ona haksızlık olur. Allah canımıza güzelliğini gösterdiği zaman elestü birabbiküm demişti. Güzelliğini göstermişti, sonra bizi hasrete saldı, biz bela dedik ya, madem belayı istediniz dedi, alın size bela. Bela olarak bize hasreti verdi. Dünyada hiçbir zaman mutlu olmuş, şöyle gönül huzuruyla gitmiş kimse yoktur. İnsanlar ihtiyarlayınca daha fazla yapışırlar dünyaya. Gençler için dünyadan gitmek kolaydır. Çünkü dünyada fazla bir şeyleri yoktur, ama yaş ilerledikçe dünyada çok mal mülk sahibi olurlar. Onun için bırakıp gidemezler. Kalbinizde ne kadar dünyaya ait ilgi varsa her biri bir çengel atıyor size ve burada sizi tutuyor. Neden bunlara ayrılık dikeni diyor, çünkü asıl sevda orada başladı. Orada başladığı için biz onun ayrılığına atıldığımızdan dolayı bu dikenler bizim eteğimizi yırtmak şöyle dursun, yakamızı bağrımızı bile yırtıyor.


İşte onun için Neşâtî hüzünlü oluyor. Çünkü hüzünlü gönülde Allah’a olan yakınlık daha fazladır. Allah hüzünlü gönlü sever. Eğer gönlünüzde hüzün yok ise ondan yavaş yavaş uzaklaşıyorsunuz. O gerçek güzelliği bir yerlerde hatırlıyor. O hatırladığından dolayı hiç durmadan kendini oraya ait hissediyor.

İ.PALA, O.SEVİM

SON EKLENENLER

Üye Girişi