Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

RUHİ-İ BAĞDADİ -TERKİBEND AÇIKLAMALI

BİRİNCİ BENT

1. Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestiz
   Biz ehli harâbâtdanız mest-i Elest'iz

2. Ter-dâmen olanlar bizi âlûde sanır lîk
    Bizi mâil-i bûs-ı leb-i câm ü kef-i destiz

3. Sadrın gözedüp neyliyelim bezm-i cihânın
    Pây-ı hum-ı meydir yerimiz bâde-perestiz

4. Mâil değiliz kimsenin âzârına ammâ
    Hâtır-şirken-i zâhid-i peymane-şikestiz

5. Erbâb-ı garaz bizden irâğ olduğu yeğdir
    Düşmez yere zîrâ okumuz sâhib-i şastız

6. Bu âlem-i fânîde ne mîr ü ne gedâyız
    Âlâlara âlâlanırız pest ile pestiz

7. Hem-kâse-i erbâb-ı diliz arbedemiz yok
    Meyhânedeyiz gerçi velî aşk ile mestiz

8. Biz mest-i mey-i meygede-i âlem-i cânız
    Ser-halka-i cem'iyyet-i peymâne-keşânız

Günümüz Türkçesi

1. Bizi, üzüm suyu ile sarhoş olmuş sanmayın! Biz meyhane meyhane denen aşk ve şevk âleminin sakinleriyiz ve ezel şarabıyla sarhoşuz
2. İffetsiz ve ahlaksız olanlar bizi de kendileri gibi lekeli sanırlar; fakat biz ancak kadehin dudağını ve "şeyhin" elinin ayasını öpmeğe düşkünüz.
3. Dünya meclisinin baş sedirini başköşesini ne diye gözetelim? Bizim yerimiz şarap küpünün dibidir, biz şaraba taparız.
4. Kimseyi incitmeyi istemeyiz ama kadehi kıran sofunun hatırını kırarız.
5. Gizli ve kötü maksatlıların bizden uzak olmaları daha iyidir; çünkü onlara attığımız ok yere düşmez, çünkü parmağımızda şastımız, ok eldivenimiz vardır; (attığımızı vururuz; yani beddua edersek, mutlaka tutar; acı söz söylersek, ciğerlerini deleriz.)
6. Bu fani dünyada ne zengin, ne de dilenciyiz. İtibarda olup büyüklük satanlarla yüksekten konuşur; fakir, mütevazı kimselerle mütevazı oluruz
7. Ehli dillerle kadeh arkadaşlığı ederiz; kavgamız, gürültümüz yoktur. Meyhanedeyiz; fakat aşk ile sarhoşu

8. Biz can âlemi meyhanesinin şarabıyle sarhoşuz ve kadeh çekenler meclisinin başında bulunuruz.

İZAHLAR

I
Birinci Bend
1.Sanman, sanmayın demektir
Şîre-i engûr: (f. is. t.) Üzüm suyu; şarap. Şîre, şıradır.
Ehl-i harâbât: (f. is. t.) Meyhane adamları; meyhanede bulunanlar,
Mest-i elest (f. iğ. t.) Eleşt sarhoşu; âlemin yaradılışından beri serhoş olan.
Elest; Allah’ın ruhları yaratıp "Elestü birabbiküm", yani, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğu zaman; yaradılışın başlangıcıdır. Yaradılanların yaradan karşısındaki bu topluluğuna bezm-i elest (elest bezmi), yahut bezm-i ezel (ezel bezmi) denir. Yaradandan "Elestü birabbiküm” yolunda gelen hitaba yaradılanların cevabı Kur'an’da: "Kalû belâ", yani "Evet, dediler." Cümlesiyle ifade olunmuştur. Kalû belâdan beri suretindeki tabirin esası da budur.


Rûhî’nin mutasavvıfane bir eda ile yazdığı bu parçadaki şarap, mest ve meyhane kelimelerini, tasavvuf edebiyatında aldıkları manalarla düşünmek lâzımdır. Evvelce de izah edildiği gibi, eski şairlerimızin eserlerinde geçen meyhane kelimesi, çok defa, içki içilen alelâde yer değil; her türlü dünya hırslarından uzak bir aşk ve şevk âlemi manasını taşır. Şarap da bu şevki veren ilham ve aşktır. Bunlara nazaran, Rûhî’nin bu beytinde söylediği; oldu olası, ilâhî bir aşkla, öte âlemin şevk ve duyuşlarıyla kendinden geçmiş olduğudur. İkinci mısradaki harâbâttanız kelimesinin bât hecesini, vezinde, bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak tarzda uzatarak okumak lâzımdır.

