Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

VATAN YAHUT SİLİSTRE TAM METİN- NAMIK KEMAL

BİRİNCİ - PERDE

(Perde açıldığında bir tarafı sokak yönüne dönük bir oda görünür. Zekiye, Arnavut kadınları tarzında giyinip kuşandığı derli toplu bir kıyafetle yalnız başına mindere uzanmış, elindeki kitabı bir mum ışığında okumaktadır. Bu sırada İslâm Bey sokakta gezinmektedir.)

Birinci Tablo

ZEKİYE - Tek başınadır
ZEKİYE: (Okumakta olduğu kitabı yastığın üzerine bırakır) Anneciğim! Ah anneciğim! Kalbime neden bu kadar ince ve narin duygular verdin? Neden açık fikirli olmama sebep oldun? Şimdi kızının halini bir görseydin, okuttuğuna okutacağına bin pişman olacaktın. Benim kırılgan kalbim öyle derin duygulara nasıl katlansın? Beynim öyle büyük düşüncelere nasıl dayanasın? Kalbim nasıl da atıyor? Sanki göğsümü patlatıp dışarı fırlayacak... Beynim 11e kadar da bunaldı! Sanki başımı parçalayacak ve darmadağın olacak!
(İki eliyle yüzünü kapatarak) Anneciğim! Ah anneciğim! Her zaman babamı sevmek ve düşünmek için beni şartlandırdın, şimdi ise aklımda başkaları var! Büyürken hep seni sevmek üzere eğittiğin gönlüme, şu anda başkası hükmediyor! Babam seni okutmuştu, sen de onun yolunda öldün. Beni ise sen okuttun, fakat yoluna ölmek değil, öldüğüne ağlamak bile aklıma gelmiyor! Hep o! Gözümün önünde hep o var! Ah! Kalbimde o! Hayalimde o! Düşüncemde o! O, o, o! Yalnızca bir defa yolda gördüm, keşke ona baktığımda gönlüme düşen ateş, gözlerimi eritseydi... Onu gördüğüm an bütün gücümü toplayıp, gözlerimi başka bir tarafa çevirmek istedim. Ama nafile, ne bedenimde bir kuvvet bulabildim, ne de gözlerime sahip olabildim.
(Bir süre derin düşüncelere daldıktan sonra) Bu hayat ne tuhaf! Daha birkaç gün öncesine kadar yanımda birisinin ağladığını görsem, gözyaşlarının, sevinç gözyaşları oluğunu zannederdim. Bugün ise çevremde duyduğum kahkahalar, matem feryatlarını andırıyor! Daha birkaç gün evvel, o kahır dolu bulutlarda şiddetli şimşekler çaldıkça atılan bir kahkaha sanırdım; bugün ise taze tomurcuk veren güllerde bir çiğ damlası görsem, onu bir gözyaşı olarak görüyorum! Birkaç gün evvel yüzüm neşe doluydu; sanki her şey benimle birlikte gülümsüyordu! Şu an ise gönlüm yaralanmış, sanki bütün varlık benim gönlümle birlikte ağlıyor! Yine sabah oldu. Yine şu iki gözüme bir dakika olsun uyku girmedi...
(Sonra önünde yanmakta olan mumlara üfleyip söndürerek) Zavallı mum! Acep ben de senin gibi eriyip tükenecek miyim? Beş dakika olsun gözüme uyku girseydi, belki onu rüyamda görürdüm, görürdüm de ayaklarına kapanır, gönlümün zefirini akıtana dek doyasıya ağlardım... Allah’ım! Neydi o mektup öyle? Ateşle yazılmış olsa insanın yüreğini ¡o kadar yakmazdı. Sanki okudukça gözlerimden kalbime ateş parçaları döküldü... Hem, sütninem onu bana getirdiği zaman utancımdan nasıl oldu da yerin dibine geçmedim bilmiyorum. İnsan duyduğu sevinçten ölmüyor ama çıldıracak bale geliyor! Mektup lafını duyar duymaz, hemen ondan geldiğini anladım. Mektup yerine kendisi gelseydi belki utanırdım da öyle heyecandan üzerine atılmazdım... Gönülde keramet mi vardır nedir? İnsan bazen gelecekte olacak olayları önceden hissediyor! Ah, benim o zaman kimi düşündüğüm vardı ki! Sanki şimdi bile kimi düşündüğüm var? Mektup babamdan bile gelse yine ondan geldiğini sanmam mı? Fakat şu da var ki, aklım erdiğinden bu yana bir kere olsun yüzünü görmeyi hayal ettiğim babamdan gelse bile üzülürdüm... Seviyorum... Onu sevmekten vazgeçemiyorum... Hem o da beni seviyor... Sevdiğini mektubunda da yazmış... Hem de kendi el yazısıyla... Tabii ki doğrudur... Elbette ki gerçektir. Allah, yarattığı o kadar güzel bir insanın içinde, kötülük ve ihanet saklayamaz ya! (Biraz düşünüp taşındıktan sonra) Kim bilir! En güzel çiçeklerin arasında bile yılan olabilir. Allah'ım! Şu insanların tıpkı yüzü gibi gönüllerini ve içindekileri de görülebilir şekilde yaratsaydın ne kadar iyi olurdu?

İkinci Tablo

İSLÂM BEY - ZEKİYE HANIM
İSLAM BEY: (İçeriye pencereden girerek) Ben kalbimi gözlerinin önüne dökebilirim. Fakat onun içindeki duyguları sen görebilir misin, bilmiyorum!
ZEKİYE: (İslam Bey'i görür görmez heyecanla ona koşmak ister, fakat kendini toparlayarak hüzünlü bir suskunluk içinde kendi kendine fakat onunda duymasını sağlayacak biçimde söylenir...) Ben şimdi her gün merhameti bol olan Allah'a dua edip Ölümümü istesem, haksız mıyım? Birisi görse, hakkımda neler düşünürdü?
İSLÂM BEY: Beni binlerinin görebilmesine imkân yok. Günlerce, gecelerce topraklarda sürünüyorum. Tan yeri ağarıyor, gözler hâlâ açılmıyor. Gece bitiyor, uyku daha yeni başlıyor... Her gece buralarda dolaşıyorum... Güven bana!
ZEKİYE: Sizi davet eden oldu mu? (Bunu, içindeki sevinç duygularım saklamaya çalışarak ve soğuk bir ifadeyle söyler)
İSLÂM E^EY: Ellerini yüzünden çeker misin Allah aşkına! Dünya yüzünü sadece bir kez gördüm. İnan bana şu dünyada saadet veren tek şey sensin. Bir daha görebilecek miyim, Allah bilir... Biraz önce bir casus gibi, pencerenin kenarında yalnız başınayken konuştuklarını dinledim. (Bunu duyan Zekiye, rahatsızlığını tavırlarıyla gösterir) Suçumun nasıl da büyük olduğunu biliyorum. Benim yaptığımı başka biri bana yapsa, ona ebediyen alçak olarak bakardım. (Bu arada Zekiye'nin tavrı sertleşir) Hırsız gibi pencereden bir eve girdim. (Zekiye'nin asabiyeti ve huzursuzluğu daha da belirginleşir) Benim buraya girdiğim gibi, biri bizim eve girse, onu Allah'ın yarattığına bakmaz, hemen öldürürdüm. (Zekiye'nin gösterdiği tepki giderek artmaktadır) Fakat ne yapabilirim ki, elimde değil, seni çok seviyorum... Senden ayrılacağım... Bugün kendi ağzından senin de beni sevdiğini duydum... Bugün sana veda edeceğim... Gönlün benden kaçmayı istedikçe, ayakların bana doğru yöneliyor... Aldım başımda olsa, irademle kendimi kontrol, altına alabilirdim...
Sevgilim... En azından içinde bana karşı acıma hissi olsun. Çünkü senin gibi böyle nurdan yaratılmış birisine, taş gibi bir kalp yakışmıyor.
ZEKİYE: (Gönlüyle çelişerek de olsa birçok telaş ve tereddütten sonra söylenmeye devam etti) Uzun zamandır ölüm işkencesi çekiyorum. Yapamadım... Yapamadım... Olmadı... Yine olmadı. (İslâm Bey' e bakarak) Amacın nedir? Ben kendi halimde birisi ve kendimle baş başa iken aniden, cin gibi karşıma çıktın, aklımı başımdan aldın. Uyusam, rüyama giriyorsun! Uyanıkken hayalimde sen! Dışarı çıksam, gönlümde sen! Beni mi istiyorsun? İşte esirinim. Canıma mı kastedeceksin? Al canımı da kurtulayım!
İSLÂM BEY: Beni ilk gördüğünde bakmak istemedin öyle mi merhametsiz? Bense, seni gördüğümde kalbimden neler geçtiğini biliyor musun? Gözümü kapayıp açıncaya kadar geçen sürede tüm hayatım kaybolup gidiyor sanıyorum... Allah'a bin şükür olsun ki, sen de aynen benim gibi seviyorsun. Gönlün senden ayrılmak istemiyor. Sen beni bir kere gördün, ben de seni bir kere gördüm. İşte, durum ortada, gönüllerimiz ikiz yaratılmış. İşte... Yüce Allah beni sana, seni de bana yazmış... İşte sen can, ben beden! Sen aşk, ben gönül! Sen hüzün, ben aşk! Sen güneş gibisin. Senin yüzüne baktıkça gözlerimi alıyorsun. Ben, tıpkı bir gölge gibi senin, yalnız senin ayağının altında sürünüyorum! Birbirimizden burada ayrılırsak öteki âlemde tekrar birleşiriz... Ayrıymış gibi görünürüz, fakat yine buluşuruz... Bana yemin etmeni istiyorum. İster ayrılalım, ister ayrılmayalım, dünyada ve öteki dünyada benden başka kimseyi sevmeyeceksin.
ZEKİYE: (Kendini engelleyemeyerek) Yemin ederim... (kendini toparlayarak ve utangaç bir eda ile) Ben kendi halimde söyleniyorum... Bu sırada siz ortaya çıktınız... Ben... Ben Hiçbir bir şey söylemedim. Yoksa söyledim mi? Unuttum, ne söyleyecektim? (Yine kendini tutamayarak ve son derece sert bir tavırla) Peki, hem beni sevdiğinizi söylüyorsunuz hem de neden ayrılacakmışız?
İSLÂM BEY: Buralardan gideceğim... Çünkü...
ZEKİYE: (Öfke dolu bir bakışla sözünü keserek) Kalbimden anne - babamın sevgisini söktün çıkardın; kardeşimin mezarı aklımdaydı onu bile unutturdun. Şimdi onun hayali de tıpkı kendi gibi kara toprakta yatıyor. Mezarını görmezsem aklıma gelmiyor. Ne uyuyabiliyorum, ne de irademi dizginleyebiliyorum... İçimde senden başka hiçbir şeye karşı arzu kalmadı; hayalimde senden başka hiçbir şey bırakmadın. Fakat şimdi kendini de bensiz bırakacaksın. Hem de bunun müjdesini kendin getiriyorsun. Kalbimi yaracaktın da bana bu merhameti, bu insafı mı gösterecektin? (Kendi kendine öfkeyle söylenip gezinerek) Sonunda ne olacak? O, bu memleketten gider, ben de dünyadan giderim. Hayatımın bütün lezzetini yitirdikten sonra kara topraktan mı çekineceğim nesi var? Birkaç dakika sürecek olan ölüm acısından mı korkacağım?
İSLÂM BEY: (Kendine hâkim olamayarak ve telaş içinde) Gideceğim...
ZEKİYE: (İslam Bey'e doğru atılarak onun sözünü keser) Önce beni öldür...
İSLÂM BEY: (Sanki onu duymamış gibi bir tavırla) Gideceğim...
ZEKİYE: (Tekrar sözünü keserek) Eğer sende o kadar erkeklik yoksa ben kendimi Öldürürüm.
İSLÂM BEY: (Her şeye karşı direneceğini gösteren bir ağırbaşlılıkla) Evet... Gideceğim... Gideceğim... Gideceğim... Önüme cehennemin alevleri saçılsa yine gideceğim. Göğsüme Azrail'in pençesi takılsa yine gideceğim. Babamın kabrini çiğnemek gerekse yine gideceğim. Biricik annemin vücudu ayağımın altında ezilecek olsa yine gideceğim... Ve gerçekten benim için öleceğini bilsem dahi... Yine gideceğim.
ZEKİYE: (Öfkeyle odanın içinde gezinerek ve sesi duyulacak şekilde ancak yine kendi kendine) Aman Allah'ım! İnanmıyor! Kendisi için ölebileceğime inanmıyor... Belki öldüğümde de inanmaz... (Asabi bir tavırla İslam Bey'e dönerek) Gideceksin... Tamam gideceksin... Fakat neden?
İSLÂM BEY : (Olgun bir tavırla) Kandil geceleri kabristan ziyaretine gidersin ya...
ZEKİYE: (Öfke dolu bir sesle) Evet giderim... Sonra?
İSLÂM BEY: Kabristana gittiğin zamanlarda hiç benim ailemden oralarda yatan birini gördün mü? Dedelerimden kırk iki tane şehit adı bilirim. Rahat ve huzurlu biçimde yatağında ölmüş bir erkek duymadım. Şimdi anladın mı? Sadece bir kişinin adını bile duymadım... Devlet savaş ilan etmiş, düşman sınır boylarımızda aziz şehitlerimizin mezarlarını, daha kemiklerini çiğnemeye çalışıyor... Hain düşman silahını vatanıma çevirsin ve karşısında önce benim göğsümü bulmasın? Bu mümkün mü? Olacak iş midir, vatan toprağı tehlikede olsun da, ben evimde rahat döşeğimde yatayım? Vatan! Vatan! Vatan tehlikededir diyorum. Duymuyor musun beni? Ben insan değil miyim? Vatanını sevmeyen adamdan, sana karşı nasıl sevgi duymasını beklersin?
ZEKİYE: Vatan... Vatan... Vatan söz konusu olunca ben ne diyebilirim? Ben... Ben ne diyebilirim ki? Git! Git!
Dünyada bunu da görecekmişim! Ben vatanı bilirdim, ben vatan sözünü daha önce duymuştum. Fakat iki kalbi birbirinden koparacağı hiç aklıma gelmemişti. Git! Ben, sadece bir iki damla yaş dökerim. Eğer izin vermezsen onu da dökmem, gönlümde saklar, içime akıtırım. İstersen her damlası bir damla zehir olsun. Savaşa gideceksin değil mi? Vatanın için gideceksin, değil mi? Beni de unut, dünyayı da unut... İnşallah sağ-salim gelirsin. O vakit burada bir kul bulursun. Ben her vakit kulunum... Yok eğer... Of! Ağzımdan çıkan her kelimeyi söyledikçe sanki ciğerimden bir alev kopuyor, boğazımı yakıyor. (Şiddetle ağlayarak yere kapanır)
İSLÂM BEY: Senin söyleyemediğini ben tamamlayayım... Eğer vatanım için şehit olacak kadar kısmetim varsa, o zaman sen de istediğin erkekle evlenebilirsin.
ZEKİYE: Allah yüz bin kere canımı alsın. Bana gözünün önünde, ellerimle gönlümü paralatacaksın! Sen şehit olursan ne mi olacak? O zaman benim bu dünyayla ne işim olur ki? Ben niçin yaşayacakmışım ki? Yaşadığına pişman olanlara bu dünyada ölümden kolay gelen bir şey var mıdır? İstersen bir defa olsun yüzüme bak. Ölüden bir farkım kalmış mı? (Sonra kendi kendine konuşur) Acaba birbirinden ayrılıp da telef olmuş iki garibin toprağını havada birleştirecek kadar olsun, kaderin merhameti yok mudur? (Âşıklara has bir tavırla) Gel bana doğru... Benden bir yemin istemiyor muydun? Âlemleri sevgi üzerine inşa eden, Rabbimizin bin bir ismine yemin ediyorum ki, dünyada da, öteki dünyada da Zekiye şenindir, senin kulundur.
İSLÂM BEY: Ben de Allah'ım...
ZEKİYE: (Yine sözünü keserek) Sus, konuşma! Yemin etme, ne olursun. Ağzından bir yalan çıkabileceğini bir kerecik olsun düşünsem, o dakikada çıldırırım. Ah! Bir bitsen seni gözüm nasıl görüyor! Gönlüm nasıl biliyor! Yüzüne baktıkça Allah'ın bir hediyesi hayat bulmuş da önümde geziyor sanıyorum. Sen erkeksin... Belki böyle şeyler aklına gelmez. Seni gördükçe ne düşünüyorum, biliyor musun? Buradan gittikten sonra zihnimde kalacak hayalini kıskanıyorum da beni tamamen unuttuğunu hissediyorum. Delilik... Değil mi bu?
İSLÂM BEY: Allah'ını seversen, biraz gayret edip beni bırak ki veda edebileyim. Benim gönlümü demirden mi zannediyorsun? (Kendi kendine) Vatani görevim için her şeyimi feda etmek üzere dünyada herkesten fazla kendimi haklı sanırken, on yedi yaşında bir kız kadar olamadım. Ben kederimden ağlamamaya çalışıyorum, o ise merhametinden gülmekle uğraşıyor. (Bir süre düşündükten sonra) Eğer ölürsem, hatta senin için bile ölsem, gam yemeyeceğim... Vatanımda senin gibi bir kızı görmek, bana göre, sana sahip olmaktan da büyük bir şeydir. (Uykudan yeni uyanmış gibi) Hem... Şuna inan... Sana söz veriyorum. Düşman üzerime top-gülle değil, yanardağlar, kuyruklu yıldızlar atsa yine de ölmeyeceğim...
ZEKİYE: Ümit... Hayal.
İSLÂM BEY: Sen Allah'ın adaleti nedir bilmez misin?
ZEKİYE: Bilsem ne olacak ki?
İSLÂM BEY: Bir defa düşün... Vatan, herkesin hakkını hukukunu ve hayatını koruyor. Onu savunmak gerektiğinde vatan evlâtlarını kırbaçla sınır boylarına sürüyorlar. Vatan ki, hâlâ erkeklerimiz onun anlamını bilmiyor, kadınlarımız adını bile duymamış. İşte, ister kibir say, ister gurur say, istersen delilik say, her ne sayarsan say; ben o vatanı sana, bana muhtaç görüyorum. Ben yürekten bir askerim. Hem yaşayacağız, hem vatanın gelecekteki parlak günlerini göreceğiz, hem de dünyada vatan yolunda ölmeyi bin yıl yaşamaktan hayırlı bilen çocuklar bırakacağız.
ZEKİYE: Hayalî Bunların hepsi hayalî Babam da bu tarz şeyler konuşurmuş! Babam da böyle umutlar beslermiş! Annem her gece bunları anlatırdı... Sonunda ne oldu biliyor musun? Öldüğü yeri hâlâ kimse bilmiyor!
İSLÂM BEY: Peki öldüğünü nerden biliyorsun?
ZEKİYE: Hiç yaşayan bir adam, on beş yıl boyunca sevgili eşine, sevgili oğluna ve sevgili kızına küçük bir haber olsun göndermez mi?
İSLÂM BEY: Kimse bilemez. İnşallah sağ-salim şu savaştan dönmek nasip olur da ben sana babandan bir haber getirebilirim.
ZEKİYE: Hayattan göçmüş bir adamdan ne haber gelir ki?
İSLÂM BEY: En azından mezarını öğreniriz ya... Zaman yaklaşıyor. Gel seninle mertçe bir vedalaşalım. O nurdan parlak, gülden temiz dudaklarınla vatanına dua et... Elbette Allah kabul eder. (Kendini tutarak ve gülümsemeye çalışarak) Gözlerinden dökülen bu inci taneleri de nedir? Hani dayanacaktın? Hani hiç ağlamayacaktın? Hadi biraz gül! Gül yüzün gülmedikçe, baygın gözlerinden daha mahzun duruyor. (Kendi kendine) Erkekçesine veda bu ise, âşıkça olanını Allah kimseye göstermesin. Hadi biraz gayret... Biraz gayret edelim... Seni Hakk'ın merhametine emanet ediyorum... Vatanına dua etmeyi sakın unutma. İşte... İşte... Ben gidiyorum... Ben gidiyorum... (Hiddet ve telâşla) Gidiyorum... Gidiyorum... Yaşasın vatan! (Zekiye, oturduğu yere yığılır kalır, İslâm Bey de odadan çıkar).

