Kullanıcı Oyu: 0 / 5

Yıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değilYıldız etkin değil
 

NAİLİ - VİSAL HAVSALA-İ ARZUYA SIĞMAZ İMİŞ

GAZEL


1. Visâl havsala-i arzûya sığmaz imiş
    O bâde-i mütereşşıh sebûya sığmaz imiş

2. Hücûm-ı leşker-i müjgâna dilde tâb mı var
    O tengnâ-yı sipâh-ı dü-rûya sığmaz imiş

3. Sipihre verdi fenâ âb-ı şu'le-tâb-ı dü-çeşm
   Mey-i dü âteşe zarf-ı kedûya sığmaz imiş

4. Recâ-yı vuslata bir âh imiş vesile hemân
    Fesâne-i gam-ı dil güft-gûya sığmaz imiş

5. Hoşâ letâfet-i nazm-ı selîs ü kaht-ı mezâk
    Ki âb-ı çeşme-i hurşîd cûya sığmaz imiş

6. Fürûg-ı gevher-i idrâke teng imiş bu cihân
    Metâ'ı âteş olan çârsûya sığmaz imiş

7. Riyâ-yı mahz imiş ey Nâilî ibâdet-i halk
   Zülâl-i feyz birîk-i vuzûya sığmaz imiş

Sadeleştirme
1. ’’Taşan şarap, kadehe nasıl sığmazsa, vuslat da, onu arzulayan kişinin havsalasına sığmaz.”
2. ’’Kirpik askerlerinin hücûmuna (yani sevgilinin nazarına) gönülde karşı koyacak güç mü var? O ikiyüzlünün askeri dar yere (yani aşıkın gönlüne) sığmaz (mahv edip kendisiyle doldurur).
3. ”İki gözün alev gibi parlayan suyu (âşıkın gözyaşı) feleği yok etti. Bu su, iki ateş parçası olan mey(dudak)e de, şarap tasına da sığmaz imiş!”
4. ’’Vuslat ümidine vesîle ancak bir âh imiş. Gönül gamının hikâyesi dedi koduyla anlaşılmaz.”
5. ”Bu zevk yoksunluğunda, bu akıcı şiirin letâfeti ne güzel. Ki güneşin çeşmesinin suyu (yani, Hakk'ın feyzi) ırmağa (sığ ve boş gönüllere) sığmaz.”
6. ”Bu dünya, idrâk cevherinin ışığına küçük gelir. Malı ateş olan çarşıya sığmaz. (Çarşı (dünya) ehli sermayesi aşk olan kişileri anlayamaz).”
7. ”Ey Nâilî, halkın ibadeti su katılmamış (halis) bir riyâdır. Feyzin tatlı suyu (yani, İnsan-ı kâmil'in ağzından taşan gerçek bilgiler) âbdest ibriğine (zâhidin daracık aklına) sığmaz.
ŞERH-İ GAZEL-İ NÂİLÎ


Visâl havsala-i ârzûya sığmaz imiş

Visâlden murâd, vuslat-ı Hak olup, ma’nâ, vuslat-ı Hak, tâlibin havsala-i arzusuna sığmaz. Ya'ni, zât-ı vâcibü'l-vücûd, hâtır ve hayâle gelen nesnelerden münezzeh ve müberrâ olduğu misillü visâli dahi havsala-i idrâk ve hülyâya sığmaz idiğini nâzım-ı merhûm işbu zikr olunan mısra ile ifâde ve ifhâm eder.


O bâdî-i mütereşşıh sebûya sığmaz imiş
İşbu mısra da dahi visâli, bâdî-i mütereşşıh ile ta'rîf edip, yani, bâde, eşribeden bir nesne olup teraşşuh ise vâlidenin evlâdı süt emmeğe yani, meme almağa kudreti olmadığından o makûle veledi ağzına süt sağıp terbiye eylediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi vasla müsta'id âşıkları kalbine tâbâver tahammül olacakları derecelerde bilâ keyf ü kem reş-âb-ı visâl eder ki, ol humm ve sebûya sığar şey değildir. Ma'hazâ kalb ve vücûd-ı insan ve şâire vücûd, zât-ı Bârî'den ayrı ve gayrı olmadığından merhûm feyz-ı Hudâ'yı vücûd-ı vâhidin 'arak-rîz olmasıyla ta'rîf ve ifâde buyururlar.