2.Ter-dâmen: (f. St.) Türlü fenalık ve rezaleti işleyen; müfsit; hayâsız; namussuz, iffetsiz.
Âlûde; bulaşık ve âlûde-dâmen; eteği bulaşık, yani fenalık ve rezaletleriyle tanınmış, iffetsiz demektir ki buradaki âlûde kelimesi bu manada, yani âlûde-dâmen yerine kullanılmıştır.
Dâmen kelimesi, evvelki ter-dâmen terkibinde geçtiği için bundan kaldırılmıştır.
Leb-i câm (f. is. t.) Kadehin dudağı, yani kenarı.
Bûs-i leb-i câm (Zincirleme f . is, t) Kadehin dudağını öpmek.
Mâil-i bûs-i leb-i câm: (Üçüzlü zincirleme f, is, t) Kadehin dudağını öpmenin arzulusu, düşkünü.
Kef-i dest: (f. is. t.) El ayası.


Bu beytin ikinci mısraında ayrı iki grup isim tamlaması vardır: birincisi, mâil-i bûs-i leb-i câm ve ikinci mâil-i bûs-i kef-i desttir. Mâili bûs tamlanan hem leb-i câma, hem de kef-i deste ait olduğu halde, tekrar olmasın diye, ikinci tamlayan başında kullanılmamıştır.
Kadeh sunanın avucunun içini öpmek, eski meclislerin muhabbet adabından olduğu gibi mürşidin avucunu öpmek de bazı tarikatlar âdâbındandır.
Şair bu beyitte, şarabın ve aşkın hakikî mana ve mahîyetini anlamıyanlara tariz ederek: "Onlar, her türlü fenalığı işledikleri halde; bizim şarap içmemizi ve şarap sunanın avucunun içini öpmemizi günah ve ayıp sayıyorlar." diyor.

3. Sadr kelimesinin asıl manası göğüstür. Bundan başka her şeyin ilerisi, en yüksek ve itibarlı mevkii manasına da gelir ki bu beyitte de bu yolda kullanılmıştır. Ayrıca, saltanat devrinin vezirlik rütbesine de sadr denilir ve şimdiki başvekil demek olan en büyük vezir sadrıâzâm unvanını alırdı.
Bezm-i cihân: (f. is. t.) Cihan bezmi; dünya meclisi,
Hum-i mey: (f. is. t.) Şarap küpü.
Pâ-yi hum-i mey; (Zincirleme f. is. t.) Şarap küpünün ayağı, yani dibi.
Bâde-perest: (f. St.) Şaraba tapan; şarabı her şeyden fazla seven.
Gerek bu bendin birinci beytinin, gerek daha evvelki metinlerin izahı şırasında söylenildiği gibi, mecaz olarak, tekke ve dergâh yerine kullanılan ve ehli diller için aşk ilham kaynağı olan harâbât, içinde bulunulması en ziyade arzu edilen yerdir, Harâbâtın sadrı yani baş sediri de şarap küpünün dibidir.

4. Hâtır-şiken: (f. St.) Hatır kıran; gönül inciten.
Peymâne-şikest: (f. St.) Kadeh kıran.
Zâhid-i peymâne-şikest: (f. s. t.) Kadeh kıran zahit.
Hâtır-şiken-i zâhid-i peymâne-şikest: (f. is. t.) Kadeh kıran zahidin hatırını kıran.

5. Erbâb-i garaz: (f. is. t.) Garaz sahipleri; kötü niyetliler.
Irağ; Irak, uzak demektir.
Yeğ; daha iyi, Üstün demektir.
Sâhib-i şast: (f. is. t.) Şaşt sahibi; okunu hedefine isabet ettiren adam.
Şast; ok atarken iyi nişan ahp oku hedefe isabet ettirmeyi temin için yayı tutan sol elin başparmağına takılan yüksük gibi bir alettir.
Bu beyitteki oktan ve "sâhib-i şast" olmaktan maksat, o kötü niyetlilerin mahiyetlerini meydana çıkarmak için söylenen acı sözler, yapılan tarizler, hücumlardır ve onlara edilecek bedduayı tutturacak manevi bir güce sahip olmaktır.