Üçüncü Tablo

ZEKİYE: (Tek başınadır)
ZEKİYE: (İslâm Bey çıktıktan sonra bir iki dakika geçmiştir. Bir süre daha o halde kaldıktan sonra odanın her tarafına göz gezdirerek) İşte gitti! Ah... Sevinecek bir şey olsaydı, belki rüya çıkardı. Beni de kendisi gibi dayanıklı zannediyor değil mi? Gösterdiğim gayrete inanıyor öyle mi? Ah! Gönlümde ne ateşler yanıyor, ciğerime ne hançerler vuruluyor, gözümden ne zehirler akıyor! Bilseydi, belki beni bu şekilde bırakacağına acırdı da öldürüp öyle giderdi. Sevgilim! Sen beni vatanın için terk ettin, ben seni kimin için terk edeyim? Benim vatanım da şendin, canım da şendin. Sadece iki kerecik görmek kısmet oldu. Gördüğüm vakitlerin bir dakikası geri dönebilse, yerine bütün ömrü mü feda ederdim. Biraz önce yanımdaydı, tutamadım! Hala bağırsam sesimi duyabilecek... Ayrılık... Ayrılık... Yine ayrılık... Yine hicran... Yine ayrılık.,. Ah! Sanki ben nefes mi alıyorum... Ciğerimin bir parçası kopuyor da ağzımdan yere dökülüyor. (Biraz dinlendikten sonra) Neden ölümü bekleyip durayım? Zaten her nefeste bütün ömrüm gidiyor. Zaten ben bu vaziyette üç gün bile yaşamam. Sanki bugün ölüversem ne olur? Gönlümün parçalanmadık neresi kaldı? Varsın olsun üzerinde bir de bıçak yarası bulunsun... (Biraz daha dinlendikten sonra) Peki ya o? Yaşayacak... Eğer duyar da benden sonra kendine kıyarsa... Neden? Neden canına kıysın? Onun sevdiği bir vatanı var, sevmeseydi gitmezdi... Sanki öldükten sonra sürekli hayalinde mi kalacağım? Annemi gözümün önüne getirmek istiyorum da o bile mümkün olmuyor. Kara toprak neleri örtmez, yokluk içinde neler kaybolmaz! (Biraz daha dinlendikten sonra) Ya benden sonra? Ya benden sonra bir... Başka birini severse? Dünya hali bu ya... Kini bilebilir? Yemin de etmedi... Ben ettirmedim. (Hayaletler görmüş gibi korkarak ve minderin üstüne yığılarak) Hayır... Hayır... O, dünyada benden başka kimseyi sevmez. Kimseyi sevmez. Severse mezarımı parçalar, kanlı kefenimle önüne çıkarım. (Hiddetle ve acı bir şekilde gülerek) Ben onun yoluna öleyim de o başkasını sevsin! Ah! Kendimi öldürüp de düşmanımı düşmansız mı bırakayım? (Yine mindere kapanarak) Rabbim! Yüce Rabbim! Ben mezarın yılanlarına, çıyanlarına razıyım. Gözümün önünde ne korkunç hayaller geziyor! Anneciğim! Anneciğim! Kara topraklarda yatacağına kızının yanında bulunsan ne olurdu! Aç... Kollarını aç... Kucağını aç... Ah... Üşüyorum... Korkuyorum... Kendi hayalimden, kendi düşüncemden... Kendi kendimden korkuyorum... Kucağını açmıyorsan, bari mezarını aç da ben de bir tarafına sokulayım...

Dördüncü Tablo

ZEKİYE (Odadadır)
İSLÂM BEY ile GÖNÜLLÜLER (Dışarıdadırlar)
İSLÂM BEY: (Sokaktadır) Arkadaşlar, hepimiz buradayız, değil mi?
(Zekiye, onun sesini duyar, hızla pencereye koşar ve pencerenin kenarına saklanır)
BİR GÖNÜLLÜ: (Bakışlarıyla etrafı süzerek) Hepimiz buradayız.
İSLÂM BEY: Yiğit kardeşlerim! Bayrağımın altına toplanmışsınız. Sizinle gurur duyuyorum. Fakat bilmem ki benden memnun olacak mısınız? Ben kavgaya gidiyorum. Fakat ölmek maksadıyla gidiyorum. Rahat olmak istemem, isteyenler arkama düşmesin. Kurşundan ve gülleden korkmam, korkanlar karılarının yanında otursun. Duyuyor musunuz? Söylediğim sözleri anlıyor musunuz? Ölüm korkusunu tamamen gönlünüzden çıkarmak elinizden gelir mi? Kendinizi şimdiden ölmüş saymak elinizden gelir mi? Ölümünüzü aramaya gidebilir misiniz? Biz vatanı savunacağız. Allah da bizi koruyacak... Kendinize bu kadar güveniyor musunuz? Nereye gideceğimizi bir bilseniz... Nereye gideceğimizi benim gibi gözünüzün önüne bir getirseniz... Şüphe etmem ki, hepiniz benim gibi olurdunuz. Arkadaşlar! Tuna, boyuna gideceğiz... Tuna, bizim için ölümsüzlük suyudur. Tuna aradan kalkarsa vatan yaşamaz, vatan yaşamazsa vatanda hiç bir insan yaşayamaz... Belki yaşayan bulunur... Evet! Belki bulunabilir (Büyük bir öfkeyle) Yok.. Yok... Yaşayan bulunur, ama o artık insan değildir. İnsan, vatanının ayaklar altında çiğnendiğini görürse yaşayamaz. Vatan toprağını ayaklar altında görüp de yaşayan, köpekten daha alçaktır. Kardeşlerim! İnsan, köpekten alçak değildir. İnsan, hiç bir vakit köpekten değil, hiç bir şeyden alçak olamaz. İnsandan büyük sadece Allah var! Allah, vatanı sevmeyi emrediyor. Bizim vatanımız Tuna demektir. Çünkü Tuna elden gidince vatan kalmıyor. Tuna kıyılarının neresini karıştırsanız içinden ya babanızın, ya kardeşlerinizin bir kemiği çıkar... Vatanımız için ölmeye hazır mısınız? Biz ölmeyince düşman Tuna'dan geçemeyecek. Geçenler bizi ya ölmüş yahut yaralı bulacak. Ben öleceğim diyorum. İçinizde ölümden korkmayan kimdir? Arkamdan ayrılmamak için Allah adına yemin eder misiniz?
GÖNÜLLÜLER: Allah adına yemin ediyoruz!
İSLÂM BEY: Arkadaşlar... Beni seven arkamdan dönmez...

Beşinci Tablo

ZEKİYE- (Tek başınadır.)
ZEKİYE: (Pencerenin kenarından acı bir şekilde gülümseyerek) Erkeğini seven ardından ayrılmazmış! Bakın, konuşurken vatandan başka bir şey düşünüyor mu? Bakın, burada bir zavallı var, kendinden ayrılmayı canından ayrılmaktan beter bilen fakat ayrılmamaya çare bulamayan biri var diye hiç aklına geliyor mu? Seni seven arkandan ayrılmaz öyle mi? İşte ben de ayrılmıyorum... Fakat erkek değilim... Kim nereden bilecek ki?