Hücûm-ı leşker-i müjgâna dilde tâb mı var
Hücûm-ı leşker-i müjgân, al â-tarîki’l - istifâre, nazar manâsına olup, Cenâb-ı Bârî, kulunun kalbine günde yedi kerre, ve alâ rivâyetin yetmiş kerre nazar-ı feyz ile nazar buyurduğu meşhûr ve mütevâtirdir. Ve iş bu nazar, îmânın nâsa ‘ale's-seviyye i'tâ buyurulduğu gibidir. Ki, isti’dâdları muktezâsmca ol îmânı kimi kabûl ve kimi ‘adem-i kabûl ile milel-i müteferrika oldular. Kezâlik nazar-ı feyz maddesi dahi hasbe'l-isti'dâd kiminin kalbine te'sîr ve kiminin kalbine adem-i te'sîr ile nâs beyninde teferruk peydâ olup merâtib zuhûra geldi. Ya'nî ol nazar-ı feyzin kalbe te'sîrine vâkıf olamayanlar, mertebe-i şe’rîatde kaldı. Ve mahall-i nazar, insanın kalbi olmak mülâbesesiyle //16b// ve bu keyfiyete vukûf, mürşid-i kâmil terbiyesiyle, kalbin ol nazara kâbiliyeti husûlü ve dîde-i kalbin intizâr-ı tâmmı cihetiyle vukûf zuhûr olursa, resîde-i derece-i üns olmuş olduğundan medâr-ı hazm olur. Ve illâ bağteten zuhûru mûcib-i cezbe olup idâre-i umûr-ı kevniyyeden kalır. "Dilde tâb mı var" buyurduğu, derece-i ünsde devâm-ı intizâra dilde kuvvet mi var demek olur ki, kalbin 'alâyıkdan bi'l-külliye halâsıdır.


O tengnâ-yı sipâh-ı dü-rûya sığmaz imiş
Dürû, gül-i ra’nâ denilen güldür ki, varakının iç yüzü gâyet al ve dış yüzü acı sarı olur. Merhûm, kalb ve kalbi ol güle teşbîh edip ol nazar-ı feyz gül-i ra'nâ misillü rûy-ı zerd ve surh-ı kâm-derûn olan vücûd ve kalbe sığmaz. Ve belki ol nazar, âşıkın mahv ve fenâsmı icâb eder. Hazret-i Mansûr’un mahbesdeki mahviyyet-i vücûdu gibi ki, hikâye olunur.


Sipihre verdifenâ âb-ı şufle-tâb-ı dü-çeşm
Şol âb-ı şu'le-tâb, visâl ki, andan tecellî ile dahi ta’bîr olunur. Sipihre ya'ni, çerh-i feleğe fenâ verdi. Her bir nesne ki, tahakkuku sâbit ola, anun vukû’uyla haber verilir. Kıyâmü's-sâ‘a gibi. Merhûmun sipihre verdi fenâ, ta'bîri dahi bu kâbilden olup murâd eğer cinân-ı Bârî ol nazarla feleklere bir kerre nazar etse, felekler ol nazara adem-i tahammüllerinden mahv u fenâ derecelerine resîd olurlardı; tecellî-i Tûr misillü demektir. Ve işbu mahalde, âbm tecellî ve âb-ı visâl ma'nâlarına olduğu şu'le-tâb ile vasfından dahi ma’lûmdur.


Mey-i dü âteşe zarf-ı kedûya sığmaz imiş
İşte bu âb u tâb-ı visâl mecâzen mahbûblarm la'l-i lebine hakîkaten sığmaz. Kedû gibi zarflara dahi sığmaz. Dü-âteş mahbûbların iki dudağı ve kedû şol büyük kabak kurusu olup içinden çekirdeklerini çıkarıp küpçük mislü içine su yâhûd sirke veyâ şarâb komak için isti’mâl ederler ki ma’rûfdur.


Recâ-yı vuslata bir âh imiş vesile hemân
Vesile ana denir ki, anınla dil-hâhına vuslat müyesser ola. Ol vesîle ise, âşıkın ibtidâ-yı hâlinde mahbûb-ı hakîki ancak Cenâb-ı Vâcibü’l-vücûd idiğini derk eylediği bir âhdır ki, vesîle-i vuslatdır. Ve ol âh, mukaddime-i feyzdir ki, ahvâl-i kulûbdandır. Ve bu keyfiyyet, mukaddemce zikr olunduğu üzere Cenâb-ı Vâcibü'l-vücûdun kalbe nazar-ı feyz-âsârından olup tekerrürüyle kuvvet bularak, âşık, recâ-yı vuslata düşer. Ve ol hâli kendüye derd edinip dermân kaydıyla ana çâre arar. Ma’hazâ Eşref-zâde Hazretlerinin;


’’Çâresi bî-çârelikdir yine bu derdin hemân"
buyurduğu üzere, yine ol derdin çâresi bî-çârelik olup gün-be-gün derdi artar. Ol zamân çâr u nâ-çâr devâ-sâz-ı dil ü cân olur. Bir tabîb-i hâzık tedârikine mecbûr olarak hâl-i dil-i zârından hikâyeye başlar. Ve ol tabîb-i hâzık mürşid-i kâmildir ki, tevfîk-i Cenâb-ı kâm-bahşâ-yı enâm ile ana dahi mukârenet ve kabûl-i terbiye ve tesliyet ile nâil-i merâm olur.