6. Âlem-i fânî (f, is. t.j Fani âlem: dünya.
A'lâlanmak; mevki ve itibarı'yüksek bir insan gibi hareket etmek demektir.

7.Hem-kâse; kâseleri, kadehleri bir olan; kadeh arkadaşı demektir
Erbâb-i dil: (f. is. t.) Gönül adamları; ehli diller; dünyada gönül işlerinden ve aşk zevkinden başka şeye kıymet vermeyenler.
Hemkâge-i erbâb-i dil: (Zincirleme f is. t.) Ehli dillerin kadehdaşı.
Ehli diller arasında arbede olmaması; ayni kadehten içmeleri, yani ayni gönül şevkini, ayni iç âleminin neşe coşkunluğunu duymaları yüzündendir.

8. Âlem-i cân: (f. is, t.) Cam âlemi; maddeden kurtulup manaya eren ruhların büyük bir neşe duydukları âlem.
Meykede-i âlem-i cân: (Zincirleme f. is, t.) Can âleminin meyhanesi.
Mey-i meykede-i âlem-i cân: (Zincirleme üçüzlü f. is.t.) Can âlemi meyhanesinin şarabı.
Mest-i mey-i meykede-i âlem-i cân: (Zincirleme dördüzlü f. is. t.) Can âlemi meyhanesi şarabının sarhoşu.
Serhalka; baş halka, bir zincirin ilk halkası; baş; ileri gelen demektir.
Peymâne-keş: (f. St.) Kadeh çekem Peymâne-keşân, bunun çoğuludur.
Cem'iyyet-i peymâne-keşân: (f. St.) Kadeh çekenlerin topluluğu.
Serhalka-i cem'iyyet-i peymâne-keşân: (Zincirleme f.is. t.) Kadeh çekenler topluluğunun baş halkası. Şair, bir daire şeklinde oturup ve elden ele kadeh dolaştırıp şarap içenlerin tgpluluğunu bir zincire ve kendisini de bu zincirin baş halkasına benzetiyor. Burada söz konusu olan şarap aşktır.

 

 



Altıncı Bend
1. Vardım seher-i ta'at içün mescide nâgâh
    Gördüm oturur halka olup bir nice gümrâh

2. Girmiş kemer-i vahdete almış ele tesbîh
   Her birisinin vird-i zebânı çil ü pencâh

3. Dedim ne sayarsız ne alırsuz ne satarsız
    K'asla dilinizde ne Nebî var ne hod Allâh

4. Dedi biri kim şehrimizi hâkim-i vakti
  Hayretmek içün halka gelür mescide her gâh

5. İhsânı ya pencâh u ya çildir fukaraya
    Sabreyle ki demdir gele ol mîr-i felek-câh

6. Geldiklerini mescide bildim ne içündür
    Yüz göndürüp anda dedim ey kavm olun âgâh

7. Sizden kim ırâğ oldu ise Hakk'a yakındır
    Zira ki dalâlet yoludur gitdiğiniz râh

8. Tahkîk bu kim hep işiniz zerk ü riyadır
    Taklîddesiz ta'atınız cümle hebadır


Günümüz Türkçesi
1 Bir sabah, vakitsiz, (yani daha sabah namazı vakti gelmeden) sabah namazı için mescite gittim ve bir sürü yolunu şaşırmışların halka şeklinde oturduklarını gördüm.
2 Bunlar (Tevhid zikri) yapılan halkaya girmişler, ellerine tespih almışlardı. Her birisinin dilinde ise kırk, elli diye lâflar dolaşıyordu.
3 Onlara dedim ki: "Ne sayıyorsunuz, ne alıp satıyorsunuz? Dilinizde ne peygamber, ne de Allah sözü var!",
4 Biri dedi ki: "Şehrimizin valisi, her zaman, halka iyilik etmek için bu mescide gelir.
5 Onun fakirlere ihsanı ya ellilik, ya kırklık akçedir, Sabret, şimdi o mevkii gök kadar yüksek olan şeyin gelme zamanıdır,"
6 Mescite niçin geldiklerini öğrendim ve yüz çevirip nefret ettim; sonra da dedim ki: 'Ey cemaat! Biliniz ki,
7 Sizden kim uzaklaşırsa Allah’a yaklaşır. Çünkü sizin gittiğiniz yol, sapkınlık yoludur.
8 Doğrusu bu ki, sizin bütün işleriniz yalan, riya ve gösteriştir Göreneğe uyarak taklid ibadeti yapmaktasınız; bunun için ibadetiniz tamamen boşunadır."