Altıncı Tablo


ZEKİYE - HANİFE
HANİFE: (Odaya girer) Kızım! Hanım kızım!
(Hanife'nin sesini duyan Zekiye telaş içinde diğer odaya koşar)
HANİFE: Nereye gidiyorsun? Nereye gidiyorsun kızım? Benim güzel kızım! Ben hasta olunca bir fincan ilâcı iki saatte getirir. Kendi istediği iş için bak nasıl da keklik gibi sekiyor!
ZEKİYE: (Yan giyinik bir halde tekrar odaya girer. Hanife'yi görmezden gelip bir taraftan da giyinir) Kardeşim! Efendim kardeşim! Kucağımda öldüğün zaman arkandan çıktığı için saklamıştım. Şimdi kim bilir ben kimin kucağında öleceğim de arkamda bulunacak? Hastalık geçermiş! Keşke gerçek olsa da bana bulaşsa... Keşke benim de bir kardeşim olsa da onun kucağında ölsem.
HANİFE: Bu ne biçim kıyafet? Sen ne yapıyorsun böyle?
ZEKİYE (Kızgınlık ve endişe içinde titreyerek) Gel buraya kadın! Beni bahçelere götür de erkek milletine göster diye sana kim söyledi? Bana bir erkekten mektup getir diye sana kim söyledi? Kim söyledi? Söyle bana, cevap ver!
HANİFE: Güzel kızım! Hanım kızım! Ne yapıyorsun sen, ne oluyor sana böyle?
ZEKİYE: Ne mi oluyor bana? Ben biliyor muyum ne olduğunu? Çıldırıyorum, aklım başımdan gidiyor. Kendimi intihar edeceğim. Anlayabildin mi? Sebebi de sensin. Hepsinin sebebi sensin... Hepsinin...
HANİFE: Aman kızım, ne demek bu böyle! Ben ne yaptım sana?
ZEKİYE: Ne mi yaptın? "Beni seven arkamdan ayrılmaz" dedi, duymadın mı? Sesi hala kulağımda çınlıyor... Duymuyor musun? Yüzüme bak bir kere! Hiç benim gözlerimi böyle kan içinde gördün mü? Hiç benim yüzümü böyle toprak renginde gördün mü? Çekiyor... Aslanpençesi kendine doğru çekiyor... Tâ yüreğimde... Tâ can evimde... Sebep de sensin... Anla da bana "Ben ne yaptım" deyip durma... (Mindere yüzükoyun kapanıp ağlayarak) Keşke memelerinden ağzıma süt yerine zehir akıtaydın da bu halleri görmeyeydim.
HANİFE: Güzel kızım! Hanım kızım! Hay Allah benim canımı alsın. Ne diyeceğimi de ne yapacağımı da bilmiyorum ki...
ZEKİYE: (Biraz sakinleşip kendini topladıktan sonra) Sütnineciğim! Benim merhametli sütnineciğim! Ben sana böyle kötü sözler söyler miydim? Ben senin böyle yüzüne bağırır mıydım? Elimde değil ki... Kendimi tutamıyorum. Ah! Halimi bilemezsin ki... Canım sütnineciğim... Verdiğin süt iliklerimde duruyor. Benim için ağladığın yetmedi mi? Sen bana hakkını helâl edersin, değil mi? Sütnineciğim! Canım nineciğim! Hakkını helâl et bana! Ben gidiyorum.
HANİFE: Kızım yoksa sen çıldırdın mı? Beni ak saçımla tımarhanelerde mi süründüreceksin? Nereye gidiyorsun böyle?
ZEKİYE: Ah nineciğim! Onu nasıl sevdiğimi bir bilsen! Eğer gitmezsem mutlaka kendimi öldüreceğim. Dünyam da ahretim da kararacak... O da umurumda değil. Cehennemde azap ederse Allah eder. O dünyada kalacak... Eten kara toprakta yatacağım... O belki başkasının olacak... (Korku ve telâşla Hanife'nin kucağına koşarak) Ah nineciğim! Canım nineciğim! Sanki anneciğim mezardan çıkmış da kıyafetini değiştirmiş. Beni bırak! Beni düşünme! Çıldırdığımı ister misin? Ne kendimi öldürebiliyorum, ne ölü gibi yaşamak elimden geliyor. (Ağlayarak devam eder) Gideceğim. Gideceğim. Onu seven ardından ayrılmazmış!
HANİFE: (Şaşkın bir şekilde) Biricik kızım, kızcağızım! Hay ayaklarım kınlaydı. Hay ağzım kuruyaydı.. Hay Allah bin türlü belâmı vereydi de...
ZEKİYE: Sus lütfen! Böyle konuşma. Kendine beddua etme! Ben şimdi kendimde değilim. Aklım başımda yok. Şimdi gideceğim. Kim bilir, bu gece hangi ağacın altında, hangi mezarın üstünde yatacağım? Gideceğim... Yine de gideceğim... İslâm Beyin arkasından gideceğim. O da benim gibi, "Gideceğim, gideceğiz" diyordu (Zekiye bu sözleri söylerken Hanife'nin şaşkınlığı giderek artmaktadır. Zekiye gittikçe hiddetlenerek erkekçe bir tavırla) Gideceğim. Gideceğim. O gitti, ben hâlâ burada duruyorum. (Zekiye kapıyı hiddetle örter ve dışarı çıkar)

Yedinci Meclis

HANİFE (Tek başınadır)
HANİFE (Kendini toplayarak) Ah kızım! Nereye gidiyorsun? Kapıyı çarpmış gidiyor! İşte gidiyor. Kızım! Kızım! Güzel kızım! Zekiye! Gerçekten gidiyor, gerçekten gitti! Ah! (mindere yığılır kalır).
Perde kapanır


İKİNCİ PERDE

Perde açıldığında Silistre Kalesi'nin bir tabyasında, her tarafta gönüllüler oturmuştur ve Zekiye de asker elbiseleriyle onların içindedir.


Birinci Tablo


GÖNÜLLÜLER - ABDULLAH ÇAVUŞ
BİR GÖNÜLLÜ: Susun! Susun! Konuşmayın!
DİĞER BİR GÖNÜLLÜ: Ne oldu, ne var?
BİRİNCİ GÖNÜLLÜ: Mızıkayı duymuyor musun?
İKİNCİ GÖNÜLLÜ: Eee duyduk ne oldu, bu telâşın nedir? İşte asker geliyor.
BİRİNCİ GÖNÜLLÜ: Hava çatışma havası...
ZEKİYE: Mızıka kavga havası çalıyorsa biz de kavga türküsü söyleriz.
İKİNCİ GÖNÜLLÜ: Şunun çocukluğuna bir bak hele!
ABDULLAH ÇAVUŞ: Çocukluk bunun neresinde? Kavgada kavga türküsü söylemekle kıyamet mi kopar?
BİRİNCİ GÖNÜLLÜ: Canım susun dedik biraz!
BİRKAÇ KİŞİ BİRDEN: Gelin türküye! Gelin türküye!
(Oradakilerin Hepsi Birden)
Emellerimiz düşüncelerimiz vatanın kurtulmasıdır Sınırlarımıza kara bizim vücut toprağıdır Osmanlılarız süsümüz kanlı kefendir Kavgada şehitlikle bütün emelimizi alırız biz Osmanlılarız can veririz ün alırız biz
Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda Can korkusu gezmez ovamızda dağımızda Her köşede bir aslan yatar toprağımızda Kavgada şehitlikle bütün emelimizi alırız biz Osmanlılarız can veririz ün alırız biz

İkinci Tablo

ÖNCEKİLER-ASKER-ALBAY SITKI BEY
SITKI BEY: Kalede kalmak isteyenler bir tarafa ayrılsın.
BİR GÖNÜLLÜ: Hepimiz burada kalmak istiyoruz ki, buraya geldik. Birbirimizden neden ayrılacakmışız?
SITKI BEY: (Oradaki hiç kimseye iltifat etmeyerek) Ağalar! Beyler! Düşman Tuna'yı geçti. Şehrin diğer tarafında herkes birbirine giriyor. Memleket bir iki güne kadar bütünüyle kuşatmaya uğrayacak gibi görünüyor. Allah göstermesin; devletin gücü kalesini kendi askeriyle de korumaya yeter. İçinizden her kim burada bulunmak istemezse, Paşa'dan izin var, hemen bugün dışarı çıksın.
BİR GÖNÜLLÜ: Düşman çok, askerimizin sayısı ise azdır, bizi daha da azaltmak mı istiyorsunuz?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Asker az olunca kıyamet mi kopar? Azdan az olur, çoktan çok.
SITKI BEY: Kıyamet mi kopar? Kıyamet mi kopar? Sen sus da biraz da şunlar söylesin!
ABDULLAH ÇAVUŞ: Yahu, ben söyleyince kıyamet mi?
SITKI BEY: (Sözünü keserek) Fesuphanallah! Ağalar... Beyler! Kuşatmada kurşundan, gülleden başka açlık, susuzluk da var... Kim kendini kurtarmak istiyorsa buradan çıksın...
BİR GÖNÜLLÜ: (Albay'ın karşısına geçerek) Beyim! Beyim! Biz buraya kendi arzumuzla geldik. Siz bir elinizle bize düşmanı gösteriyorsunuz, bir elinizle kaçılacak kapıyı! Saçıma sakalıma ak düşmediğine mi bakıyorsun? Kefenimi boynuma, şahadet özlemini de kalbime koydum. Ta Bağdat'tan buraya kadar o niyetle geldim.
ABDULLAH ÇAVUŞ: İşte hepsi de böyle söyleyecek, hepsi de bu kafada... Ne darılıyorsun? Bir kez de iş benim dediğim gibi çıkarsa kıyamet mi kopar?
SITKI BEY: (Oradaki hiç kimseye kulak asmayarak, gönüllüye hitaben) Kardeşim, benim sözüm sana değil...
BİR GÖNÜLLÜ: Hangimize?
DİĞER BİR GÖNÜLLÜ: Hangimizi daha savaş başlamadan düşmandan yüz çevirecek kadar alçak bir adam olarak görüyorsunuz?
SITKI BEY: Tamam anlaşıldı... Pekâlâ! Siz de bizim gibi vatan yolunda ölmek istiyorsunuz. Gayretiniz Allah katında boşa gitmez. Canınız giderse namınız geride kalır. İnsan olana öldükten sonra güzel bir nam bırakmak, belki hiç ölmemekten hayırlıdır. Gönlünüzü ferah tutun. Ölümden kaçmak insana yakışmaz. (Zekiye'ye hitaben) Çocuk!
ZEKİYE: Buyurun efendim?
SITKI BEY: (Tuhaf bir şekilde yüzüne bakarak) Sen kimsin?
ZEKİYE: (Telâşlı bir şekilde) Âdem.
SITKI BEY: Adın nedir?
ZEKİYE: (Kendini toplayarak) Adım, Âdem efendim.
SITKI BEY: (Kendi kendine) Ne münasebetsiz hülyalar! (Zekiye'ye hitaben) Kaleden çıkabilirsin. .İzin veriyorum.
ZEKİYE: Kalede kalmama izin vermiyor musunuz?
SITKI BEY: Evlâdım! Ne işe yararsın ki, seni burada alıkoyayım?
ZEKİYE: Vatan için öleceğim. Başka ne emredersiniz?
SITKI BEY: Sen henüz silah kullanacak yaşta değilsin.
ZEKİYE: Ben size canımı feda etmek istiyorum, diyorum. Siz bana yaşımın küçüklüğünden bahsediyorsunuz. Buraya adam öldürmek için mi geldiniz, ölmek için mi? Öldürmek içinse beni de öldürün. Ölmek içinse, emin olun ki sizden daha kolay, daha rahat ölürüm.
ABDULLAH ÇAVUŞ: (Albay Sıtkı Bey'e yaklaşarak) İçimizde şu zavallı çocuk da kalırsa, kıyamet mi kopar?
SITKI BEY: Sen galiba, kale elden çıksa bile "Kıyamet mi kopar?" diyeceksin!
AE3DULLAH ÇAVUŞ: Hayır efendim, ben ölmeden kale elden gitmez. Öldükten sonra da gevezelik edemem ya! Nasıl "Kıyamet mi kopar?" derim?
ZEKİYE: Benden ne istiyorsunuz? Vatan da Allah'ın bir dergâhı gibidir. Dergâha gelen kurbanın semizliğine, zayıflığına bakılır mı? Lütfen çocuklarınızın da vatan yolunda ölmelerine izin verin. Bu kadar gençler veremden, vebadan ölüyor; bir ikisi de kurşundan, gülleden ölürse ne olur?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Ne olur canım sanki? Kıyamet mi kopar?
SITKI F3EY: (Şefkatle Zekiye'nin suratına bakarak) Çocuk... (Kendi kendine) Bıyıksızı ölmek ister, aksakallısı ölmek ister. Ne diyeyim? Allah hepsini vatana bağışlasın.