Fesârıe-i gam-ı dil güft-gûya sığmaz imiş
İşbu zikrolunduğu vecihle nazar-ı feyz-i idrâk ile âh u zâra düşerek mürşide teslîm ve terbiye ile tâ matlabma nâil oluncaya dek, ba'dehu, merâtib cihetiyle dahi ilâ mâşâallah ihrâz-ı mertebe-i kemâl edinceye dek zuhûra gelen gussa vü gam ve derd ü muhabbet ve elem ile belâ-yı hicr ü fîirkat ve ümniyyet-i vuslat ve mekânet hikâyeleri el-ân olmakda olduğu misillü söylemekle bitmez tükenmez, yazmakla defter ü dîvâna sığmaz idiğini merhûm işbu mısraında ifâde buyururlar.


Hoşâ letâfet-i nazm-ı selîs ü kaht-ı mezâk
Nâzım-ı merhûm işbu mısraında izhâr-ı hüzn eyleyip işbu mahalle kadr olunan ifâde ve beyân güzel ve kolay ya’ni âsân ve istifâdeye şâyân ise de, ol mâide-i hoş-güvârdan çâşnîgîr-i mezâk olanlar //18b// ve ol şerbet-i şîrîn-ferah-fezâdan reyyân olarak câvidân lezzet bulanlar, kaht, ya'ni nedret üzere olduklarına izhâr-ı te'essüf ve te'ellüm ederler.


Ki âb-ı çeşme-i hûrşîd cûya sığmaz imiş
Merhûm yine kendi kendine tesliyet-bahş-ı nısfet olarak hûrşîd çeşmesinin suyu ya'ni Hakk'm âb-ı feyz ü ihsânı cûya ya'ni dereye -ki andan murâd nâsın kisvet-i kalbi ve kalb-i tengîdir- ana sığmaz imiş diyü ibrâz-ı tahayyür ederler.


Fürûg-ı gevher-i idrâke teng imiş bu cihân
Cenâb-ı Hakk'ı zikr olunduğu üzere hasbe'l-isti'dâd bilip ve âsâr-ı feyzini dil ü cânında bularak derûnunda rû-nümûd olan lehîb-sûz-ı muhabbet ve şu'le-tâb-ı harârete bu cihân tar gelip, nüh felek değil belki lâ-mekân illerine resîde imiş


Metâ'ı âteş olan çârsûya sığmaz imiş
Şol âşıkm ki târ ü pûd-ı felek-sûd kumâşı âteş-i aşk ile nesc ve i'mâl oluna, ol metâ'-i âteşîn işbu dâr-ı fenânın çârsû ve pâzârına sığmaz imiş. Ya'ni, ehl-i dünyâ o makûle âşıkların sûzişlerini görüp kendilerinde ol hâlet olmadığından ve kendilerine benzemediklerinden içlerine sığışdıramayıp ta'n ve teşnî‘ ederler. Ve ehl-i Hak olanlar dahi nâsm muhâlif hareketlerine ve nâbecâ sa'y u gûşişlerine ve Hak'dan dûr olduklarına rahm u şefkat ederlerse de tebdîl-i ahlâk bir emr-i ‘asîr olduğundan bu keyfiyyeti içlerine sığışdıramayıp ekser evkâtlarm kûşe-i vahdetde ve dağlarda ve mağaralarda geçireler. Meğerki, me'mûrînden olalar.


Riyâ-yı mahz imiş ey Nâilî ibâdet-i halk
Nâsm, ibâdet diye işledikleri, edâ-yı savm u salât ve şâir gibi ki, mahzâ nü-mâyiş kâbilinden olup sırf ‘ubûdiyyet için değildir. Eğer, sırf ‘ubûdiyyet için olaydı, ibtidâ ‘amellerinin, meselâ, kıldıkları namâzlarının şurûtuna riâyet ederek // 19b// ber-vefk-ı emr-i Bârî edâya bezl-i vüs‘ ve tâkat ederlerdi. Ammâ niyyetleri emr ü rızâ-yı Bârî olmayıp lâubâlî edâ-yı farîza etmeğe çalışırlar ve anınla iş biter sanırlar. Ve sözde, Hakk'a ‘ibâdet ve tâat ediyoruz derler ki, işbu evzâ‘ları hilâf-ı rızâ-yı Hudâ ve mahz-ı riyâdır.


Zülâl-i feyz birîk-i vuzûya sığmaz imiş
Zülâl, âb-ı zülâl denilen kâti‘ü'l-harâre bir sudur. Zülâl-ı feyz ise, âşıkın sûziş-i derûnunu dâfi‘, bir âb-ı hayât-ı câvidânîdir ki, ‘ayn-ı vuslatdan ibârettir. Andan şarâb-ı aşk ile dahi ta'bîr olunur. Ehl-i zâhir anı tahâret ve vuzûda isti‘mâl eyledikleri su kıyâs ederler ki, öyle değildir. Ol âb u âteşden ibâretdir ki, ibrîk ve sebû ve huma sığar nesne değildir.

 

İLMÎ ARAŞTIRMALAR, Sayı 19, 2005, 133-140
Üsküdarlı Ahmed Râsim'in Nâilî-i Kadîm’in Bir Gazeline Şerhi
Yard. Doç. Dr. Mustafa Tatcı*

SON EKLENENLER

Üye Girişi