Kullanıcı Oyu: 5 / 5

Yıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkinYıldız etkin
 

 REFİK HALİT KARAY - ESKİCİ HİKAYESİNİN İNCELENMESİ 

ESKİCİ

Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar: 

-Çocukcağız Arabistan'da rahat eder. 

Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. 

Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu. 

Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. 

Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul'daki gibi: 

-Hasan gel! 

-Hasan git! 

Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti: 

-Taal hun ya Hassen, 

diyorlardı, yanlarına gidiyordu. 

-Ruh ya Hassen... 

derlerse uzaklaşıyordu. 

Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular. 

Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. 

Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti. 

Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu. 

Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. 

Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü: 

-Gemel! Gemel! dedi. 

Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs... 

-Ya habibi! Ya ayni! 

Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar... 

Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. 

Öyle haftalarca sustu. 

Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu. 

Hep sustu. 

Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı mektupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu. 

Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. 

Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. 

Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. 

Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu. 

Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu: 

-Çiviler ağzına batmaz mı senin? 

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:

-Türk çocuğu musun be? 

-İstanbul'dan geldim. 

-Ben de o taraflardan... İzmit'ten! 

Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. 

Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu: 

-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen? 

Hasan anladığı kadar anlattı. 

Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu? 

-Sen niye burdasın? 

Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı: 

-Bir kabahat işledik de kaçtık! 

Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. 

Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. 

Fakat nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı. 

Hasan, yüreği burkularak sordu: 

-Gidiyor musun? 

-Gidiyorum ya, işimi tükettim. 

O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor. 

-Ağlama be! Ağlama be! 

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır. 

-Ağlama diyorum sana! Ağlama. 

Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu. 

 REFİK HALİD KARAY

Bu hikâyede de olaylar kronolojik bir sıra ile verilmiştir:

 1. Hasan'ın, İstanbul’dan vapurla Filistin'in sapa bir kasabasına gönderilmesi ve yolculuk sırasında görüp yaşadıkları,

2. Hasan'ın, kasabadaki yaşamı ve Türkçe konuşacak birini bulamayınca hissettikleri,

3. Hasan'ın, eskici ile karşılaşması hem kendisinin hem de eskicinin yaşadığı duygular ve çözüm.

 Hikâyedeki olay örgüsü hikâyenin ana düşüncesini güçlendirecek şekilde sıralanmıştır: Babadan yetim kalan Hasan, anası da ölünce Filistin'in ücra bir kabasına gönderiliyor. Hasan, gerek yolculuk sırasında gerekse bu kasabada ana diliyle konuşabileceği, duygularını paylaşabileceği, iletişim kurabileceği birini bulamamanın ıstırabını yaşamaktadır. Çünkü bulunduğu yerde Arapça konuşulmaktadır. Bu durum, onun ana dili Türkçeye olan özlemini, sevgisini daha da artırmaktadır. Eskiciyle karşılaşan Hasan müthiş bir sevinç yaşamaktadır. Aynı sevinç eskicide de vardır: Ana dili ile konuşabileceği birini bulmanın verdiği sevinç.

Metindeki temel karşılaşma, eskici ve Hasan'ın karşılaşmasıdır. Bu karşılaşma Türkiye'de olsaydı, sıradan bir karşılaşmadan öteye geçemeyecek, ancak bir ayakkabı tamircisini ya da bo-yacısını hatırladığımız kadar belleğimizde bir yer edecekti. Ama hikâyedeki karşılaşma sıradan bir karşılaşma değildir. Küçük yaşta anne babasını kaybedip memleketinden ayrılmak zorunda kalan Hasan ile yurdundan yıllar önce ayrılıp Türkçe konuşacak birini bulamayan eskici arasındadır.

Yazar, hikâyesini ana dili Türkçeye karşı duyduğu sevgiyi ve özlemi dile getirmek için yazmıştır. Bunu da hikâyesindeki kahramanlarla ifade edebilecektir. Öyleyse hikâyesindeki kahra-manlar aynı ortak duygulara sahip olmalıdır; yani yurdundan, yârinden, sevdiklerinden, akrabalarından ayrı düşmüş olmalıdır. Bunlar da küçük yaşta anne babasını kaybeden Hasan'la Türkçe konuşulmayan bir memlekette yaşamak zorunda kalan yaşı ilerlemiş, saç sakal dağılmış, göğsü bağrı açık, dişleri eksik olan eskicidir.