Üçüncü Tablo

ÖNCEKİLER-İSLÂM BEY
İSLÂM BEY: (Göğsünde birkaç yara almış olduğu halde koşarak) Beyim! Beyim!
ZEKİYE: Ahh!
İSLÂM BEY: Suyu atlayıp geçtiler!
ZEKİYE: Kanlı nişanları göğüslerinde duruyor.
İSLÂM BEY: Sayıları yaklaşık olarak on bin kadardı... Üç yüz kişiyle karşılaştık. Üç saat çarpıştık. Üç saatte... Ah, üç saatte... Arkadaşların hepsi toprak oldu, hepsi ahirete intikal etti. Fakat en güçsüzü bile en az iki düşmanı da beraber götürdü. Cesetleri yerde yatıyor. Düşman hâlâ, uyuyan aslan görmüş kartal gibi, birine bile yaklaşamıyor, yanlarında dolaşıyor. Beyim! Üç yüz kişiydik. On bin süngüye karşı durduk. Güllelerin arasından kaçtık. Başımıza dolu gibi kurşun yağdı. Sonunda süngü süngüye geldik. Osmanlı ne demekmiş, onlara gösterdik. Hepimiz öldük... Ah! Hepsi öldü. Yedi kişi kaldık... Keşke biz de sağ kalmasaydık! Allah biliyor, ben de onlara kavuşmak isterdim... Allah biliyor ki, ben herkesin önündeydim... Cephanem tükendi, kılıcım kırıldı... Kollarımdan tuttular... Kollarımı bir türlü kurtaramadım... Beni zorla kaleye çektiler... Ah, vatanım! Senin hayatın tehlikede, ben hâlâ sağ duruyorum.
(Zekiye, bu sözler arasında yavaşça İslâm Bey'e yaldaşır. İslâm Bey ise bayılmıştır. Zekiye'nin kucağına yığılır. Herkes onun etrafında toplanır.)
SITKI BEY: Abdullah Çavuş, çabuk buraya gel! Şimdi beyi al, doğru benim odama götür. Her hizmetini gör. Doktor getir, cerrah çağır. Ben gelinceye kadar bir dakika yanından ayrılma! Anladın mı?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Tamam beyim iyi ama ya düşman kavgaya başlarsa, ben orada bulunamayacak mıyım?
SITKI BEY: Kavgada bulunmadığın vakit kıyamet mi kopar?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Doğru! Öyle ya... Kıyamet mi kopar? Kıyamet kopmaz ama! Her neyse... (Kendini toparlayarak) Ben de kaleyi kurtarmaya çalışacağıma, böyle kalelere bedel bir yiğidi kurtarmaya çalışırsam kıyamet mi kopar? (İslâm Bey'i kucaklayıp kaldırmak ister)
ZEKİYE: Çekil oradan! İşte canım kucağımda... İşte ölüm halinde... Onu da sen mi alacaksın? Biliyor musun? Anlıyor musun, Seviyorum.
SITKI BEY: Ne oldu sana çocuğum?
ZEKİYE: (Şaşkınlık ifadesiyle ve kendini toplamaya çalışarak İslâm Bey'i Abdullah Çavuş'a bırakır ve yavaşça doğrulur) Kim? Ben mi? Demek ki, bilmiyorsunuz? Demek ki... (Kendini tamamen toplayarak sahte bir metanetle) Demek ki anlayamamışsınız. Ben Manastırlıyım. Şimdiye kadar bu adam sayesinde yaşadım... İşte ölüyor... Görüyor musunuz? Ölüyor. SITKI BEY: Git buradan... Git yavrum. Sen de beraber git (Gözlerini silerek) Seneler var ki insanın gözü nasıl yaşarır unutmuştum. (Zekiye, İslâm Bey'in arkasından gider. Çevredekiler dağılmaya başlarlar)

Dördüncü Tablo

SITKI BEY- RÜSTEM BEY
SITKI BEY: Kaybolmuş da ne demek? Hiç adam kaybolur mu? Hele de bir kız... Ben onun nerede olduğunu biliyorum... Anasının yanında, kardeşinin yanında... Mezarlarım gözümün önüne getiremiyorum. Göremedik ki getireyim. Fakat zihnimde buluyorum (Mektuba bir daha göz gezdirerek ve acı bir şekilde gülerek) Zavallı adam kayboldu diye beni avutmak istiyor. Zekiye de gitti, öyle mi? Dünyaya yapayalnız geldim. Geldiğim gibi yapayalnız kaldım. Ölüm meleği Azrail başucumuzda dolaşıp duruyor. Bugün olmazsa yarın gider, hepsini görürüm.
RÜSTEM BEY: (Albaya sokularak) Beyefendi! İzin verir misiniz? Size bir şey soracağım. Benim bir okul arkadaşım vardı. Adı Ahmet idi! Aynen size benzerdi. Teğmen rütbesiyle Manastır'a gitmişti. Sonra kayboldu. On altı, on yedi senedir bir haber alamıyorum. Acaba sizin öyle bir kardeşiniz var mıydı? Varsa, bana ondan haber verebilir misiniz?
SITKI BEY: Hayır efendim! Benim öyle bir kardeşim yok! Fakat sorduğunuz adamı biliyorum. Hem de kendim gibi bilirim. Manastır'da yüzbaşı olmuştu. Ali Bey diye de bir arkadaşı vardı. Siz Ahmet Bey'i nasıl severseniz, Ahmet Bey de Ali Bey'i öyle severdi. Belki Ali Bey'i de bilirsiniz.
RÜSTEM BEY: Nasıl olur da bilmem? Zavallı çocuk, o da bir kardeşimdir. Öylesine bir kardeş ki, belki anamız babamız aynı olsa, fikrimiz, huyumuz o kadar bir olmazdı. Zavallıyı kurşuna dizmişler.
SITKI BEY: Neden kurşuna dizdiklerini biliyor musunuz?
RÜSTEM BEY: Hayır bilmiyorum.
SITKI BEY: Anlatayım da öğrenin bari... Ali Bey, Manastır da evlenmişti. Alayın Kaymakamı olacak edepsiz herif, bir gece evine misafir gitmiş. Ne biçim misafirse! Kahrolası melun, vatanın namusunu korumak için beline takılan kılıcı eline alır, çocuğun karısına zorla tecavüz etmek ister. Bir asker, bir insan öyle bir köpeğe ne yapar? Beynine bir tabanca sıkar, canını cehenneme gönderir. Askerlik gayretini, insanlık namusunu bilenlerin hepsi çocuğu alkışlarlar.
RÜSTEM BEY: Böyle bir şeyi kim olsa alkışlardı.
SITKI BEY: Divanıharp kurulur! O, hiç sizin gibi düşünmedi. O zamanki Divânıharb'lerin üyelerini bilirsiniz... Çocuğun bir mahkemede asker kaçağı gibi, vatan haini gibi kurşuna dizilmesine hükmettiler.
RÜSTEM BEY: Allah Allah! Yapmayın efendim.
SITKI BEY: Şimdi bir de kendinizi Ahmet Bey'in yerine koyun. Ali'yi kurşuna dizecek bölüğün komutanlığı emrini alsaydınız ne yapardınız?
RÜSTEM BEY: Allah göstermesin! Ben kurşuna dizilirdim de, yine o alçaklığı yapmazdım.
SITKI BEY: O da aynen sizin gibi düşündü. Anlıyorum ki siz de bir okulda, bir meslekte yetişmişsiniz. Ahmet Bey emri alır almaz, doğru Divanıharb'e gitti. Ben yanındaydım. "Ben askere bu yolda can vermek için girdim. İsterseniz beni de Ali Bey'le beraber kurşuna dizin. Buna hazırım. Fakat cellât olmak elimden gelmez. Hatta emrettiğiniz iş cellâtlık da değil, adeta katillik! O işi bir başkasına yaptırın!" dedi.
RÜSTEM BEY: Aslan kardeşim benim! Adam gibi adam olan Ahmet'im! Adam dediğin böyle olur.
SITKI BEY: Divanıharp bunda da sizin gibi düşünmedi. Ali Bey katildi, Ahmet Bey asi oldu. Ali'yi kurşuna dizdiler... Ahmet'i de... Ahmet'i de "keçe külah" ettiler. Rütbesini söküp ordudan atmak bir askeri nasıl etkiler, bilir misiniz?
RÜSTEM BEY: Allah öyle hâkimlerin yüz bin kere belâsını versin! Demek ki insan onlara göre, ırzını savunmamalıymış! Onlara göre, asker olan cellât olmalıymış! Öyle mi?
SITKI BEY: Zavallı Ahmet! O da Manastır'da evlenmişti. Üç yaşında bir oğluyla, on dört aylık bir kızı vardı. Gördüğü rezalet, uğradığı hakaret üzerine evine gidemedi. İki masum, iki günahsız çocuğunun yüzüne bakmaktan utandı. Allah'ın hikmetine, insanın bahtına, dünyanın haline dair ne okumuş, ne işitmişse, hepsi her dakika gözünün önünden geçiyordu. Allah'ını severdi, ona kulluk ederdi. Fakat o kadar gözü korkmuştu ki, merhamet istemeye bile cesareti yoktu. Ah! Kendini taşıyıp da bu dünyaya getiren ana, o zaman şüphesiz karnını yüz parça ederdi. Dünya... Hele dünya... Bir kere onun gözüyle bak... Sanki felek bir çocuk... Dünya onun elinde bir top... Felek oynuyor, dünya yuvarlanıyor... Çocuk oynuyor, top aşınıyor... Şimdi kırmızı görünen şey, göz yumup açıncaya kadar eğirilir. (Asabiyetten kendini kaybederek) Ah! Kaç bin kere kuyruklu yıldız gibi büyük bir yıldırım olup da bu çocuk oyuncağını, bu alçak toprağı, bu zulüm dünyasını, bu insana mezar olmaktan başka bir şeye yaramayan uğursuz âlemi bir vuruşta yüz bin parça etmek hayaliyle çıldıracak derecelere geldim... Kaç bin kere...
RÜSTEM BEY: (Sözünü keserek) Biz Ahmet Bey'den bahsediyorduk. Şimdi kendinizi anlatmaya başladınız...
SITKI BEY: (Kendini toparlayarak) Hayır hayır! Ben bazen konuşurken böyle dalarım. Biçarenin çektiği işkenceleri gözümün önüne getirdim de...
RÜSTEM BEY. Ziyanı yok... Sonra ne oldu peki?
(içinden) Bu adam muhakkak Ahmet'tir... Kendini tanıtmak istemiyor...
SITKI BEY: Sonra ne olacak? Öteki âleme gidemeyince dünyada öteki dünya için yaşayanların mekânı olan Hicaz'a gitmişti... O zamanlar gönlü adeta taş kesilmişti. Belki üzerine hızla çarpılsa ateş çıkardı, ama kendine tesir etmezdi.
RÜSTEM BEY: Hicaz'da da yanında mıydınız? Sanki kendi vicdanınızı ortaya döker gibi anlatıyorsunuz.
SITKI BEY: Size anlatıyorum ya işte, onun her halini bilirim. Kendim gibi bilirim. Garip haldir! Hicaz'da bulunduğu zaman hiç düşünmek istemezdi. Çoluğunu çocuğunu dahi unutmuştu. Fakat sadece vatanını unutamıyordu. Sadece devletin kendini yetiştirmek İçin harcadığı paraları gönlünden çıkaramazdı... Sonunda görev aşkı, vicdanına galip geldi. Yine orduya girdi. Fakat sadece asker!... Nefer...
RÜSTEM BEY: Nefer mi?
SITKI BEY: Nefer... Hem de onun neferliği tam beş sene sürdü. Tezkeresini bırakmadıkça onbaşı olamadı!
RÜSTEM BEY: Onbaşı da mı olamadı? Sen mi?
SITKI BEY: (Tehditkâr bir ifadeyle) Hayır, ben değil... O... Ahmet Bey! (Tekrar kendini toparlayarak) İş bununla kalsa iyi... Eski rütbesini tekrar alıncaya kadar kendini hiç kimseye tanıtmamıştı... Bir daha "keçe külâh" olmayı kim ister? Fakat o rütbeyi yeniden kazandıktan sonra Manastır'da bir dostuna mektup gönderebildi... Çotuğundan çocuğundan haber alabilmek için... Manastır'da sadece bir dostu vardı... Keşke hiç yazmasaydı... İlk aldığı cevapta, eşinin beş sene veremle pençeleşip döşeklerde yattıktan sonra, hasret içinde öldüğünü öğrendi. Aradan iki yıl geçmedi, dostundan bir mektup daha aldı. Bunda da oğlunun öldüğü bildiriliyordu. Son nefesinde iki kelime söyleyebilmiş. Önce "Babacığım!" Sonra da "Vatan!..." "Babacığım" dediği vakit, gözlerini gökyüzüne doğru dikmiş, sanki babasını arar gibiymiş... Dostundan bir mektup daha aldı; "Kızın kayboldu" diye yazıyor... Kızının öldüğünü açık bir şekilde söyleyemiyor... İşte Ahmet Bey'in hali bu.. Artık her şeyi öğrendiniz... Şimdi onun da senin gibi, belki senden büyük bir rütbesi var. Allah rızası için, bir yerde rast gelirsen tanıma! İstersen selâm bile verme. Adını duyarlarsa belki onu yine "keçe külah" yaparlar. Eşinin, oğlunun, kızının mezarını göremedi, belki kendi mezarını da vatanda bırakmazlar. Zavallıya vatanında yaşamayı zehrettiler, belki vatan için ölmekten de mahrum bırakırlar.
RÜSTEM BEY: Efendim! Ahmet Bey benim arkadaşımdı, kardeşimdi... Fakat öldü... Öyle ki, gönlümde, zihnimde arasam hayalini bile bulamam. Fakat bana bir kardeş gerek... Sen, onun yerini tutar mısın? Yerine seni koysam kabul eder misin? Kabul edersin değil mi? Ben Ahmet Bey'i öldü biliyorum... Ve şimdi Sıtkı Bey'in sevgisini istiyorum. Ağzımdan Ahmet Bey'in adını kim duyarsa, Sıtkı Bey'i getirsin, yüzüme çarpsın, başımı beynimi parçalasın.