 

Altıncı bent

1.Seheri; bir sabah ve sabahleyin sabaha ait demektir.
Güm-râh: (f. St.) Yolunu şaşırmış; doğru yoldan ayrılmış.

2. Birlik, tekbaşına kalmak, halvet manalarına gelen vahdet kelimesi bir tasavvuf terimi olarak Allah’a yakınlık manasını ifade eder. Kemer-i vahdete girmek de; yani Tevhid zikri halkasına girmek, katılmak demektir.
Vird-i zebân (f. is. t.) Dile dolanan laflar; her zaman söylenen temenniler, dilden düşürülmeyen dua veya teşbihler.
Farsçada çil, kırk ve pencâh, elli demektir; aynı zamanda kırk ve elli akçe değerinde eski birer para manasına da gelirler.

3. Sayarsız, alırsız, satarsız; sayarsınız, alırsınız, satarsınız demektir.
K'asla; ki edatıyla asla kelimesinin birleştirilerek kullanılmış şeklidir. Bunun için baştaki “k”yı ince okumak lâzımdır. Eski şiirlerde “ki” edatı diğer bazı kelimelere de bitiştirilerek kullanılmıştır. “Ki ey” yerine “k'ey”, “ki ol” yerine “k'ol”, “ki olsun” yerine “k'olsun” denilmesi gibi.
Ne hod, ne de demektir.
İlk hecelerindeki imâle dolayısıyla, bu beyitteki dedim kelimesini didim ve bundan sonraki beyitte geçen dedi kelimesini de didi şeklinde yazmağa mecburiyet görülmüştür.

4. Hâkim-i vakt: (f. is. t.) Vaktin hâkimi, hükmü geçeni; devrin valisi.
Bu beytin sonundaki her gâh (her zaman) kelimesi, bazı nüshalarda her mah (her ay) şeklinde görülmüştür.

5. Felek-câh; (f. St.) Felem mertebeli; rütbesi gök kadar yüksek olan.
Mir-i felek-câh: (f. s. t.) gök kadar yüksek olan

6, Agâh olmak; bilmek, vâkıf olmak demektir.

7.Dalâlet doğruluktan sapmak, azmak kötülük demektir Dalâlet yolu, hak yolunun aksidir.

8. Tahkik; bir şeyin hakikatini araştırmak, doğrusunu meydana çıkarmak demektir. Tahkîk bu kim; işin doğrusunu araştırıp şu neticeye vardım ki, işin doğrusu bu ki manasıyla kullanılmıştır.
Takliddesiz; taklittesiniz, işiniz hep taklit yapmak, ibadet kılar gibi görünmektir demektir.

 