Eskici ile Hasan'ın ilişkisi uzun bir geçmişe dayanmamaktadır. Onların ilişkisi bir anda ortaya çıkan bir ilişkidir. Fakat bir anda ortaya çıkan bu ilişki öylesine güçlüdür ki iki kahramanı da derinden etkiler. Yürekler dolar, gözlerden yaşlar boşanır. Sadece ana dil ve aynı yurdun evladı olma, onları birbirine sıkı sıkıya bağlar. Bu öylesine güçlü bir bağdır ki yeni tanışan iki dost, birbirinden hiç ayrılmak istemez.

Hikâyedeki kişiler birbiriyle gerçekten karşılaşmış olabilir. Fakat buradaki karşılaşmayı, yazarın o dönemde sözü edilen yerlerde sürgün hayatı yaşamasından dolayı, eskici ile kendisinin karşılaşması gibi düşünmek de mümkündür.

"Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır." sözleri, ana dilin bir insan için ne kadar önemli olduğunu, kendini ana diliyle ifade edemeyen bir insanın içine düştüğü zor durumu gözler önüne sermektedir. Zaten hikâyedeki bütün bölümler de ana fikri destekler bir niteliğe sahiptir. Hikâyede, serimden çözüm bölümüne kadar ana dil sevgisi ve özleminin aşamalı olarak arttığı görülüyor. Öyleyse hikâyenin teması "ana dil sevgisi, yani Türkçe sevgisi" olur.

Hikâyedeki olay, Anadolu dışında geçmekle birlikte yazar, Anadolu'ya da Hasan'ın ağzından yer vermeden edemiyor: "Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini söyledi."

"Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rastgeliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile..." Sanatçı, bu cümleleriyle betimlenen çevreyi ve develeri âdeta bir ressam gibi gözümüzün önüne seriyor.

Refik Halit'in, renkli görgü ve gözlem zenginliği, başarılı betimlemeleri her hikâyesinde olduğu gibi Eskici hikâyesinde de dikkati çeker. Eskiciyi betimlerken bu özelliği hemen göze çarpar: "Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı."

 Halide Edip, anlattığı hikâyenin kahramanlarından biri olurken yanlı bir tavır takınıyordu. Refik Halit ise hikâyesinde sadece gözlemlerine yer veriyor, hikâyedeki kişilerden biri olmuyor, olaylı ve kişileri objektif bir bakış açısıyla anlatmayı yeğliyor.

Sanatçı dili ustaca kullanırken hikâyeye yoğun bir duygusallık katmayı da ihmal etmemiş. Anlatımını konuşma diliyle, akıcı, açık bir şekilde yapıyor. Bu duyguyu anlatmak için en uygun sözleri kullanıyor:

"O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi mini mini yavru ağlıyor... Sessizce, fitreye titreye ağlıyor...

- Ağlama be! Ağlama be!

Yazar, Hasan'ın sevincini ve onun içinde bulunduğu durumu anlatırken anlamca birbirine en yakın, birbirini destekleyen sözleri kullanıyor: "Durmadan, dinlenmeden nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu..."

"Eskici" hikâyesi yazarın Beyrut ve Halep'te sürgünde bulunduğu yıllara aittir. Bu hikâye, yazarın "Gurbet Hikâyeleri" adlı eserinde yer almaktadır. Yazar, bu eserindeki hikâyeleri sürgün yıllarında tanık olduğu olaylardan yola çıkarak kaleme almıştır.

Milli Edebiyat döneminin sanatçıları gibi Refik Halit’in hikâyelerindeki olaylar da birbirine bağlı bir zincir halinde serim, düğüm, çözüm bölümlerinden oluşur. Eskisi hikâyesi de bu anlayışla yazıldığından, hikâye Maupassant hikâye geleneğine göre yazılmıştır.