Beşinci Tablo

ÖNCEKİLER - BİR GÖNÜLLÜ - ABDULLAH ÇAVUŞ......
GÖNÜLLÜ: (Telaşla yanlarına gelerek) Beyim! Beyim! Düşman hücum ediyor... Düşman geliyor... Hücum var...
ABDULLAH ÇAVUŞ: Biz bilmiyor muyuz? Düşman gelirse kıyamet mi kopar?
SITKI BEY: (Kendi kendine) Şu çocuk da bir türlü zihnimden çıkmıyor. Ne garip! Oğlum öleli üç seneden fazla oldu...
(Savaş havası başlar. Trampetler çalınır. Herkes silah başına koşar)
Ferde kapanır

ÜÇÜNCÜ PERDE

(Perde açıldığında düzenli tertipli bir oda görünür. İslâm Bey ayakta durmaktadır)
Birinci Tablo

ZEKİYE - İSLÂM BEY
ZEKİYE: (Kendi kendine konuşmaktadır) Hâlâ uyuyor, sadece uyuyor. Bana verdiği sözünü ne kadar da güzel tutmuş! Bak göğsünde kanlı yaralardan kaç tane iftihar nişanı var! Doktor ne diyordu? Bu geceyi de geçirirse yarın tehlike kalmazmış. Öyle değil mi? Ah! Umutlar doktor sözünün doğruluğuna kalırsa... Ben de deli miyim neyim? Allah göstermesin! Bir tehlike olsa, gönlüm bu kadar rahat olur mu? Ne kadar da tatlı uyuyor! Uyusun... Ömrümden bir yıl vermeye razıyım, yeter ki bir dakika fazla uyusun, (tebessüm ederek) İnsanın aklından ne deli hülyalar geçiyor! Acaba... Bir kerecik olsun... Ah! Ayrıldığı vakit hayalini kıskanıyordun! Deli miyim neyim ben? Şimdi bir gece rüyasında seni gördüğünü söyleseler, bu müjde için canını vermez misin? Uyuyor. Ne güzel uyuyor. Melekler gibi... (Bu sırada uzaklardan top sesleri duyulur) Hay Allah kahretsin! Savaş, ne hastayı bilir, ne yaralıyı düşünür... (Top sesleri giderek artmaktadır. İslâm Bey bu sırada uyanır. Zekiye, hemen odanın bir köşesine saklanır)
İSLÂM BEY: Atın! Atın topları! Uyumakta olan aslanları uyandırın. Şimdi suratlarını karşınızda; pençelerini göğsünüzde bulursunuz... Bu bedenimin hali ne böyle? Ha!... Ah! Ah! Yaralanmıştım... Yazık bana... Çok yazık... Kazandığım kavgalar... Kırdığım kılıçlar... Dağıttığım bölükler hep rüya imiş! Ey yüce rabbim! Ben ne büyük bir günah işledim ki böyle buhran içinde bile gözlerim her kapanıp açıldıkça yine Zekiye'nin yüzü görünüyor... (Top sesleri daha da sıklaşır... İslâm Bey daha da öfkelenir) Ah! Düşman karşısında adam bulamamış da güllesini kara topraklara, yalçın kayalara atıyor. Bizi istihkâm içinde görünce, kendini daha yiğit sanmaz ya... Hadi bire iki... Bire beş gelsinler... Biz, kurşunu göğsümüzle, süngüsünü gönlümüzle karşılamaya hazırız. (Top sesleri iyice yakınlaşır)
Patla! Patla! Bu kalede senin sesinden değil, içindeki ateşle küreyi patlatsan, onun gürültüsünden bile korkacak bir adam bulamazsın. Hatta ne de bir kadın bulabilirsin... Ne de bir çocuk... Fakat karşısına bir düşman çıkar... Hele vatanın kutsal topraklarının bir yabancının kirli ayağıyla çiğnendiğini görsün... İşte o zaman üzerine bambaşka bir hal gelir. O zaman en miskin en tembel köylüyle benim aramda hiç bir fark kalmıyor... O zaman, o abalı kebeli Türkler, o tatlı sözlü, yumuşak yüzlü köylüler, o çifte koşulan öküzden farksız sandığımız zavallılar silinip gidiyor; yerine Osmanlılığın, kahramanlığın ruhu ortaya çıkıyor... Sınır boyundaki en küçük bir taşın bile savunması emredilse, yavrusunu koruyan dişi bir aslandan, anasını savunan yiğit bir evlattan farksız hale geliyor. (Bir hamle yaparak ayağa kalkmaya gayret eder) Bu kale senin attığın güllelerle mümkün değil alınamaz! Elinden geliyorsa git, Azrail'le arkadaş ol. Bu hain düşman görmüyor mu ki, kendinden en az beş kişi kanlar içinde toprağa girmedikçe bizden bir kişiyi şahadete kavuşturmayı başaramıyor!
ZEKİYE: Ey yüce Rabbim! Ben şimdi nereye kaçıp saklanayım? On iki gündür aklı başında değildi. Ben de kendimi ne güzel saklıyordum. Fakat artık...
İSLÂM BEY: (Giderek daha fazla bağırmaktadır) Atın! Atın! Tek başıma bütün kuvvetlerinize karşı gelmekten çekinirsem Osmanlıların hakkı bana haram olsun! Bir kırık kılıçla sekizini yarım saat kovaladığım askerlerinizden daha namert olayım! (Sonra tekrar yatağa düşer kalır)
ZEKİYE: (Bu sözleri duyduktan sonra yerinden kalkar. Giderek daha fazla telaşlanmaktadır) Yine kendini güçten düşürecek ve hasta edecek...
İSLÂM BEY: (Yatağının içinde toplanarak) Kimdir o?
ZEKİYE: (Yüzünü göstermemeye çalışarak) Kimse yok efendim... Benim... Abdullah Ağa ile beraber hizmetinizde bulunmak üzere göndermişlerdi...
İSLÂM BEY: Bu ses! Bu ses!?... Bana bakar mısın, ben kaç gündür yatıyorum burada?
ZEKİYE: (Gayet üzüntülü bir tavırla) Ben nereden bileyim? Her gece yanınızdaydım... Çok zaman oldu...
İSLÂM BEY: Buraya, yanıma gelsene... Buraya... Daha yakınıma... Sen kimsin?
ZEKİYE: (Sürekli kendini gizlemeye çalışarak) Kim? Ben? Ben mi? Albay Bey sizin hizmetinize göndermişti ya...
İSLÂM BEY: Ah! Bu mümkün değil... Allah iki tane Zekiye yaratmaz. Gözlerimdeki yansıman nasıl ikileşiyor, şaşkınlık içindeyim... (Ellerini tutarak) Söyle... Söyle Âllah aşkına söyle... Bu yaralardan bayıldığım zaman senin kucağında mı yattım? Buhran içindeyken gözümün önünde hep dolaşan sen miydin? Sen Zekiye'sin değil mi? Allah, aşkına kendini saklama! Sen vallahi Zekiye'sin. Eğer Zekiye değilsen ben mutlaka şehit olmuşumdur. Allah bana Zekiye suretinde bir melek göndermiştir... Söyle, eğer bir sevdiğin varsa, onun başı için söyle, dünyada mıyım, cennette miyim?
ZEKİYE: Dünyada bir tek sevdiğim var. O da sensin. Senin başın üzerine yemin ederim ki ben Zekiye'yim. Senin Zekiye'nim. Manastırdan çıkarken, "Beni seven arkamdan gelir, ayrılmaz" dediğini unuttun mu? Sesinin yankısı hâlâ kulaklarımda, etkisi hâlâ yüreğimde duruyor.
İSLÂM BEY: Sen şimdi buralara kadar geldiğim için ve seni bıraktığım için beni kınayacak mısın? Sen rahatını, kadınlığını, hanımlığını benim için terk ettin... Günde birkaç fakiri besleyip doyururken, benim için bugün burada bir lokma ekmeğe muhtaç hale geldin... Beni yoktan var eden Rabbimin hakkı için, nasıl senden vazgeçerim? Bence vatan, imanla beraberdir. Vatanını sevmeyen Allah'ını da sevmez...
ZEKİYE: Ah! Sen vatanına böyle bağlı kalıp onu düşündükçe ne kadar da büyüyorsun... Ben de seni ne kadar düşünürsem gönlüm de o kadar yüceliyor... Söyle! Bana anlat... Seni dinledikçe sanki ömrüm artıyor... Öyle ki bedenimden taşacak gibi oluyor... Gönlümde güller açıyor... Aklımda güneşler doğuyor. Yarın savaşa çıkınca, herkesin önünde cepheye atılacaksın. Bil ki, ben de sana herkesten yakın olacağım. Her fedakârlığı göze alırım. Belki seninle ölümü paylaşanlayız... Yine de büyüklük sende... Kahramanlık sende... Sen vatanın için çalışıyorsun... Bense senin için... Sen kendi sayende yetişmişsin, ben senin sayende yetişiyorum.
(Dışardan bir ses gelir)
İSLÂM BEY: Kimdir o? ZEKİYE: Bilmem!

İkinci Tablo

ÖNCEKİLER - SITKI BEY - BİRKAÇ SUBAY
(Hepsi birbiri arkasına odaya girerler)
SITKI BEY: Şuraya toplanalım da birbirimizin derdini anlayalım.
BİR YARBAY: Artık anlayacak, anlaşılacak bir şey kaldı mı? Kaleyi kim koruyacak? Devlet burayı Paşaya teslim etmemiş miydi? İşte bir gülle geldi, Paşayı aldı götürdü. Başsız asker nasıl direnir? Burada duralım da...
ABDULLAH ÇAVUŞ: Bir Paşanın ölmesiyle kıyamet mi kopar?
YARBAY Kes sesini be adam! Kaledeki biçarelere acı! Burası devlete lâzım olsaydı, Ordu komutanı yardım gönderirdi.
(Oradaki subayların ve erlerin her biri cevap vermeye hazırlandığı sırada)
İSLAM BEY: (Son derece öfkeyle yatağından fırlayarak) Ulan sen şeytan mısın? Şeytandan da beter, nesin sen? Casus... Bu köpek mutlaka casustur... Edepsiz herif! Devlet bu kaleyi Paşaya emanet ettiyse, senin benim burada işimiz ne? Ordu Komutanından ne imdat bekliyorsun? Sanki düşmanın güllesi yeni gelenleri ayıracak da, onları mı vuracak? Sen geberdin mi? Şu karşındakiler sağ değil mi? Yardım gelip de ne olacak? Asker, bu kalenin her yerinde var! Ne duruyorsunuz? Niye bu köpeği kurşuna dizmiyorsunuz? Biz burada teslim olalım mı, olmayalım mı, diye lakırdı yapılmasına katlanacak mıyız? Kanlarınız mı dondu? Yüreğinizin çarpması mı durdu? Neden öyle şaşkın şaşkın bakıyorsunuz? Burada benden başka Osmanlı yok mu? (Üzerine hücum etmek ister. Subaylar araya girer)
YARBAY: Sen sus da ne söyleyeceklerse şu subaylar söylesin!
İSLÂM BEY: (Rüstem Bey'e) Hele şuna bak, neler saçmalıyor! Siz de susuyorsunuz, öyle mi?
RÜSTEM BEY: Ben kalenin teslimini teklif eden haine tüfekle karşılık veririm.
SITKI BEY: Yeter artık! Bundan sonra her kim teslim olma sözünü ağzına alırsa, kurşuna dizerim!
BİRİNCİ SUBAY: Bu haini neden hâlâ yaşatıyorsunuz?
İKİNCİ SUBAY: Düşman karşısındayız. Baruta, kurşuna yazık değil mi?
İSLÂM BEY: Ben onu şimdi bir kılıç darbesiyle iki parça ederim.
İKİNCİ SUBAY: Bu pisliğin, mundar kanına girmenin faydası nedir?
BİRİNCİ SUBAY: İyi düşünüp taşının! Sağ bırakmak tehlikeli olabilir!
SITKI BEY: (Abdullah Çavuş'a) Şunu götür! Yeraltındaki odalardan birine hapset. Kapısının önüne de iki nöbetçi koy!
İSLÂM BEY: Komutanım, neden tehlikeyi düşünmüyorsunuz?
SITKI BEY: Böyle bir hastalığın yayılmasını, mezar kadar hapishane de önler!