On Birinci Bent

1 Ebnâ-yı zamânun talebi nâm u nişândur
   Her biri tasavvurda filan ibn-i fülândur

2 Güftâra gelüp söyleseler cehl-i mürekkeb
   Zu’munca velî her biri bir kutb-ı zamândur

3 Erbâb-ı hıred zerre kadar mu'tekid olmaz
   Ol mürşide kim mu'tekîd-i bî-hıredândur

4 Taklîd ile seccâde-nişîn olmuş oturmuş
   Tahkîkte ammâ har-ı be-güsiste-inândur

5 Dermiş bana keşf oldu hep esrâr-ı hakîkat
   Vallâhi yalandır sözi billâhi yalandur

6 Kendünden ırağa düşüp ardınca yorulma
   Ol bî-haberün gitdüği yol zann u gümândur

7 Ey tâlib-i tahkîk eğer var ise aklun
   Gûş it bu sözi kim haber-i bâ-haberândur

8 Zinhâr unutup bildiğüni düşme inâda
   Bir pîre yapış kim eresin sırr-ı ma’âda

Günümüz Türkçesi
1 Dünyanın dikenine de, gülüne de, gül bahçesine de yuh olsun! Yabancılarına da, cefa edenlerine de yuh olsun.
2 Keyif ve neşesi şaraba bağlı olan bir içki meclisinin bir yaşamanın, bir hayatın içenine de yuh olsun, şarabına da, şarabı satanına da!..
3 Para ile temin edilecek olan rütbeyi ve büyüklüğü ne yapalım? Onu satan alçağa da, satın alanına da yuh olsun!
4 Mademki, insanların, varlık sahiplerinin yeri yokluk çölüdür; onların kafilesine de, kafilelerinin başında gidene de yuh olsun!
5 Dünyada mahiyeti anlaşılamayan gizli şeyleri esrarkeşler bildikten sonra, onların hayâl âleminde dolaşmalarına da, (içtikleri) esrara da yuh olsun!
6 İrfan sahibi düşkün, cahillerse itibarda olduktan sonra, dünyanın ikbaline de yuh olsun, idbarına da!..
7 Dünyanın uğuruna da, uğursuzluğuna da lânet olsun ve onun yıldızlarının dönenlerine de, duranlarına da yuh olsun!
8 Mademki (bir hadiste söylenildiği gibi), Hak yoluna gidenlere hem dünya, hem de ahret haram olmuştur; o halde sen de dünyayı da, ahreti de hatıra getirmemeğe çalış.

On birinci bent

1. Gül ü gülzâr: Gül ve gül bahçesi.
Yâr-i cefâkâr: (f. is. t.) Cefa eden, zalim dost ve sevgili.

Bazı nüshalarda, gül-i gülzâr yerine gül-i pürhâr, yani dikenli gül terkibi vardır.
Bu beyitteki lef’ü neşirde “har”a mukabil de yâr-i cefakâr zikredilmiştir.
Bu bendin beyitlerinin sonlarındaki yuflardan önce gelen hem kelimeleri, de, dahi demektir.

2. Mevkuf olmak; bağlı bulunmak,"dayanmak demektir.
Keyfiyyet-i hamr: (f. is. tJ Şarabın keyfiyeti mahiyeti; şarabın insanı sarhoş eden, insana keyif ve neşe veren hassası.
Birinci mısradaki ayş kelimesini, vezinde bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak tarzda okumak lâzımdır,

3. Zikıymet; kıymetli, karşılığında bir kıymet bulunan demektir.
Nidelim ne edelim, ne yapalım demektir.
Rütbe ve mevkilerin para mukabilinde, rüşvetle alınıp satıldı o devrin içtimaî hayatındaki sakat tarafları yer yer açık ve acı bir ifade ile tenkit eden bu eserin bu bakımdan da şayanı dikkat bir kıymeti vardır.

4. Ehl-i vûcûd (f. is. t.) Varlık sahipleri; insanlar.
Sahrâ-yi adem: (f. ig, t.) Yokluk çölü, dünya, ölümlü dünya.
İkinci mısradaki kame kelimesiyle insanlar ve kafilesâlâr kelimesiyle de başta, idare mevkiinde bulunanlar kastedilmiştir.

5. Vâkıf-i esrar: (f, is. t.) Gizli şeyleri, gırları bilen.
Beng ve esrâr çekenler, o uyuşturucu maddenin tesiriyle, hayalen başka bir âlemde gezer, dolaşır ve herkesin akıl erdiremediği birtakım gizli hallere vakıf olurlarmış! Rûhî de bu bengiler ve esrarkeşlerle alay ederek: "Gizli hakikatleri bilmek onlara kaldıysa, onların seyranına da, esrarına da yuh olsun;” diyor. İkinci mısradaki esrar kelimesinin kullanılışı tevriyelidir. hem sırlar manasına, hem de içilen, çekilen esrar manasına geliyor.

6. Müdbir, idbârın ve mukbil de ikbâlin ismi faili (hâl ortacı) olup birincisi, idbârda olan; ikincisi de ikbâlde olan demektir.