Üçüncü Tablo

ÖNCEKİLER - DİĞER BİR SUBAY
(Dışarıdan gelmiştir)
GELEN SUBAY: Düşman sağ tarafa yüklenmiş, ilerliyor! Vaziyet alın.. Silâh başına! Silâh başına!
(Savaş trampeti çalmaya başlar. Herkes hızla dışarıya çıkar)

Dördüncü Tablo

SITKI BEY - İSLÂM BEY - ZEKİYE
SITKI BEY: (İslâm Bey'in önüne geçerek) Sen biraz dur bakalım! Böyle hücumlara onlar da yeter. Kale gerçekten büyük tehlike içinde, bunu bilmiyor musun? Ne yardım geliyor, ne erzak var, ne de para... Ne de subay kaldı... Allah bilir, devlet bu kaleyi gözden çıkardı galiba...
İSLÂM BEY: Kumandanım, o ne biçim söz öyle! Devlet hiç kalesini gözden çıkarır mı? Ordu Kumandanı ne yapsın? Düşman çok, askerimiz az. Onlar bizim gayretimize güveniyorlar, düzenlerini bozmuyorlar. Keşke göğsüme değen ilk kurşun canımı alsaydı da sizden bu sözleri işitmeseydim.
SITKI BEY: Oğlum, ben kaleyi teslim etmeyi düşünmüyorum. Kurtarmaya bir çare arıyorum. Kaleyi teslim etmek isteseydim, seninle bunu tartışır mıydım?
İSLAM BEY: Kurtarmaya tek çare var... Savaşmak... Ölürüz de teslim olmayız... Vesselâm...
SITKI BEY: Kaleyi kurtarmak için aklıma bir çare geliyor ama... Gerçekten ölecek adam ister.
İSLÂM BEY: Ben daha ölmedim.
SITKI BEY: Ölmedin ama hastasın.
İSLÂM BEY: Allah Allah! Hasta olan adam ölemez mi? Kumandanım, siz emredin; ben vatanım için hastayken de ölürüm, sağlamken de ölürüm... Bir kere ölüp de dirilsem, yine ölürüm...
SITKI BEY: Bu gece düşmanın ordusuna girip, cephanesini ateşleyebilir misin?
İSLÂM BEY: Elbette ateşlerim... Hem de gerekirse üzerine çıkar öyle ateşlerim. Fakat onların karargâhına nasıl gireceğim?
SITKI BEY: İşte tüm mesele de orada zaten! Aklıma gelen fikir, delilik gibi görünüyor... Yüzde bir ümit var, belki o da yok... En küçük bir hatada, esir düşüp kurşuna dizilmek de var... Elinden tutup düşman cephanesinin başına götürmek mümkün olsa, kalede bu fedakârlığı göze alacak bin tane korkusuz yiğit bulurum. Kararımı verdim. Bu gece düşman ordugâhına ben gireceğim. Fakat tek başıma bunu başaramam.
İSLAM BEY: Komutanım, ben ne güne duruyorum?
SITKI BEY: Bir kişi yeterli olsaydı, şimdiye kadar tek başıma yapmaz mıydım sanıyorsun?
İSLAM BEY: Komutanım, bu nasıl bir düşüncedir? Bu tabya senin varlığınla ayakta duruyor. Kahramanca bir hareket için asıl hedefimizi heba mı edeceksin?
SITKI BEY: İslâm Bey, sen biraz önceki kendini bilmezin sözlerine mi bakıyorsun? Burada bu kadar medrese görmüş, bu kadar rütbeyi bir savaşta kazanmış subaylarımız var... Bu kadar ecelle pençeleşmekten çekinmeyen askerimiz var... Emin ol! Bu askerin her biri bin canı olsa verir, ama kalenin bir taşını vermez.
İSLÂM BEY: (Gözlerini silmektedir) Benim de sevinçten gözlerimi yaşarttın. Bak kadınlar gibi ağlattın beni de... Bilmez miyim? Bilirim, asker kaleyi vermez. Fakat düşman zorla alır. Faşa da şehit oldu. Sen de kendini feda edersen, bu savaşı kim idare edeeek? Herkesin yüreğinde gördüğün kuvveti sen kendi aklında görmüyor musun? Senden emir almayınca kim ne yapacağını nereden bilecek? Allah aşkına etme! Vatan evlâtlarına biraz merhamet et!
SITKI BEY: Ne yapalım evlâdım? Elimdeki son çareyi bir adama nasıl teslim edebilirim? Ya bu harekât sırasında yardım gereken bir iş çıkarsa? Orduya tebdili kıyafetle girilecek... Kim bilir, ne olur ne olmaz...
ZEKİYE: (Saklandığı köşeden orta yere çıkar) Madem iki kişi lâzım, biri de ben olurum.
SITKI BEY: Sen de kimsin? Ah! Zavallı çocuk! Sen yerinde dur!
İSLÂM BEY: (Zekiye'ye) Ne diyorsun sen?
ZEKİYE:: (İslâm Bey'e) Merhametsiz adam! Mezarının bir parçacık yerini de mi benden esirgeyeceksin? (Sıtkı Bey'e) Lütfen izin verin, siz vatan için ölecek birini arıyorsunuz. Öldürmeye gücüm yetmiyor belki ama ölmeyi elbette başarabilirim. Daha önce de söylemiştim; sizden kolay ölürüm. Orduya tebdili kıyafetle gidilecek dediniz. Rumeliliyim, biraz lisan da bilirim. Tebdili kıyafet benim için, sizden daha inandırıcı olur. Girdiğim yerde kendimi ele vermem. İnanmazsanız İslâm Bey'e sorun!
İSLÂM BEY: (Tereddüt içinde) Kumandanım çocuk haklı gibi görünüyor!

Beşinci Tablo

ÖNCEKİLER - ABDULLAH ÇAVUŞ
ABDULLAH ÇAVUŞ: Yine karşıda asker toplanıyor. Galiba hücum var. Sizi tabyaya çağırıyorlar.
SITKI BEY: Abdullah!
ABDULLAH ÇAVUŞ: Buyurun efendim?
SITKI BEY: Buraya gel! Şu kale uğruna ölmek ister misin?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Ölürüm tabii! Kıyamet mi kopar?
SITKI BEY: İslâm Bey bu gece bir yere gidecek. Beraber gidebilir misin? Fakat işin ucunda yüzde doksan dokuz kurşuna dizilmek var.
ABDULLAH ÇAVUŞ: Kurşuna dizilirsem sanki kıyamet mi kopar?
SITKI BEY: Aferin sana Abdullah! Hadi tabyaya gidelim. Bakalım bugünkü düğünümüz nasıl geçecek? Yapacağımız işi de orada ayrıntıları ile konuşuruz.
ZEKİYE: (Sıtkı Bey'e dönerek) Kumandanım, aciz kulunuzu neden o kadar hakir gördünüz?
SITKI BEY: Hayır çocuğum, sen de gideceksin. Üç kişi olursanız iş daha sağlam olur... Abdullah da dil bilir...
(Sıtkı Bey, İslâm Bey, Abdullah Çavuş birer birer çıkarlar)

Altıncı Tablo

ZEKİYE: (Tek başınadır)
ZEKİYE: (Kendi kendine konuşmaktadır) En sonunda kara toprak bana bağrını açıyor. Sonunda ölüm kendini bana gösteriyor. Meğer Rabbim, gelinlik duvağımı kendi kanımdan kısmet edecekmiş! Meğer şehit olmadan birbirimize sarılmak kaderde yokmuş! (Biraz duraksadıktan sonra) İmkân dâhilinde olsaydı keşke, yaşamak da aslında fena değildi... Dün gece gördüğüm rüyalar da neydi? Sevgilim ve ben oturmuşuz... O kucağıma yatmış... Mehtap, yaprakların arasından her tarafımıza elmas parçaları saçıyor... Ben elimle kalbimi dinliyorum... O saçımla yüzünü örtüyor... Ben hazin bir şekilde ağlıyorum... Memleketimizdeydik... Bahçede büyük çınarın altın da... Ah! Rüyaydı... Keşke bütün ömrüm böyle bir rüyayla geçseydi... (Pencereden bir top alevi görünür. Titreyerek sarsılır) Bu alevden de insanın içine sanki karlar yağıyor! Güneş de ne muhteşem bir manzara arz ediyor! Bulutlar bin bir renge boyamış. Sanki cennet bahçelerinin resmini yapıyor. Topların dumanı da ömrümün son gününde olsun sabahı seyretmeye fırsat vermiyor ki! (Biraz düşündükten sonra) Meğer canından iyice vazgeçenlere ölmek pek de korkunç bir şey gibi gelmiyormuş! Şimdi ölüm canlanıp karşıma çıksa, üzerine yürümekten çekinmeyeceğim.

Yedinci Tablo

ZEKİYE - İSLÂM BEY
İSLÂM BEY: (Odaya girerek) güzel yüzlü Zekiyeciğim!
ZEKİYE: (Güleryüzle) Efendim?
İSLÂM BEY: Meğer ben ne şanssız adammışım! Seni yanımda gördükçe nasıl düşünüyorum biliyor musun? Bir melek benim için göklerden bu kara topraklara inmiş. Kendimi şeytandan daha alçak görüyorum. Kendi kendime, 'Şeytan insanı aldatır, ben bir meleği aldattım' diyorum. Neden benim için bu hallere girdin? Niçin o güzel vücudunu benim yolumda toprak edeceksin?
ZEKİYE: Ah Sevgilim! Gönlümü de öteki âleme param parça göndermek mi istiyorsun? Ben sana ne yaptım? Beni bir melek mi sanıyorsun? Gerçekten melek olsam, yine gökleri bırakıp, senin ardına düşerdim. Ben senin için ne hale gelmişim? Ömrümde bizim Albay Bey kadar babalığa yakışır bir adam düşünemiyorum. Gönlümde hep, rahmetli annem, rahmetli kardeşim vardı. Onlarla avunurdum. O da sadece bir avuntu! Fakat sen... Sen ölümü benden fazla seviyorsun. Ben de seni canımdan fazla seviyorum. Vefasız sevgilim! Beni yalnız bırakıp da mezarın kucağına koşacaktın öyle mi? Benim dünyada senden başka varlığım olmadığını bilmiyor musun? Sen kaybolursan Zekiyeciğinin ayakta gezen bir canlı cenaze gibi kalacağını hiç mi aklına getirmedin? (Ağlamaya başlar) Askere gidersin, beni bırakırsın; ölmeye gidersin beni bırakırsın. Senin yegâne amacın benden ayrılmak mıdır? Bundan başka bir şey düşünemez misin?
İSLÂM BEY: Sus! Allah aşkına sus! Beni tıpkı yetim çocuklar gibi bağırarak ağlatacaksın. Bana yüreğimde ne varsa ortaya döktüreceksin. Kalbimdeki sırları sana söylemeyeceğim de kime söyleyeceğim? Zekiye'm benim! Sen beni alçak zannetmezsin değil mi? Albay'a söz verdiğim zaman önce vatanımı, sonra da senin benimle beraber geleceğini düşündüm. Aklına yanlış şeyler gelmesin... Ah, Zekiye! Zekiye! Gönlümde, senin sevginle vatan sevgisini denemeye kalkma! Bunu sakın unutma! Öyle bir deneme, beni öldürür. Sensiz ölmek de istemem, yaşamak da istemem... Zaten inancımızı bilirsin, biz ölmeyeceğiz. Biz yine hep beraber olacağız... Biz, vatan için her dakika ölmeye koşuyoruz, ölmüyoruz. Demek ki vatanın yaşamasına hizmet için yaratılmışız.
ZEKİYE: Sevgilim, hiç şüpheye düşme. Şayet ölecek olsaydık, sen yaralarından ölürdün, ben yarana baktığım zaman çektiğim acılardan ve sıkıntılardan ölürdüm. Ah! Bilemezsin... Bilemezsin ben ne haldeydim! Bilemezsin, ben neler çektim! Ölüm sanki gözümün önüne geldi, aylarca yatağının etrafında dolaştı. Bu kadar zaman senin yanında sana hizmet ettim, beni tanıyamadın! Doktorlar senden ümidi kesti... Herkes ümidi kesti, bir ben kaldım. 'Kader, öyle zulümlerin dışındadır; elbette dışındadır', diye öfkeyle söylediğin söz vardı ya... İşte o söz hep kulaklarımda çınlayıp durdu... Ağzından çıkan sözlerin bazısı zihnimde, gönlümde kazılmış gibi duruyor... Hiç kulağımdan çıkmıyor. Hele o söz hiç hayalimden gitmedi. Doktorlar "Hastada ümit yoktur" dedikçe, ben "Sevgilim elbette iyileşecek... Sevgilim elbette vatanına daha büyük hizmetler edecek!" diye kendi kendime söylenip dururdum... Allah bir mucize gösterdi ve umudumu yalan çıkarmadı. Allah boş yere mucize göstermez. İnşallah bu hizmetten de sağ geliriz.
İSLÂM BEY: Allah bilir.
ZEKİYE: Her zaman mucize gösteren Allah, bir mucize daha göstermek için cömertlik yapamaz mı? Hakkın adaletine, vatanın büyüklüğüne inancını unuttun mu?
İSLÂM BEY: Kesinlikle unutmadım! Hiç bir zaman unutmam. Allah her zaman büyüktür. Vatan da her zaman kutsaldır.

Sekizinci Tablo

ÖNCEKİLER - ABDULLAH ÇAVUŞ
ABDULLAH ÇAVUŞ: (Odaya girerek) Hadi Beyim gidiyoruz!
İSLÂM BEY: Nereye?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Kaleden şimdi çıkmamız lazım ki, düşman karargâhına girmemiz mümkün olsun. Gideceğimiz yollardan dolaşmak yaklaşık olarak üç dört saatimizi alır. Tebdili kıyafet için giysilerimiz de hazır.
İSLÂM BEY: Hangi taraftan gideceğiz?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Ben yolu biliyorum.
İSLÂM BEY: Önce Miralayı görsek daha uygun olmaz mı?
ABDULLAH ÇAVUŞ: O zaten bize geliyor!
İSLÂM BEY: Keşke biz onun yanına gitseydik!
ABDULLAH ÇAVUŞ: O bizim ayağımıza gelirse sanki kıyamet mi kopar?

Dokuzuncu Tablo

ÖNCEKİLER - SITKI BEY
SITKI BEY (Odaya girer) Evet, hazır mısınız arkadaşlar?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Biz gidiyoruz. Fakat birkaç gün bizden haber alamazsan meraklanma.
SITKI BEY: 'Birkaç gün gelmezsek merak etme' de ne demek?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Birkaç gün, birkaç gün demek. Saklanmalı, fırsat kollamalı, bir yolunu bulduktan sonra orduya öyle girmeli. Misafirliğe gitmiyoruz...
İSLÂM BEY: Abdullah'ın dediği gibi yaparsak işimiz daha sağlam biçimde yapılmış olur.
SITKI BEY: Siz bilirsiniz. Bence bir gün önce ölmekle bir gün sonra ölmenin hiç farkı yok.
ABDULLAH ÇAVUŞ: Yapacağımız iş iki gün geç yapılsa kıyamet mi kopar?
(Silâh başına trampeti çalar)
SITKI BEY: Hain düşman yine mi hücum ediyor! Herifler ölmekten de bıkmıyorlar!
ABDULLAH ÇAVUŞ: Haydi Beyim! Top atışı başladı. Güllelerin arasından geçmeli. Savaş meydanında bu yoldan daha güvenli yol yoktur.
İSLÂM BEY: Haydi bakalım... Ölüm bizi bekliyor. Yaşasın vatan!
(İslâm, Zekiye, Abdullah hep beraber dışarı çıkarlar)
SITKI BEY: (Zekiye'ye dikkatli bir şekilde bakarak) Oğlum mezarda yatıyor...
Perde kapanır

DÖRDÜNCÜ PERDE

(Tabyanın bir başka tarafı)

Birinci Tablo

SITKI BEY (Tek başınadır)
SITKI BEY: (Kendi kendine konuşmaktadır) Hiç lüzumu yokken üç kişinin daha kanına girdim! Kuşku yok ki onlar şehit olmuşlardır. Düşman zaten bırakmış gidiyormuş. Düşündüğüm tedbire hiç gerek yokmuş... Eşimin benim hasretimden öldüğünü duydum. Oğlumun ölüm haberini duydum. Kızın kayboldu dediler. Dünyada Rüstem'den başka kimsem kalmamıştı. Dün o da şehit oldu. Kucağıma düştü. İslâm'ı... Şimdi İslâm'ı, kendi ellerimle gözlerini bağlayıp kurban olmaya gönderdim. On yıldır her türlü kahrımı çeken biçare Abdullah da beraber gitti. O çocuk! O çocuk! Gözümün önüne getirdikçe yüzünün parlaklığı ateş gibi ciğerime yapışıyor. Sanki iş yaptım! Hiç ağzında annesinin sütü kokan zavallı ölüme gönderilir mi? (biraz duraksadıktan sonra) Bırak efendim, bırak! Hâlâ gönlün insan gönlüne benzememiş! Yüreğin taş mı kesildi? Hâlâ için kan ağlıyor... Çocuk biraz, rahmetli eşime mi benziyordu ne! Yüzüne baktıkça kâh oğlum aklıma geliyor, kâh kızım... Bu içimdeki keder ondan değil mi sanki? İnsan zayıf, insan aciz... Bir türlü kendini yenemiyor... Bir türlü kendi yapısına hükmedemiyor... Ben de kendimi gönlüme hâkim zannederdim... Fakat heyhat!

İkinci Tablo

SITKI BEY - BİRKAÇ SUBAY
(İçeri girerler)
SUBAYLARDAN BİRİ: Komutanım, düşman kuvvetleri çadırlarını sökmeye başladı. Gece Tuna üzerine köprüler kurmuşlar. Cepheden çekiliyorlar...
SITKI BEY: Evet ben de gördüm.
İKİNCİ SUBAY: Komutanım emredin, dışarıya çıkalım. Belki birkaç top, bir iki de bayrak bıraktırmayı başarırız.
SITKI BEY: Cepheyi bırakıp terk eden düşman arkasından takip etmeye ne lüzum var?
İKİNCİ SUBAY: Allah Allah! Buradan gittiyse, devletimizle barış imzalamadı ya! Askerini Tuna'nın başka tarafına sevk etmeyecekler mi? Oradakiler de bizim kardeşlerimiz.
Birkaç kişiyi daha bu topraklarda öldürsek ne olur sanki?
SITKI BEY: O zaman yüzünü geri çevirtmeyelim.
BİRİNCİ SUBAY: Çevirirse sence ne olma ihtimali vardır? Geldiği zaman ne yaptı ki, giderken ne yapsın? Geldiği zaman korkmadık, arkasından bakarken mi korkacağız? Emret, çıkalım! Emret, toplar patlasın! Diğer birlikler top atışına başladı. Her taraftan dışarı asker dökülüyor...

Üçüncü Tablo

ÖNCEKİLER - ABDULLAH ÇAVUŞ
(Abdullah Çavuş koşarak gelir)
SITKI BEY: Abdullah!
ABDULLAH ÇAVUŞ: Efendim komutanım?
İKİNCİ SUBAY: Komutanım, siz sadece emredin, toplar atılsın. Yolcuları selâmlasınlar. Birliklerimizi uğurlamaya gidelim. SITKI BEY: Tamam, tamam! Sizin dediğiniz gibi olsun. Gidin! Ben de arkanızdan gelirim.
(Subaylar çıkarlar)

Dördüncü Tablo

SITKI BEY - ABDULLAH ÇAVUŞ
SITKI BEY: Abdullah!
ABDULLAH ÇAVUŞ: Buyurun efendim?
SITKI BEY: Şu bizim çocuk nerede?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Çocuk mu? Nerede olacak? İslâm Bey'in yanında!
SITKI BEY: Eee, İslâm Bey nerede?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Dışarda!
SITKI BEY: Yaşıyor mu?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Benden ayrıldıklarında yaşıyordu. İkisi de yaşıyordu. Fakat şimdi ne durumda bilemeyeceğim.
SITKI BEY: Söyle bakalım, ne yaptınız? Ne oldu?
ABDULLAH ÇAVUŞ: İslâm Bey midir nedir? O, adam değil Allah'ın belâsı! Çocuk, âdeta gölge. O bir yere gitti mi, bu yanına yapışıyor. Az kaldı, hem kendilerini telef edeceklerdi, hem beni. İşi yapmak için amma da adam bulmuşsun! Fakat ben ikisinden de memnunum. Allah da memnun olsun... Yiğit delikanlılar..
SITKI BEY: Eee, ne yaptınız? Onu söyle bakalım! Ne yaptınız orada?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Buradan çıktıktan sonra üç gece bir köyde yattık. Bir türlü düşman ordusunun yanına yaklaşamadık. Sonra gizli bir yol bulduk. Sürünerek tâ şu tepenin ardına gittik. Orada bir mağara var, orada saklandık. Düşman başladı gece yarısı çadırlarını toplamaya. Mağaradan çıktık; sürünerek ve gizlenerek cephanenin yanına bir hayli yaklaştık. Yaklaştık fakat ne fayda?" Cephanenin çevresini karakol içinde karakol sarmış. Düşündük, çalıştık, bir türlü istediğimiz yere sokulamadık. Ben, "Haydi sağ salim şuradan çıkalım" derken. İslâm Bey, cephaneye karşı bir tabanca atmasın mı? Meğer kapının önüne bir barut sandığı indirmişler. Kurşun da vardı onu buldu...
SITKI BEY (Sözünü keserek) Sonra?
ABDULLAH ÇAVUŞ - Sonra ne olacak? Bir gürültüdür koptu. Tüfeğe sarılan sarılana... Başladı üzerimize dolu gibi kurşun yağmağa... İslâm Bey sanki ölüme âşıkmış gibi kurşunları kucaklamaya çalışıyor. Gölgesi, zaten yanından ayrılmıyor. Sanki ölümü gözümle gördüm desem, inanın! Bereket versin, İslâm Bey üç yerinden yaralandı da, bayıldı, yere yıkıldı. Ben omuzlarından tuttum, çocuk da ayaklarından sarıldı, mağaranın kenarındaki çalılığa girdik. Kargaşalıkta izimizi bulamadılar. O arada iki kurşun da benim kısmetime düştü. Biri sağ küreğimin üstündeydi, çıkardım. Öteki de budumda. Hem ön tarafta hala duruyor.
SITKI BEY: Peki mağaradan nasıl kurtuldunuz?
ABDULLAH ÇAVUŞ: O taraftaki düşman askeri Tuna'yı gece geçmiş. Ben sabahleyin mağaradan başımı çıkardım, etrafıma baktım, kimseler yok. Yoldaşlarla kalktık, gittiğimiz sapa yola girdik, çalı aralarında gizlenerek kaleye yaklaştık. İslâm Bey cehennemin üstüne atılıyor... Düşmana çattık. Bir elinde tabanca, bir elinde kılıç... "Ya Allah" dedi, bir cephane arabasına doğru fırladı. Bir kurşunla ne araba kaldı, ne beygir; ne yanında askerler... Her birinin parçası gökyüzünün bir tarafına uçuştu. Vallahi Komutanım, araba ile onun arası, benimle sizin aranız kadar ya vardı ya yoktu...
SITKI BEY: Aslanım benim, helâl olsun delikanlıya!
ABDULLAH ÇAVUŞ: Onu da, bizi de Allah korudu. "Beyim, haydi gidelim. Albay bizi bekler" diyorum. Baktım olmayacak... Düşman zaten sırtını bize dönmüş. "Bir adam eksilmekle kıyamet mi kopar?" dedim. Size haber vermeye geldim.
SITKI BEY: Aferin sana. Allah hepinizden razı olsun. Vatanın ekmeği hepinize helâl olsun...
ABDULLAH ÇAVUŞ: (Tabyadan dışarı bakarak) Bak, bak Bey, kaçıyorlar be!.. Daha yarım saat olmadı. Aceleniz ne?
SITKI BEY: Abdullah, düşmanın kaçtığına mı kızıyorsun?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Komutanını, ben düşmanın o kadar da korkağını sevmem. Sanki bir saat daha ateş karşısında dururlarsa kıyamet mi kopar? Komutanım! İslâm Bey geliyor. Allah Allah! Yine elinde kılıcı kırılmış. Kaleye gelirken sanki mezara gider gibi geliyor. (İslâm Bey'e bağırarak) Buraya gelsene! Albay Bey bekliyor. Sanki kaleye girersen kıyamet mi kopar?
SITKI BEY: Çocuk nerede?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Gölgesi onun arkasından ayrılır mı hiç? Hele içeri girebildi... Mübarek, ateşin üstüne atılırken de biraz böyle yavaş yürüsen ne olur, kıyamet mi kopar?
SITKI BEY: Cenâb-ı Allah'a binlerce kez şükürler olsun... Şunların boş yere telef olmasına sebep olaydım, ya çıldırırdım, ya kendime kıyardım. Şükürler olsun, Allah yardım etti.
(Bu arada İslâm Bey oraya ulaşır)


Beşinci Tablo

ÖNCEKİLER - İSLÂM BEY
SITKI BEY: Gel bakalım oğlum! Gel benim kahraman Beyim! Gel aslanım! Dünyada ve ahirette yüzün ak olsun. Vatanını sevenlere ne büyük ibret dersi verdin, vatanı için ölmek isteyenlere numune-i imtisal oldun. Vatan sevgisi vücut bulsa, inan ki sen olurdun. Kahramanlıklarını Abdullah'tan dinledim. Duymaya da gerek yoktu aslında! Beyim, Allah seni bize bağışladı, seni vatana bağışladı, Allah'a şükürler olsun! Meğer düşman zaten gidiyormuş. Fakat kim bilebilirdi ki? Casus kullanmayı milletimizin şanına yakıştıramadım ki, anlamak mümkün olsun.
İSLÂM BEY: Komutanım! Sen neler söylüyorsun? Ömrümde beni bu işe memur etmenizden büyük şeref mi olur? Bana güvendiniz. Bu kalenin kurtulmasını benim gayretimden beklediniz. Düşünsenize, buradan gittiğim zaman ben devlet kadar büyüktüm. Vatan kadar kutsaldım. Ne şerefti benim için, on iki bin mert gibi dövüşerek şehit olmak... Tarihin sayfalarında tek başına bir ordu olarak anılmak... Vatanımı ben kurtaraydım, vatan şöyle dursun, şu kaleciğin kurtulmasına ben sebep olaydım, kendi gözümde ne kadar büyürdüm. Bir hayat... Kırk elli yıllık bir hayat... Kırk elli yıllık değil, bitmez tükenmez olsun, şu bildiğimiz hayat, şu gördüğümüz dünyada yaşamak öyle bir büyüklüğün acaba bir dakikasına, hatta bir saniyesine değer mi? Ben ölmedim... Komutanım, siz bana biraz önce oğlum demediniz mi? Ben de size baba diyeceğim. Baba sözünden daha büyük, daha onurlu bir şey bulamıyorum sana hitap etmek için. Dünyada babamın sayesinde var oldum. Gerçekten adam olduğumu ise senin sayende öğrendim. Ver kumandanım, ver babacığım, elini öpeceğim.
SITKI BEY: (İslâm Bey'e sarılır, alnından öper. İslâm Bey de Albay Sıtkı Bey'iıı elini öper. Biraz tereddütten sonra) Oğlum, aslanım! Yanınızda bir çocuk vardı, onu göremiyorum.
İSLÂM BEY: (Sahte bir tereddütle) Çocuk mu? Ne çocuğu? Şimdi anladım... (Çevresine bakınarak ve biraz düşündükten sonra, Albay'a yaklaşıp) Siz bana oğlum dediniz değil mi? Siz beni evlatlığa kabul ettiniz, değil mi? Gönlümde bir sır var. Darılmazsanız söyleyeceğim. İnsanların yanında sormayın. Sadece size söyleyebilirim.
SITKI BEY: Burada yabancı kim var ki? Ha, bizim Abdullah! Sen biraz işine baksana Abdullah!
ABDULLAH ÇAVUŞ: (Dışarı çıkarken) Ne işim var ki gideyim? Sanki ben burada bulunursam kıyamet mi kopar? (Sonra Abdullah çıkar)

Altıncı Tablo

SITKI BEY - İSLÂM BEY
SITKI BEY: Bana bir şey söyleyecektin?
İSLÂM BEY: Çocuk, buraya gelemez.
SITKI BEY: Neden evlâdım?
İSLÂM BEY: Nâmahremdir de onun için!
SITKI BEY: Ne demek nâmahrem?
İSLÂM BEY: Nâmahrem ne demek diye sorulur mu? Beni söyletmek mi istiyorsun Komutanım! O Manastırlı bir kızdır! Daha ilk görüşte birbirimize âşık olduk. İkinci görüşte ise ayrıldık... Ben vatanım için buraya çarpışmaya geldim... O da benim arkama düşmüş, buralara kadar gelmiş. Benim için senin nazarında suçlu sayılmaktan büyük namussuzluk olmaz.
SITKI BEY: Allah aşkına, şimdi seni suçlayan mı var? Yanındaki çocuk kızdır dedin, değil mi? Hem Manastırlıdır, öyle mi? Git, şimdi git! Ah! Kafamdan neler geçtiğini bir bil-sen? Çabuk git, çocuğu getir. Eğer düşündüğüm şeyler doğru çıkarsa, bana yeniden can verirsin. Benim nazarımda öz oğlum gibi olursun. Git diyorum... Benim Manastır'da bir kızım vardı. Kaybolmuştu, anladın mı? Git de çabucak bul... Bulursan o vakit belki gerçekten baban olurum...
İSLÂM BEY: (Şaşkın bir şekilde) Çocuk! Çocuğu istemiyor musunuz? O kadar uzakta değil... Şurada... Hemen şu odada... Çağırayım mı?
SITKI BEY: Bak hâlâ duruyor!
İSLÂM BEY: Zekiye! Zekiye!
SITKI BEY: Kızımın adını söylüyor! Ah! İnsan dünyada bu kadar beklenmedik bir mutluluğa ansızın kavuşabilir mi?
İSLÂM BEY: Zekiye! Seni çağırıyorum, duymuyor musun?