7. Çerh-i felek: (f. is. t.) Felek çarkı; kâinat.
Eskiler, talihin yıldızlarla büyük münasebeti olduğuna İnanırlardı. İlmi nücum, yani yıldızlar bilgisinin mevzuu, yıldızlara bakarak, onların seyirlerine göre insanların talihlerini keşif ve tesbit etmektir. Bu yüzden müneccimlere de çok itibar edilirdi. Rûhî, bu beytinde, dünyanın uğuruna ve uğursuzluğuna lânet okuduktan sonra, o uğuru veya uğursuzluğu tayın eden yıldızlara da yuh çekiyor.

8. Ehl-i hak: (f is. t.) Doğruluk sahipleri: doğru, imanı bütün kimseler, Hak yoluna gidenler, Hak kelimesinin sonundaki “k” sesi aslında çifttir. Bu sebeple bu kelime sesli harfle başlayan bir ek aldığı zaman bu ikinci “k” meydana çıkar: hakkı, hakka, hakkın... gibi. Burada vezne uydurulmak için hakka yerine, kusurlu olarak haka diye kullanılmıştır.
Dünye, dünyî; dünya kelimesinin icabı olarak manzum eserlerde bazan aldığı şekildir.

 


On Yedinci Bend

1 Verdük dil ü cân ile rızâ hükm-i kazâya
   Gam çekmezüz uğrarsak eğer derd ü belâya

2 Koyduk vatanı gurbete bu fikr ile çıkduk
   Kim renc-i sefer bâis ola izz ü ‘alâya

3 Devr eylemedük yer komaduk bir nice yıldur
   Uyduk dil-i dîvâneye dil uydı hevâya

4 Olduk ne yere varduk ise aşka giriftâr
   Alındı gönül bir sanem-i mâh-likâya

5 Bağdâd’a yolun düşse ger ey bâd-ı seher-hîz
  Âdâb ile var hizmet-i yârân-ı safâya

6 Rûhî’yi eğer bir sorar ister bulunursa
   Derlerse buluştun mu o bî-berg ü nevaya

7 Bu makta-i garrâyı okı ebsem ol andan
  Malûm olur ahvâlimüz erbâb-ı vefaya

8 Hâlâ ki biz üftâde-i hûbân-ı Dımışk’uz
  Ser-halka-i rindân-ı melâmet-keş-i ışkuz

Vezin: Mef’ûlü Mefâîlü Mefâîlü Feîlün


Günümüz Türkçesiyle
1 Biz Allah’ın takdirine can ve gönülden razı olduk, bundan dolayı derde ve belâya uğrarsak tasa etmeyiz.
2 Yolculuk zahmetinin, kadir ve itibarımızın yükselmesine yol açacağı düşüncesiyle vatandan ayrılıp gurbete çıktık
3 Kaç yıldır dolaşmadık yer bırakmadık; biz deli gönle uyduk, gönül de kendi havasına (aşka) uydu.
4 Nereye gittikse aşka tutulduk; gönül bir ay yüzlü güzele kendini kaptırdı.
5 Ey sabah rüzgârı! Eğer Bağdad’a yolun düşerse, saygıyla git, beraber güzel günler geçirip safalar sürdüğümüz dostların hizmetinde bulun.
6 Eğer, Ruhi’yi bir soran, arayan bulunursa ve: "0 zavallıya rastladın mı?" derlerse, .
7 Orada bu parlak matlaı oku ve sus; ne halde olduğumuzu vefakâr dostlar anlarlar:
8 Şimdi Şam güzellerinin düşkünü olan biz, aşk uğrunda cefaya uğrayan rintler halkasının en başında bulunuyoruz

 

On yedinci bent

1. Hükm-i kazâ: (f, is, t.) Kazanın hükmü; her hususta Allah tarafından evvelce verilmiş olan hüküm.
Münasebet düştüğü için bundan önce de biraz veçhile, eski felsefi düşünüş tarzında kazâ ve kader telâkkisi mühim bir yer tutardı. Bu telâkkiye göre, kâinatı yaratan Allah, kâinattaki her şeyin mukadderini de evvelden tayin ve tesbit etmiştir. Bundan dolayı, dünyada hiçbir hadisenin Allah’ın takdir ve iradesinden başka türlü cereyan etmesine, başka bir akibete varmasına imkân yoktur. Kâinatın bir cüz'ü olan insan da hareketleri ve onların neticeleri itibarıyla bu kanuna tabidir; tedbir takdiri değiştirmez. O halde, dünyada rahat yaşamanın sırrı, Allah’ın takdirine, kaza hükmüne rıza göstermektir.
Rûhînin bu beyti de işte bu teslimiyeti ifade etmektedir.
Çekmeziz, çekmeyiz demektir.