Yedinci Tablo

SITKI BEY - İSLÂM BEY - ZEKİYE
ZEKİYE: (İslâm Bey'e) Hangi adımla çağırıyorsun? (Miralay'ı işaret ederek) İkimizi de rezil mi edeceksin?
SITKI BEY: (Hızla Zekiye'nin yanına koşarak otoriter bir tavırla) Sen Manastırlısın değil mi?
ZEKİYE: Evet!
SITKI BEY: Senin babanın adı nedir?
ZEKİYE - Ben babamı görmedim ki adım bileyim!
SITKI BEY: (Kendi kendine) Zavallı çocuk! (Zeki-ye'ye) Peki ya annenin adı?
ZEKİYE: Annem öldüğü zaman henüz küçücük bir çocuktum, evde herkes ona Hanım derdi, adını duymadım, bilmiyorum.
SITKI BEY: Ah! Zavallı kadın!
ZEKİYE: Başka bir emriniz var mı efendim?
SITKI BEY: (Kendini toplayarak ve tereddütle) Kardeşin var mıydı senin?
ZEKİYE: Evet, vardı. (Bu arada dikkatle Albayın yüzüne bakarak) Acayip şeyler soruyorsunuz bana!
SITKI BEY: Sadık idi adı, değil mi?
ZEKİYE: (İslâm Bey'e) Ah! Buldum, işte babamı buldum. İşte babam... İşte dünyaya geldiğim günden beri hasretini çektiğim babam... Şimdi sen inanmazsın... Senin için öleceğime de inanmamıştın... Bak! Bir kere gözlerine bak! Annem de benim için gönlünde bir kederi olduğu zaman yüzüme aynen böyle bakardı... Bak! Yürüyüşüne dikkat et, kardeşim de bir telâşı olduğu zaman tıpkı böyle gezinirdi. Şimdi benim için ağlıyor değil mi? Ben de biri için ağladığım zaman tıpkı böyle ellerimle gözlerimi kaparım. Vallahi babam, billahi babam! Gönlüm beni böyle işlerde asla aldatmaz.
İSLÂM BEY: Zekiyeciğim! Neden bu kadar telâşa kapılıyorsun? Haline bakanlar, vatanı tehlikede zannedecekler... Beyefendi için babamdır diyorsun... Yemin ediyorsun... Öyle mi? Ben de yemin ederim ki babandır... O beni de oğulluğa kabul etti... Zaten baban olmasa bile baban olacak... Sen benim değil misin?
ZEKİYE: Şeninim... Yine şeninim... Ne istersen emret bana! Sakın kızma! Sakın darılma! Sakın kıskanma! Babamı kıskanmazsın değil mi?
İSLÂM BEY: Sana kim babamızı bırakalım diyor?
SITKI BEY: Buraya gel kızım! Annen, benim için verem döşeklerinde telef oldu, öyle mi? Kardeşin can verirken ne dedi? Beni anar mıydı? Beni arar mıydı?
ZEKİYE: Babacığım, bana merhamet et! Bana acı! Mezarlarını, rahat döşeklerini gözümün önüne getirtme! Benzin o kadar sararmış ki, şimdi seni de mezardan çıkmış sanarak yanından kaçacağım neredeyse...
SITKI BEY: Benim adil Rabbim! Benim merhametli Rabbim! Sonunda kulunu dünyada yalnız bırakmadın! Sonunda bu biçareyi her şeyden ümidini kesmiş bir halde bırakmadın! Lûtfuna binlerce kez şükürler olsun. Rabbimin inayeti için bir vesileye mi gerek var sanki?
İSLÂM BEY: Doğru komutanım! Ben de inanıyorum ki, Allah'ın bu tür ihsanları bir vesileyle ve bir liyakatle gelir... Ne yaptım diyorsun... Her yaptığını bilemem, fakat şu kadar biliyorum ki, kendini gerçekten adam etmişsin. Şu tabyada hepimiz birer ceset gibiydik, ruhumuz şendin. Ölümden korkmadığını gördüğümüz için hiç kimse korkmadı. Zaten ruh ölümden hiç korkar mı?
SITKI BEY: Oğlum! Senin zihnin büyük hayaller peşinde koşuyor. Ben aciz ve fakir bir kulum. Burada görevimi yerine getirmekten başka hiçbir şey yapmadım.
İSLÂM BEY: Her görevi yerine getirmek, dışardan bakıldığı kadar kolay değildir! Herkes seni önlerinde görmeseydi, acaba kaç kişi görevini yerine getirmeye çalışırdı?
SITKI BEY: Sen de mi halkımızı bilmiyorsun? O gayret milletin kanında var. Herkes anasından kahraman doğuyor.
İSLÂM BEY: İşte bu sözüne herkesten fazla inanıyorum. Fakat siz de bilirsiniz ki, bu millet önünde sürekli Örnek alacağı bir baş görmek ister!
SITKI BEY: Doğru, öyledir! Fakat kendini muhtaç sandığı için muhtaçtır. (Aniden tavrını değiştirerek) Acayip şey! Herkes zevkinde sefasında... Size ayıp değil, çocuğunuz yok ki evlat ne demek bilesiniz. Peki ben! Benim iki ciğerparem vardı. On beş senedir ikisini de görmemiştim. İkisini de tamamen mahvolmuş sanıyordum. Şimdi gözümün önünde birinin vücudu duruyor. Diğerinin Hak tarafından gönderilmiş bedeli geziyor. Ah! Şu andaki duygularımı bilemezsiniz... On beş yıllık ömrümü gözümün önünden geçiriyorum. Nasıl geliyor biliyor musun? Sanki bir mezara girmişim, on beş yıl uyumuşum da şimdi uyanıyorum, dünyayı daha şimdi görüyorum. (Zekiye'ye) Güzel kızım! Ben yeniden dirildim. Ben yine gençleştim. Bak! O kadar zamandır hasretini çektiğin babanın yüzüne bak! Şimdi mezardan çıkmış zannetmezsin. Babacığını sever misin? O kadar sev diyemem, ama birazcık olsun sevmez misin? Bu çaresiz adama bir bakışın, iki sözün on beş yıldan beri çektiklerini unutturdu.
İSLÂM BEY: Şayet Zekiye sizi sevmeyeceğini söylese de ben buna inanmam.
ZEKİYE: Sevildiğine inanmamak onun temel huyudur. Kendi sever fakat başkasının onu sevdiğine inanmaz. Babacığım, ben onun için hayatımı feda ettim, ama elimde değildi. Sizin için... Eğer... Eğer onu düşünmesem kendi isteğimle ölürüm.
SITKI BEY: Güzel kızım! Ben o kadarını istemiyorum. Beni de gönlünden tamamen çıkarma.
İSLÂM BEY: Düşünsene, dünyada senin gibi babayı sevmemek hangi evlat için mümkündür?
SITKI BEY: Beni sen de biraz seversin, değil mi?
İSLÂM BEY: Hem de ne kadar sevdim, bilemezsiniz. Vatanım kadar dersem yalan olur ama... Zekiye kadar desem, ona da siz inanmazsınız... Canım kadar...
SITKI BEY: Soracağım şeylere doğru dürüst cevap verirsen, beni sevdiğine işte o zaman inanırım.
İSLÂM BEY ve ZEKİYE (aynı anda): Buyurun, sorun babacığım!
SITKI BEY: (Hafif bir tebessümle aralarına sokularak) Düğününüz... Düğününüz ne zaman olacak? (Zekiye, utanarak önüne bakar)
İSLÂM BEY: (Tereddütle karışık bir ifadeyle) Düğün mü? Ben bilemem efendim... Siz... Nasıl yani, düğün... Yine de... Siz bilirsiniz...
SITKI BEY: Eğer ben bilirsem, en fazla bu akşama kadar bekleriz (Saatine bakarak) Oooo... Daha dört buçuk saat var! Tam dört buçuk saat! Neredeyse bir insan ömrü kadar! Ne çare! Allah sabrını verir!
ZEKİYE: Beybabacığım! Kızcağızınızla eğleniyor musunuz?
(Bu sırada uzaktan uzağa marş başlar. Gönüllülerin de sesleri duyulur)
SITKI BEY: Bana bak! Sadece ben eğlenmiyorum ki! Herkes bir şekilde eğleniyor. Onlar da bizim kadar sevinçli... Yemin ederim ki, bu sevinç, kale kurtulduğu içindir, kendileri kurtuldukları için değil. (İslâm Bey'e) Ne dersin? Bu kadar kuşatma, bu kadar zorluklar geçirdik. Şu hapse attığımız edepsizden başka hiç kimse hiçbir şeyden bir kere olsun şikâyet etmedi.
İSLÂM BEY: Halkta gerçekten gayret var!
SITKI BEY: Ona şüphe yok. Dinleyin beni! Bana bu hava pek dokunur. Bestesi de, güftesi de vatan sevgisinin yaktığı yüreklerden çıkmış olmalı...
(Asker, gönüllüler, Abdullah Çavuş gelir. Bir bölük geçmeye başlar)
İşte düşman karşıda elde silah Arş yiğitler vatan imdadına Arş ileri arş bizimdir kurtuluş Arş yiğitler vatan imdadına
Hepimizin annemizdir vatan
Herkesi iyiliğiyle odur besleyen
Bastı düşman göğsüne biz sağ iken
Arş yiğitler vatan imdadına

Vatanın şanı kentleri insanları koruma
Bizim süngümüze dayanmaktadır
Milleti bırakır mısınız muratsız
Arş yiğitler vatan imdadına

SITKI BEY: Hay benim koca aslanlarım, nereye gidiyorsunuz? Düşman defoldu gitti, acele bir işimiz kalmadı. Durun da biraz Albayınızı dinleyin. Yemeği beş dakika geç yeseniz olmaz mı?
ABDULLAH ÇAVUŞ: Sen emredersen beş saat sonra yeriz. Kıyamet mi kopar?
SITKI BEY: Siz bu tabyayı canınızdan kıymetli gördünüz. Her biriniz on kişiye karşı savaştınız. Doksan gündür çekmediğiniz işkence, görmediğiniz eza kalmadı. Osmanlıların namusunu göklere erdirdiniz. O anlı şanlı babalarınızın evlâdı olduğunuzu herkese ispat ettiniz. Bundan sonra nereye giderseniz gidin. "Ben Silistre muhafızlarındanım" deseniz, ummadığınız itibarı göreceksiniz. Vatanını sevenleri Allah da sever. Vatan size minnettardır; şu taşlar, topraklar gösterdiğiniz kahramanlığı bilseydi, arayarak evlâdını bulmuş analar gibi vücudunuza dokundukça heyecanından tir tir titrerdi. Baksanıza, üç devlet gelmiş, bizim yanımızda savaşıyor...
ABDULLAH ÇAVUŞ: Sanki gelmemiş olsalardı kıyamet mi kopacaktı?
SITKI BEY: Kıyamet kopmazdı fakat sıkıntı verirdi...
İSLÂM BEY: Ben o sıkıntıya çoktan razıydım. Biz yardımcısız da bu toprakları muhafaza edebilirdik. Ölürdük, mahvolurduk, fakat yine de yenilmezdik.
SITKI BEY: Doğru öyle ama yardımdan da niye şikâyet edelim? İnsanlık, uygarlık bizi haklı görüp de yardımımıza koşuyorsa, neden bundan memnun olmayalım? Bize yakışan, vatan sevgisidir, gururu değil. Birçok da şehit verdik.
SITKI BEY: (Hepsine birden hitap ederek) Kardeşlerim! Canımızı tehlikeye attık. Vatanımızı müdafaa ettik. Yine de ederiz. Her zaman da ederiz. Biz Türk değil miyiz? Türkler için en büyük şan her zaman için vatanın en küçük parçası için ölmesini bilmektir. Biz de her vakit bu yolda ölmeye hazırız. Yaşasın vatan! Yaşasın Türkler!
İSLÂM BEY: Hadi bakalım, sesiniz çıkmıyor mu? Yaşasın vatan! Yaşasın Türkler!
HEPSİ BİR AĞIZDAN: Yaşasın vatan!... Yaşasın Türkler!
Perde kapanır.

-SON-

 

SON EKLENENLER

Üye Girişi