2.Renc-i sefer: (f. İs. t.) Sefer zahmeti; yolculuk meşakkati.
Bâis olmak; sebep olmak, yol açmak demektir Bu beytin birinci mısraındaki koymak kelimesi bırakmak, terk etmek manasınadır. Vatanı koymak; vatanı bırakmak, vatandan ayrılmak demektir. Saltanat devirlerinde vatan kelimesi-pin bugünkü geniş manasında değil, sadece insanın doğduğu yer, dogduğu şehir veya kasaba manasında kullanıldığını da nazarı İtibara almak lâzımdır.
3.Dil-i dîvâne; (f. s. t.) Deli gönül.

4. Giriftar olmak; yakalanmak, tutulmak demektir.
Mehlikâ (f, St.) Ay yüzlü.
Sanem-i mâh-likâ: (f. g. t.) Ay yüzlü güzel.
Mâhlikâ kelimesinin mâh hecesini, vezinde, bir kapalı ve bir açık hece karşılığı olacak tarzda uzatarak okumak lâzımdır.

5. Seher-hîz: (f. St.) Sabahleyin kalkan; sabahleyin esen.
Bâd-i seher-hîz: (f. 8. t.) Sabahleyin esen rüzgâr.
Âdâb, edebin çoğuludur. Âdâb ile edep ve erkânla; yolunca, izince demektir.
Yârân-i safâ: (f. is. t.) Safâ dostları; zevk ve eğlence ile beraber vakit geçiren dostlar.
Hidmet-i yârân-i safâ: (Zincirleme f. is. t.) Safa dostlarının hizmeti.

6. Bîberk ü nevâ, bîberk ve bineva demek olup manası zavallı, geçineceği olmayan, yoksuldur.

7.Matla'-i garrâ: (f. s. t.) Parlak matla. Matla, gazelin her iki mısraında kafiye bulunan ilk beyittir.
Ebsem olmak, susmak demektir.
Erbâb-i vefâ: (f. is, t.) Vefa sahipleri; vefalı kimseler.

8. Hûbân-i Dımışk: (f. is. t.) Şam güzelleri.
Üftâde-i hûbân-i Dımışk: (Zincirleme f. is. t.) Şam güzellerinin düşkünü.
Rindân; rind kelimesinin Farsça çoğulu olup kendi gönül âlemlerinin zevki içinde dünyayı umursamayanlar demektir.
Melâmet-keş: (f. St.) Melâmet çeken; rüsvalık sıkıntısına katlanan.
Melâmet-keş-i ışkı (f. is. t.) Aşk melâmeti çeken; aşk yüzünden dile düşen; halkın söğüp saymasına maruz kalan Işk, aşk kelimesinin Arapçadaki doğru söylenişidir. Bizim daima aşk diye kullandığımız bu kelimeyi, buradaki kafiye zarureti gibi bir sebep olmadıkça, ışk diye söyleyip yamak lüzumsuz  e hoşa gitmeyen bir külfettir.
Rindân-i melâmet-keş-aşk: (Zincirleme f. is. t.) Aşk melâmetini çeken rintler,
Serhalka-i rindân-i melâmet-keş-i ışk: (Üçüzlü zincirleme f. is. t.) Aşk melâmetini çeken rintler halkasının başı.

NECMETTİN HALİL ONAN, İZAHLI ŞİİR DİVAN ANT.

 

 

İLGİLİ İÇERİK

DİVAN EDEBİYATI ŞİİRLERİ

BAĞDATLI RUHİ ve ŞİİRLERİ

BAĞDATLI RUHİ HAYATI ve ESERLERİ

BAĞDATLI RÛHİ HAYATI